tag:blogger.com,1999:blog-89538136015893886412023-06-20T21:19:20.323-07:00biyoloji dersi ödev paylaşımıdizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.comBlogger38125tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-32625540001868353792007-10-04T13:04:00.001-07:002007-10-04T13:05:20.277-07:00VÜCUDUN YAPISI VE FONKSİYONLARIVÜCUDUN YAPISI VE FONKSİYONLARI <br /><br /> <br /> İlk Yardım esaslarının anlaşılması ve İlk Yardım uygulamalarının yapılabilmesi için vücut yapısını , organlarını ve nasıl çalıştıklarının bilinmesi gerekmektedir.<br /><br />VÜCUDUN YAPISI <br /><br />İSKELET : İnsan vücudu İskelet dediğimiz kemiklerin oluşturduğu bir çatıdan meydana gelmiştir.Olgun bir insan iskeletinde 213 - 214 kemik bulunur.<br /><br />Görevleri :<br />1- Vücuda şekil ve sağlamlık ( sertlik ) verir.<br />2- Kaslara destek olur ve hareketlerimizi sağlar.<br />3- Kafatası , Göğüs ve karın boşluklarındaki mühim organlarımızı korur.<br />4- Kemik iliklerinde alyuvarların imalini sağlar.<br /><br />KAFATASI : Kafatası kemiklerini iki grupta toplatabiliriz . Beyni koruyan kısım ile yüzü teşkil eden kemiklerdir.<br /><br />EKLEMLER : İki veya daha fazla kemiğin birleşmesiyle meydana gelir.İki türlü eklem vardır.<br />1- Hareketsiz Eklemler : Kemikler yan yana gelerek birbirleriyle sıkıca kenetlenmişlerdir.<br /> ( Kafatası eklemleri gibi )<br />2- Hareketli Eklemler : Bu tip eklemleri meydana getiren kemiklerin uçları kıkırdak ile kaplı <br /> olup , kuvvetli dokularla birbirine bağlıdır. Hareketli eklemler üç çeşittir.<br /> A) Tam hareketli eklemler ( omuz ve kalça kemikleri vs )<br /> B) Yarı hareketli eklemler ( diz ve dirsekler vs )<br /> C) Az hareketli eklemler ( bilek , ayak , kaburga ve omurlar vs )<br /><br />GÖĞÜS KAFESİ : Bunlar her iki tarafta 12 şer adet olmak üzere 24 adettir.Arka uçları omurga kemiğinin sırt omurlarından başlayarak öne doğru uzanır ve kısmen göğüs kemiğine bağlanır.<br />Göğüs kafesi karaciğer , kalp , dalak , mide , pankreas , safra kesesi vs gibi iç organlarımızı korur.<br /><br />OMURGA : 33 Adet kemikten oluşur.Ortaları delik her iki yanı mahmuz gibi çıkıntıları bulunan <br />kemik makaralar şeklindedir , üst üste dizilerek bir kanal meydana getirirler bu kanaldan omurilik geçer. Omurlar arasındaki kıkırdak doku omurların hareketliliğini sağlar.<br /><br />KOLLAR VE OMUZLAR : Omur kemikleri köprücük ve kürek kemiklerinden oluşur.Köprücük kemiği bir taraftan göğüs kemiğine diğer taraftanda omuz kemiğine yakın olan yerden kürek kemiğine bağlıdır.<br /><br />BACAKLAR : Uyluk kemiği üstte leğen kemiğiyle uyluk eklemini altta ise kaval kemiğiyle diz eklemini oluşturur. Diz kapağı diz ekleminde bulunan yassı bir kemiktir.Alt bacakta ise kaval kemiğiyle beraber birde kamış kemiği bulunur.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />SİNDİRİM SİSTEMİ : Ağız , yutak , yemek borusu , mide , barsaklar , karaciğer , safra kesesi<br />ve pankreastan oluşur.<br /><br />AĞIZ : Sindirim sisteminin kapısıdır.Tavanda damak , tabanda dil vardır. Boğaz üzerinde küçük dil her iki taraftada bademcik vardır.Ağızda sindirime yardımcı olan dil , dişler ve tükrük bezleri bulunur.<br /><br />YUTAK : Ağız , burun boşlukları , gırtlak ve yemek borusu ile çevrilmiş boşluktur.Burada solunum yoluyla sindirim yolu birleşir.Yuttuğumuz besinlerin solunum borusuna kaçmaması için gırtlağın üzerinde açılıp kapanan bir kapak vardır.Solunum borusuna kaçacak en ufak bir parça <br />hayati tehlike arz eder.<br /><br />YEMEK BORUSU : Tahmini 25 cm uzunluğunda yumuşak bir borudur , midenin üst ucuyla birleşir , yemek borusu üst kısmı yutkunmada açılır diğer zamanlar kapalıdır.Yuttuğumuz bir lokma 8 saniyede mideye geçer , borunun mideye açılan ucuna mide ağzı denir.<br /><br />MİDE : Karın boşluğu ile göğüs boşluğunu ayıran diyaframın hemen altında solda bulunur.<br />Mide 5-6 lt'lik lastik bir torbaya benzer , yemek borusunun bittiği terde başlar , ince barsaklarda<br />biter.Mide içindeki mide suyu denilen sıvılarla yediğimiz besinlerin sindirilmesini kolaylaştırır.<br /><br />BARSAKLAR : İnce ve Kalın barsaklar diye ikiye ayrılır.<br />1- İnce Barsaklar : Mideden hemen sonra başlar 7-8 metre uzunluğundadır.Mideyle birleşen kısmına oniki parmak barsağı denir.Mideden gelen besinlerin son sindirildiği yerdir.<br />2- Kalın Barsaklar : İnce barsağın alt ucundan başlar 1,5 - 2 metre uzunluğundadır.İnce barsaklarda emilmeyen besin posaları buraya geçer ve sindirilir , emilmeyen bir kısmıda dışkı halinde çıkar.<br /><br />KARACİĞER : 1,5 - 2 kg ağırlığında karın boşluğunun sağ alt tarafında diyaframın altında bulunur.Kan yapma , kanı depo etme , kanın pıhtılaşmasını sağlama , sindirim sisteminden <br />kana geçen zehirleri zararsız hale getirme , yağ ve protein depo etme , safra kesesiyle beraber safra yapma ve şeker seviyesini normalde tutma karaciğerin görevleridir.<br /><br />PANKREAS : 60 -80 gram ağırlığında olup midenin biraz gerisinde yerleşmiş bir salgı bezidir. Ürettiği maya ve pankreas suyu ile sindirim sisteminde şeker oranını ayarlar.<br /><br /><br />BOŞALTIM SİSTEMİ : Boşaltım sistemi böbrekler , idrar boruları , idrar kesesi ve idrar yolundan oluşur.<br /><br />BÖBREKLER : İki adettir.Karın boşluğunun arka tarafında omurganın sağ ve soluna yerleşmişlerdir.Sindirimle alınan zararlı gaz ve katı maddelerin idrar organları vasıtasıyla dışarıya atılmasını sağlar.<br /><br />İDRAR BORUSU : 27 - 30 cm uzunluğundadır.Süzülen zararlı artıkların idrar kesesine gitmesini sağlar.<br /><br />İDRAR KESESİ :Kuvvetli bir beyaz kastan oluşur.Leğen kemiğinin gerisinde küçük leğen boşluğundadır.Erkeklerde prostatın üstünde , kadında döl yatağının önündedir. 2 - 3 litre idrar alabilir.<br /><br />İDRAR YOLU : İdrar kesesinin en iç kısmından başlar , yetişkin erkeklerde uzunluğu 16 -22 cm,<br />kadınlarda ise 3 cm ' dir.<br /><br /><br />DOLAŞIM SİSTEMİ : Kalp , atardamarlar , kılcaldamarlar , toplardamarlar ve bunların içinde dolaşan kandan oluşur. Kan dolaşımı kapalı bir dolaşım sistemi olup vücudun gerekli oksijen ve besleyici gıdaların dokulara iletilmesini ve dokulardan artık maddelarin dışarıya atılmak üzere toplanmasını sağlar.<br /><br />KALP : Adaleli bir organ olup her iki tarafı bir pompa gibi çalışır.Göğüs içersinde , hemen diyafram üzerinde akciğerler arasında ve göğüs kemiği ile kaburgaların kıkırdak uçlarının arkasında bulunur.Kalp sağ ve sol diye ikiye ayrılır, her kısımda kendi arasında üst ( toplayıcı ) kulakcıklar ve alt ( pompalayıcı ) karıncıklar diye tekrar ikiye ayrılır.Her iki kulakcık ve karıncık arasında kanın geriye gitmesine mani olan bir kapak vardır.<br /><br />ATARDAMARLAR : Kanı bütün vücuda ve akciğerlere taşıyan esnek yapıda , sağlam ve dayanıklı damarlardır.Atardamarlar içerisinden geçen kan hacmine uyarak genişlerler.<br /><br />KILCALDAMARLAR : Çok ince damarlardır , kanı tüm dokulara dağıtan ve toplayan damarlardır.<br /><br />TOPLARDAMARLAR : Kılcaldamarların birleşmesiyle meydana gelir, kanı kalbe taşırlar.Toplardamarların çoğunun içinde kanın ileriye ( Kalbe ) akmasına yardım eden bardacık biçiminde pek çok supap vardır.<br /><br />KAN DOLAŞIMI : Kalbin sağ kısmiyle kan akciğerlere pompalanır , bu dolaşıma küçük dolaşım denir.Burada karbondioksit atılıp oksijen alınır sonra kalbin sol kulakcığına geri dönen kan sol kulakcıktan sol karıncığa geçerek pompalanır ve bütün vücuda yayılır.Tekrar toplanan kan sağ kulakçığa gelir , bu dolaşımada büyük dolaşım denir.<br /><br />NABIZ : Atardamarlarda kalbin pompalama hareketi dolayısıyla oluşan akış hareketidir.Nabız atardamarların yüzeye yakın kısımlarından baş ve orta parmakla alınır.Yetişkin bir insanda <br />72 kadardır, yaşlılarda düşük bebeklerde daha yüksektir.( 100 Kadar )<br /><br />KAN BASINCI ( TANSİYON ) : Kanın damar cidarına uyguladığı basınçtır.Kalp kanı vücuda ve akciğerlere gönderirken kasılarak karıncıklardaki kana basınç uygular.Kan basıncını etkileyen <br />üç unsur vardır.<br />1- Kan hacmi ( vücutta dolaşan kanın miktarı ) Vücud ağırlığının1/3 ü kandır.<br />2- Damarların kapasite ve elastikiyeti<br />3- Kalp atış gücü<br />Erişkin bir insanda normal kan basıncı pompalama esnasında 120 mm/Hg dir.Bu 12 tansiyon olarak ifade edilir.Kalbin pompalama sıarasındaki tansiyonu büyük , dinlenme anındaki tansiyonu küçük tansiyondur.<br /><br />KAN : Kan damarları içinde akan sıvıdır.Kan hücreleri alyuvarlar , akyuvarlar ve trombasitlerdir.Alyuvarlardaki hemoglobin maddesi oksijen taşır ve bu esnada açık kırmızıdır.<br />Hemoglobin karbondioksit taşırken ise kan koyu kırmızıdır.Alyuvarlar vücudu mikroplara karşı <br />korur , trombasitler ise pıhtılaşmayı sağlar.Kanın % 90'ı su , % 10'u ise protein ,yağ , glikoz , üre , ürik asit ve muhtelif maden tuzlarından oluşur.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />SOLUNUM SİSTEMİ : Dışarıdan aldığımız hava ile hücrelere oksijen temin etme ve karbondioksidi dışarıya atma olayıdır.Solunum sistemi burun boşluğu , yutak , gırtlak , soluk borusu , bronşlar ve akciğerden oluşur.Havada % 21 oksijen vardır.Akciğerlerden dışarıya atılan havada % 16 oksijen bulunur.<br /> Burun boşluğu aldığımız havayı temizler , ısıtır ve rutubetini aldıktan sonra yutağa<br />oradanda gırtlağa gönderilir.Gırtlaktan soluk borusuna geçen hava akciğerlere ulaşır.Soluk<br />borusu kapağı normalde açıktır , ancak yutkunma anında kapanarak yiyeceklerin soluk<br />borusuna kaçmasını engeller.<br /><br />AKCİĞERLER : Göğüs kafesine yerleşmiş olup sağ ve sol olmak üzere iki adettir.İnce bir zarla<br />kaplıdır , bronş ve bronşcuklardan ( hava keseleri ) oluşur. Bronşcuklar etrafındaki kan <br />damarları sayesinde oksijen ve karbondioksit alışverişi sağlanır.<br /><br />DİYAFRAM : Kastan oluşan bir perde olup göğüs ve karın boşluklarını birbirinden ayırır.Gevşek<br />halde kubbe şeklindedir , kasılanca düz hale gelir.<br /><br />SOLUNUM KASLARI : Kaburgalar etrafında bulunan kaslardır.Göğüs kafesinin daralma ve <br />genişlemesini sağlar.<br /><br />SOLUK ALIP VERME : Göğsün her iki tarafında bulunan akciğerler körük gibidirler.Soluk alma<br />verme işlemi göğüs boşluğu etrafındaki kaslarla , kaburga arasıdaki kasların birlikte hareketinden meydana gelir.Soluk aldığımızda diyafram aşağıya doğru çekilir , göğüs kafesi <br />içindeki kısmında kenara doğru genişler.Havayı salıverince bu kas yukarı kalkar , akciğerleri <br />sıkıştırır ve bu surette akciğer içersindeki hava boşalır.<br /> Soluk almak çevremizdeki havayı akciğerimize doldurmak , soluk vermek ise göğsümüz<br />etrafındaki kasların göğüs boşluğunu sıkıştırması ve böylece akciğerlerin kapanması ile onu<br />dolduran kirli havanın dışarı boşaltılmasıdır.<br />Solunumun üç aşması vardır.<br />1- Soluk alma ( yetişkinlerde 12 - 18 defa , bebeklerde 20 - 24 defadır.)<br />2- Soluk verme<br />3- Duraklama.<br /><br /><br /><br /><br /><br />HAYAT BİR SOLUK ALMA İLE BAŞLAR , BİR SOLUK VERME İLE BİTER. <br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />YANIKLAR<br /><br /> Deri vücudu mikroplardan korur , vücud ısısını ayarlar ve ter bulundurur.Derinin yanma ve haşlanma yoluyla tahrip olması , bu görevleri yerine getirememesine sebeb olur.Eğer yanan<br />yüzey geniş ve derinse tehlikeli durum ortaya çıkar.<br />Bir yanığın derecesini tespit eden üç faktör vardır.<br /><br />1- Yanığın Genişliği ve Boyu : Çok geniş bir yanık örneğin bir kolun , bacağın veya sırtın bir tarafını kaplayan yanıklardır.<br />2- Yanığın Yeri : Özellikle vücudun kritik yerlerinde olan yanıklar çok tehlikelidir.En kritik yerler<br />eller , yüz , ayaklar ve üreme organlarıdır.( yüz , ağız ve boğazdaki yanıklar solunum problemi<br />yaratabilirler.)<br />3- Yanığı Derecesi ( Derinliği ) : <br />1. Derece yanıklar : Derinin üst tabakasında kırmızılık , hafif bir şişlik ve ağrı görülür.İyileşir ve <br /> bırakmaz.( Güneş yanıkları) 5-10 gün içersinde tamamen iyileşir <br />2. Derece yanıklar : Derinin alt tabakaları zarar görür.kabarcıklar oluşur , şiddetli ağrı vardır.<br /> Oluşan kabarcıklar patlatılmamalıdır.Eğer enfeksiyon kapmazsa iz bırakmadan iyileşir.<br />3. Derece yanıklar : Deri ile kemik arasındaki dokular yıkıma uğramıştır.Sinir uçları yandığı için<br /> ağrı yoktur.<br />4. Derece yanıklar : Kemiklerle beraber tüm dokular yanmış ve kömürleşmiştir.<br /><br />Bu maddelere ilave olarak yanan kişinin yaşı ve fiziki durumuda önemlidir.Eğer kişi çok genç , <br />çok yaşlı veya hasta ise yanık çok büyük tehlike teşkil eder. <br />Dört çeşit yanık vardır.<br />1- Sıcaklık Yanıkları : Sıcak maddeler ateş ve buharla temas sonucu oluşan yanıklardır.<br />2- Kimyasal Yanıklar : Asit ve Alkali türü kimyasal maddelerin yol açtığı yanıklardır.<br />3- Elektrik Yanıkları : Elektrik akımının yol açtığı yanıklardır<br />4- Radyasyon Yanıkları : Radyoaktif maddeler ve X ışınlarının neden olduğu yanıklardır.<br /><br />Yanıklar Şok , Mikroplanma , Solunum Güçlüğü ve Dokuların şişmesi gibi sonuçlara neden<br />olabilirler.<br /><br />YANIKLARDA YAPILACAK İLK YARDIM <br /><br />KÜÇÜK YANIKLAR : : Yanan kısmı soğuk suya sokunuz.Bu mümkün değilse buz veya ıslak bir bezle kompres yapınız.Şişme başlamadan saat , yüzük , bilezik , kolye vs. Gibi eşyaları çıkarınız. Yaraya temiz bir bez ( gazlı bez , tülbent ) örtünüz.Kolonya , merhen veya yağlı maddeler sürmeyiniz.Kabarcıklar oluşmuşsa patlatmayınız.Yanığı mikroplara karşı koruyunuz.<br />Yanık yere yapışmış elbise parçalarını çekip almayınız , yapışmamış elbise parçalarını çıkarabilirsiniz.<br /><br />BÜYÜK YANIKLAR : Solunumu kontrol edin gerekiyorsa suni solunum yapın.Yanık kısmı temiz bir bezle örtün, bez ıslanmayacak şekilde soğuk su veya buzla kompres yapın.(en az 5 dakika) <br />Şoka karşı önlem alın. Yanmayla kaybolan su kazalıya verilebilir.( tuzlu su ) . <br />Süratle Tıbbi Yardım Sağlayın.<br /><br />KİMYASAL YANIKLAR : Deri üzerine kimyevi bir madde bulaşmış ise bunu hemen yıkayın , en<br />az 5-10 dakika yıkamaya devam edin.Elbiseleri çıkartın çıkartma işlemini yaparken bol su ile yıkamaya devam edin.Eğer kimyasal madde kireç vs gibi toz ise su tutmadan önce fırçalayarak <br />temizleyin.Kazalıya müdahale yapmadan önce yakıcı maddenin asitmi , bazikmi olduğundan emin olmalıyız.Emin olmazsak kazalıya fayda yerine zarar veririz.<br /><br /><br /><br /> Yakıcı madde asitse bazik madde sürülür.Bazik maddeyi hazırlamak için 1 bardak suya <br />1 çorba kaşığı karbonat konur , eritilir ve yanan bölgeye sürülür.Yakıcı madde bazikse bol su ile yıkanır , yanık bölgeye sirkeli bez veya limon suyu sürülür.<br /> Eğer kimyasal madde göze kaçmışsa bol su ile yıkanır , su gözün burun taraf köşesinden diğer yan tarafa doğru akıtılmalıdır.Göz asit yanıklarında en az 5 dakika , bazik yanıklarda en az 15 dakika yıkanmalıdır.<br />Kazalının gözünü temizlemek için sirke ve karbonat kesinlikle kullanılmaz.<br /><br />ELEKTRİK YANIKLARI : Elektrik akımının girdiği ve çıktığı noktalarda yanıklar oluşur , deriden giren elektrik akımı vücudda seyri esnasında derin dokulara ( damar gibi içinde sıvı bulunan , geçirgenliği fazla olan ) etki eder. Bu nedenle elektrik yanıkları deriden ziyade iç organlara ve derin dokulara etki eder.<br /><br /><br />RADYASYON YANIKLARI : Nükleer patlamalarda radyoaktif izotoplarla ( radyoterapi , bozuk rontgen makinası ) uğraşanlarda görülür.Belirtileri solunum yolu tıkanması , bulantı , kusma , <br />isal , hızlı nabız , düşük tansiyondur.Kişi ortamdan uzaklaştırılmalı bol , bol yıkanmalıdır , şoka karşı önlem alınmalıdır.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />ELEKTRİK ÇARPMALARINDA İLK YARDIM <br /><br /><br /><br />ELEKTRİK AKIMININ ETKİLERİ : Elektrik akımının en önemli etkisi vücut dokularını yakarak tahribata yol açmalarıdır.Tahribatın derecesi gerilim ve akıma maruz kalma süresi ve vücuttan<br />geçen akım ve gerilim şiddetidir.Bilinç kaybına sebebiyet vermeyen elektrik çarpmalarında<br />vücut dokularında tahribat yapabileceği göz önüne alınmalıdır.<br /> Elektrik çarpmaları Solunum sistemini etkileyerek geçici bir felçe , solunum durmasına<br />ve kalbin durmasına sebebiyet verebilir.Şokada sebebiyet vererek bilinç kaybına neden olur.<br /><br />İLK YARDIM : Elektrik çarpmalarında kazalıya yaklaşmadan önce elektrik akımının kesilip , kesilmedi kontrol edilmeli , akımı kesme şansı varsa akım kesilmeli , akımı kesme şansı yoksa <br />kazalıyı yalıtkan malzemelerle ( kurtarma - manevra kancası ) olay yerinden uzaklaştırılmalıdır.<br /><br />- Kazalının solunumu kontrol edilir , solunum durmuşsa suni solunum uygulanır.<br />- Nabız kontrol edilir , kalp durmuşsa kalp masajı uygulanır.<br />- Kazalı iyileştirme durumuna getirilir ( iç kanama , bulantı ve kusma olabileceği düşünülerek )<br />- Şayet kırık şüphesi varsa hareket ettirilmez.<br />- En kısa sürede Tıbbi yardım sağlanır.( Tıbbi yardım sonrası kazalı Böbrek ve iç organlarında<br /> oluşabilecek tahribat düşünülerek 48 saat müşaade altında tutulur.)<br /><br /><br /><br />- Suni Teneffüse 1. Dakikada başlanırsa % 95 hayat kurtarır.<br />- Suni Teneffüse 3. Dakikada başlanırsa % 75 hayat kurtarır.<br />- Suni Teneffüse 5. Dakikada başlanırsa % 25 hayat kurtarır.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />KÜÇÜK GERİLİM KULLANMAK<br /><br /><br /> Genellikle İnsan vücudu için tehlikeli gerilim değeri 65 V. Olarak kabul edilir.Bunun için<br />yapılacak olan çalışmalarda 65 Volt'un altındaki gerilimleri kullanmak gerekmektedir.<br /> Küçük gerilimin maksimum değeri İşçi sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğünün 311 ve 318.<br />Maddelerinde belirtildiği gibi 42 Volt'dur. Küçük gerilimi , alternatif akımda , kazan v.s. gibi<br />iletgen ortam bulunan yerlerde , ıslak ve rutubetli yerlerde kullanılan lambalarda kullanmak<br />mecburiyeti vardır.Bu gibi yerlerde 110-220 Volt'la beslenen el lambaları ve cihazları kullanmak<br />Ölümle neticelenen bir çok kazaya sebebiyet verebilir.<br /><br /> İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğünün İlgili hükümleri aşağıda belirtilmiştir.<br /><br />Madde 311 : Kazan içinde veya buna benzer dar ve iletgen kısımları bulunan yerlerde ıslak<br />yerlerde , alternatif akımla çalışan lambalar kullanıldığı takdirde , çalışma yerinin dışında bulunan ve sargıları birbirinden ayrı olan Transformatörler yardımı ile elde edilen küçük gerilim <br />( En çok 42 Volt ) kullanılacaktır.<br /><br />Madde 318 : Kazanlar , tanklar ve benzeri dar yerlerde ,elektrikli el lambalarında olduğu gibi alçak gerilim kullanılmayacaktır.Doğru akım kullanılıyorsa , kullanma gerilimi 100 Volt'u geçmeyecek ve + kutup topraklanmış olacaktır.Alternatif akımda ise ancak KÜÇÜK GERİLİM<br />( En çok 42 Volt ) kullanılacaktır.Burada , iyi yalıtılmış esnek kablolar kullanılacak ve kablolar<br />düzenli ezilmeyecek şekilde bulundurulacaktır.<br /><br />Buradanada anlaşılacağı gibi çalışmalarımızda küçük gerilim kullanma mecburiyetimiz vardır.<br />Bu gerilim değerleri 12 V-24 V ve 42 V olabilir.Küçük gerilimde kullanılan fişler özel olmalı ve alçakgerilim fiş ve prizlerine uymamalıdır.<br /><br /><br /><br /><br />İZOLASYON ( EMNİYET ) TRAFOSU KULLANMAK<br /><br /> <br /> Elektrikle çalışan taşınabilir cihazlarda ( bireyiz , matkap , taşlama cihazı v.s.) emniyet transformatörü kullanmak güvenlik açısından gereklidir. Emniyet transformatörleri , primer ve<br />sekonder sargıları birbirinden ayrı olarak sarılan ve sekonder çıkış uçlarının topraklanmadığı<br />yani sekonder uçları topraktan izole edilmiş 1/1 oranında transformatörlerdir. <br /> <br /> Sekonder sargı uçları toprağa karşı izole edildiğinden dolayı , böyle bir transformatör tarafından beslenen makina veya cihazda gövdeye kaçak olsa dahi tehlike söz konusu değildir.<br /><br />İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğünün ;<br /><br />Madde 314 : İnşaat şantiyeleri ile açık çalışma yerlerinde kullanılan elektrikli el aletleri , küçük<br />gerilim veya 1/1 oranlı ve sargıları birbirinden ayrı güvenlik transformatöründen elde edilen gerilim ile çalıştırılacak veya özel olarak imal edilmiş , iki yalıtkanlı olacaktır.Güvenlik transformatörü kullanılması halinde , çıkış devrelerine yalnız bir elektrikli el aleti bağlanacaktır. <br /><br /><br />İşçi sağlığı ve İş güvenliği Tüzüğünde belirtildiği gibi güvenliik transformatörlerinin sekonder<br />uçlarına birden fazla alıcı bağlanmaz. Birden fazla alıcı bağlandığında ve alıcıların herhangi birinde toprağa kaçak olduğunda bütün alıcılarda diğer ucun gövdeye kaçağında kişi çarpılabilir.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />UYGUN TESİSAT VE İYİ BAKIM<br /><br /><br /> Elektrik tesisatının gerek malzeme ve gerekse tesis şekli bakımından tüzük ve yönetmeliklerde belirtilen esaslar dahilinde tesis edilmesi gerekmektedir.Elektrik tesisatının ,<br />kullanılan alet ve cihazlarının periyodik bakım ve onarımlarının yapılarak bunların her zaman <br />iyi ve sağlam vaziyette kalması sağlanmalıdır. <br /> Örneğin : TEAŞ İş Güvenliği yönetmeliği madde 114'de belirtildiği gibi kaldırma makinalarının testleri 3 ayda bir yapılarak , Ek :14-15 doldurularak dosyalarında muhafaza edilir.Periyodik kontrolleri yapılan kaldırma makinalarında , tesisat ve makina hatalarından<br />meydana gelebilecek İş kazaları minimum seviyeye indirilmiş olur.<br /> Kişisel koruyucularında kullanılabilirliliğinin kontrolü ve bakımlarının yapılmasıda gereklidir.<br /><br /><br /><br />ÇİFT İZOLASYONLU CİHAZLAR KULLANMAK<br /><br /><br /> <br /> Çift izolasyonlu aletler , elle tutulan kısımları yalıtkan malzemeden ( plastik , fiber v.s )<br />yapılmış ve ayrıca içinde elektrikli kısımları , ikinci bir yalıtkan ile izole edilmiş aletlerdir.<br />Herhangi bir şekilde gövdeye elektrik kaçağı olması halinde bu kaçağı aleti kullanan şahsa<br />geçmemesi için 2 adet ayrı izolasyon tabakası vardır.<br /><br /> Çift izolasyonlu aletleri tanıtma şekli içiçe geçmiş iki adet kare ( ) dir.İşareti ise ( UL )<br />harfleridir.Bu işaretler aletin karekterisliklerini belirten etiketinde mutlaka aranmalı ve ona göre <br />hareket etmelidir.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /> İLK YARDIM<br /> <br /> <br /> İNSAN VÜCUDUNU YAPISI VE FONKSİYONLARI<br /> <br /><br /> A- İSKELET<br /> B- SİNDİRİM SİSTEMİ<br /> C- BOŞALTIM SİSTEMİ<br /> D- DOLAŞIM SİSTEMİ<br /> E- SOLUNUM SİSTEMİ<br /><br /> <br /> YANIKLAR<br /><br /><br /> ELEKTRİK ÇARPILMALARINDA İLK YARDIM<br /><br />İŞ GÜVENLİĞİ<br /> <br /><br /> KÜÇÜK GERİLİM KULLANMAK<br /><br /> <br /> İZOLASYON ( EMNİYET ) TRAFOSU KULLANMAK<br /><br /> <br /> UYGUN TESİSAT VE İYİ BAKIM<br /><br /> <br /> ÇİFT İZOLASYONLU CİHAZLAR KULLANMAK<br /><br /><br />HAZIRLAYAN : EMRE DEMİRdizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-29374489050345401412007-10-04T13:01:00.000-07:002007-10-04T13:02:32.106-07:00yaglar ve üretimiGENEL BİLGİLER<br /><br />Yağ olarak ifade edilen besin öğeleri bünyesinde birden fazla bileşiği bulundurduğu için kompozisyonlarına göre farklı özellik gösterirler. Ancak yüksek enerji içerikleriyle (ortalama 9,4 Kcal/g) gıdalarımızda en konsantre enerji kaynağını teşkil ederler. Yağın tanımlanmasında aşağıdaki genel ifadeyi kullanmak daha doğru olacaktır.<br />Katı ve sıvı yağlar, gliserol ve yağ asitlerinden oluşan trigliseritlerin (triester) hakim olduğu bileşikler grubudur.<br />Üç değerlikli bir alkol olan gliserin ile üç mol yağ asidinin esterleşmesiyle oluşan trigliseritler yağların ana bileşenini oluşturur.<br /> <br /> Gliserin + Yağ asitleri Trigliserid + Su<br /> <br />Trigliseriti oluşturan yağ asitlerinin üçü de aynı ise basit Trigliserid, farklı ise karışık Trigliserid olarak isimlendirilir.<br />Yağların yapısında trigliseritlerden başka % 0,5-2,0 oranında değişen miktarlarda monogliseritler, digliseritler, fosfatidler, serebrosidler, steroller, yağ asitleri, yağda eriyen vitaminler (A,D,E,K), renk ve koku maddeleri gibi maddeler bulunur. Bütün bu madde guruplarına kimyada “lipit” terimi kullanılmaktadır. Yemeklik yağ olarak kullanılan bitkisel ve hayvansal yağların % 98-99’u saf trigliseritlerden meydana gelmiştir.<br />Margarin teknolojik olarak, homojen bir karışım oluşturmayan su ve/veya süt fazı ile yağ fazının meydana getirdiği emülsiyondur. Margarinde su fazı sürekli olan yağ fazı içerisinde dağılmış halde bulunur.<br />Margarinde esas olarak iki faz mevcuttur. Yağ fazı, çeşitli sıvı ve katı yağların karışımı olup, margarinin tüketildiği sıcaklıkta margarin için uygun katılığı sağlayabilecek katı yağ oranına sahip olmalıdır. Ayrıca yağ fazı, yağda çözünen vitaminler, esanslar, renk maddeleri ve emülsifiye edici maddeleri ihtiva eder. Su fazı ise fermente edilmiş süt, tuz, koruyucu maddeler ve antioksidanları bünyesinde bulundurur. Margarinler için en önemli kalite faktörleri, kristal yapı, kıvamlılık ve plastiklik gibi fiziksel özelliklerdir. Bu faktörler verilen her hangi bir sıcaklıkta birleşimde bulunan gliseritlerin erime noktalarına toplam katı veya kristal gliserit miktarlarına, bu katı kısımların belirli sıcaklık değerleri arasındaki dağılımlarına ve margarinlerin üretildiği çalışma şartlarına bağlıdır.<br />Margarin kelimesi, Yunanca “inci” anlamına gelen “margoron”dan gelmektedir. 1869 yılında lll. Napolyon’un açtığı bir yarışmada tereyağı benzeri ve emülsiyon halinde bir ürün üretilmesi istenmiştir. 1870 yılında “Hippollyte Mage-Mouries” tarafından margarin formülü bulunmuştur. Bu formül bu güne kadar çeşitli değişikliklere uğramış ancak margarin üretiminden hiçbir zaman vazgeçilmemiştir. Mouries formülünde hammadde olarak hayvansal yağlardan elde edilen “Oleo margarin” kullanılmış ve oleo margarin emülsiyonu yapılmıştır. Oleo margarinin elde edilişi kısaca şöyledir. Koyun beden yağları 47-50 oC’de, sığır iç yağları 42-46 oC’de erirler. Bu yağlar önce eritilir, bilahare 30-35 oC’ye kadar soğutulur ve preslenir. Presten akan sıvı kısım “Oleo margarin” adını alır.<br />Dünyada ve Türkiye’de daha çok bitkisel margarinler üretilmekte olup, çok az miktarda da hayvansal margarin üretilmektedir. <br />Margarinler elde edildiği hammaddeye göre iki sınıfa ayrılır. 1. Bitkisel kökenli bitkisel margarinler, 2. Hayvansal ve bitkisel kökenli hayvansal margarinler.<br /><br />HAM YAĞIN ELDESİ VE RAFİNASYONU<br />Ön İşlemler:<br />Yağlı tohumlardan yağ eldesine başlamadan önce tohumlar bazı ön işlemlerden geçirilir. Genel olarak tohumların temizlenmesi, tohumun yapısal farklılığından dolayı uygulanması gereken bir kısım işlemler ve uygulanacak yağ alma yönteminin gerektirdiği hazırlıklar ön işlemleri teşkil eder.<br />Ön işlemleri; temizleme, pamuk tohumu için linterleme, tohumun nemlendirilmesi, kabuk kırma ve ayırma, pulcuk haline getirme ve kavurma olarak sayabiliriz.<br />İnsanlar tarafından çeşitli şekillerde tüketilen bitkisel kaynaklı bütün gıdaların işlenmesinde uygulanan aşamalardan ilki genellikle hammaddenin temizlenmesidir. Hammadde çoğu zaman farklı oranlarda taş, toprak, kum, metal parçaları, bitkisel kalıntılar vb. yabancı maddeler içerir. <br />Yağlı tohumlardaki yabancı maddeler, irilik, şekil, yoğunluk ve mıknatıslık özelliklerinden yararlanarak çalışan sistemler kullanılarak uzaklaştırılmaktadır.<br />Elekler, triyörler, pnömatik (havalı) ayırıcılar, mıknatıs sistemi, linterleme makinaları (pamuk tohumunu liflerinden ayırmada), fırçalama makinaları yağlı tohumların temizlenmesinde kullanılan başlıca sistemlerdir. Aşağıda bu sistemlerin tohumun hangi özelliğinden yola çıkılarak oluşturulduğu açıklanmıştır.<br />Elekler: İrilik esasına göre ayırma.<br />Triyörler: Şekil farkından faydalanarak ayırma.<br />Pnömatik ayırıcılar: Yoğunluk farkından yola çıkılarak ayırma.<br />Mıknatıs sistemi: Yağlı tohumlar içinde bulunması muhtemel olan ve tesislerde yer alan makinalara zarar verme olasılığı bulunan metal parçalarını mıknatıslık özelliğinden yola çıkarak ayırmada.<br /><br />Yağlı Tohumların Nemlendirilmesi:<br />Yağlı tohumlarda kabuk kırma ve ayırma, pulcuklandırma, kavurma gibi işlemlerin daha kolay uygulanabilmesi için tohumun nem oranının % 16-18 olması gerekmektedir. Bu nedenle yağlı tohumların istenen nem derecesine getirilebilmeleri için aşağıda belirtildiği şekilde nemlendirilmeleri gerekmektedir.<br /> <br />*Tohuma verilen su, homojen bir dağılım saplamak için püskürtme şeklinde verilmelidir.<br />*Tohumun suyla temas süresi mümkün olduğunca uzun tutulmalıdır. Eğer yığında zedelenmiş tohum miktarı yüksek değilse bu süre 3-4 gün olabilir.<br />*Nemlendirmeden sonra tohumun yüzeyinde su kalmamalıdır. <br />*Nemlendirilmiş tohumlar çabuk bozulacağı için hemen yağa işlenmelidir.<br /><br />Kabuk Kırma ve Ayırma :<br />Kabuk % 1 yağ içermesi, protein içeriğinin ise çok düşük olması nedeniyle tohumdan uzaklaştırılması gerekmektedir. Kabuğun tohumla uzun süre temas halinde bulunması, presleme sırasında kabuk tarafından emilen yağın geri kazanılamaması nedeniyle yağ kaybına, çözgen ekstraksiyonu sırasında kabuğun renk, tat ve koku maddeleri de çözündüğünden yağın kalitesinin bozulmasına, presleme sırasında pres kapasitesinin düşmesine neden olduğundan kabuk kırma ve ayırma işlemi önem arz etmektedir.<br />Yabancı maddelerden ayrılıp temizlenen tohumlar özel kırıcılarda santrifüj çarpma yöntemiyle kırılırlar. Silindirik sabit bir gövde içinde dakikada 600-650 devirle dönen paletlerden oluşan bir tambur üstten gelen tohumları cidara savurarak çarptırır. Silindirik gövdenin içi setlerle ve çentiklerle kaplıdır. Kırma işlemi cidar ile tamburun mesafesi ayarlanarak yapılır. Çarpama sonucu tohumların bir kısmı bütün, bir kısmı parçalanmış halde kabuklarından ayrılır.Pamuk tohumu, ayçiçeği ve yerfıstığı gibi esnek kabuklarla kaplı yağlı tohumların kabuklarının soyulmasında bar ve disk kabuk soyucular kullanılır. Keten tohumu, kolza ve susam gibi çok küçük hacimli yağlı tohumlarda kabuk soyma işlemi çok zor olduğundan uygulanmaz. Kabuk soyma makinaları her yağlı tohumun özelliğine göre düzenlenmiştir. İç(badem) ve kabuk bir elekten geçirilerek parçalanmış, ufalanmış olanlar ayrılır. İri kabuklar hava akımıyla emilir. Kabukların tamamının alınması istenmez. Örneğin ayçiçeğinde % 70 kabuk kalması istenir. Çünkü presleme işleminde kabuklar yardımcı olur. Ayrılan kabuklar yan ürün olarak satılır.<br />Burada belirtilmesi gereken bir husus, kabukların presleme sırasında olumlu katkısının olduğunu ifade etmiş olduğu halde, kabukların presleme kapasitesini düşürdüğünü ileri sürmüştür. Kabukların fiziksel özelliklerinin farklılıkları dikkate alındığında her iki görüşün de farklı tohumlar için doğruluğu saptanabilir.<br /><br />Tohum İçinin(Bademin) Ezilmesi:<br />Pulcuklandırma işlemiyle yağı hapseden hücre ve dokular, parçalanarak yağın kendiliğinden dışarı akışı sağlanır. Pulcuklandırma işlemiyle hem hücre içindeki yağın dışarıya sızma alanı genişletilmiş, hem de yağ çıkışına karşı tohum yapısının gösterdiği direnç azaltılmış olmaktadır. Özellikle çözgen ekstraksiyonunda çözgenin içe difüzyonu kolaylaşmakta, bu da ekstraksiyon hızını artırmaktadır.<br /><br />Tohumların Kavrulması :<br />Yağlı tohumların yağ verimlerini artırmak ve küspenin daha iyi değerlendirilmesini sağlamak için kavrulması gerekir. Sıcaklık uygulanarak yağın viskozitesi azaltılıp, akıcılığı artırılır. Hücre proteinleri koagüle edilerek, hücre zarlarına gevreklik verilerek yağın hücreden kolayca çıkması sağlanır. Tohumdaki su oranı % 7-8’ den % 4-4,5’ a düşürülür. Kavurma işlemi küçük işletmelerde doğrudan ateşle ısıtılan tek katlı tavalarda, büyük ve modern işletmelerde ise 4-5 katlı tavalarda yapılmaktadır. Tavalara alınan tohum önce 15-20 dakika ısıtılır ve üzerine su buharı veya sıcak su püskürtülüp nemi % 16-18’ çıkartılır. Tohum sıcaklığı 80-90 oC’ ye çıkartılarak kavurma işlemine geçilir. 20-30 dakika kavrulan tohumun proteinleri koagüle edilmiştir. Daha sonra 110-115 oC sıcaklıkta nem oranı % 4-4,5’ a düşürülür, pres veya ekstraktöre sevk edilir.<br /><br />Tohumlardan yağın alınması:<br />a) Mekanik Presleme Yöntemiyle Ham Yağın Üretimi :<br />Mekanik presleme işlemi; katı-sıvı faz ayırım yöntemi olarak tanımlanabilir. Genellikle yağ oranı % 20’den daha düşük olan yağlı tohumların ham yağa işlenmesinde mekanik presleme yöntemi kullanılabilmektedir. Mekanik presleme işlemi sonucu esas ürün olarak ham yağ, yan ürün olarak yağı alınmış küspe elde edilmektedir.<br />Mekanik presleme işleminde kesikli çalışan hidrolik presler, sürekli vidalı presler ve döner presler kullanılabilir.<br /> <br />b) Solvent Ekstraksiyonu Yöntemiyle Ham Yağın Üretimi :<br />Solventle ekstraksiyonun temeli yağın içinde çözündüğü bir organik çözgenle yağlı tohumu muamele edip yağın tohuma geçmesi sağlanır. Sonra solvent süzülerek ayrılıp, uçurulur ve geriye ham yağ kalır. Pres yöntemine göre üstünlüğü küspede en fazla % 1 oranında yağ kalır ve çoğunlukla % 0,5 civarında bulunmaktadır. Bu yöntemle yağ elde etme özelikle yağ miktarı düşük olan soya ve çiğit gibi yağlı tohumlarda kullanılmaktadır. Yağ çözücü olarak bir çok organik madde kullanılmakla birlikte günümüzde Türkiye ve dünyada en yaygın kullanılan kaynama noktası 64-68 oC olan Hekzandır.<br /><br />Rafinasyon Aşamaları :<br />Rafinasyon işlemini kısaca berrak ve normal tatta yağ elde etmek için ham yağda bulunan ve istenmeyen tüm maddelerin yağdan uzaklaştırılması olarak tanımlayabiliriz. <br />Ham yağlar ne kadar özenli ve temiz elde edilirse edilsin mutlaka rafine edilmelidir. Çünkü tüketici açık renkli, kokusuz, serbest yağ asidi bulunmayan ve berrak yağ satın almak ister. Rafine edilmeden tüketilen tek bitkisel yağ, iyi kalite zeytinlerden elde edilen zeytin yağıdır. Fakat kötü vasıfta olan zeytin yağları da rafine edilir. Türkiye’nin kırsal kesinimde ayçiçeği, susam, haşhaş vb. gibi hammaddelerden elde edilen yağlar yerel halk tarafından rafine edilmeden tüketilir. Musilaj giderme, asit giderme, ağartma, koku giderme ve vinterizasyon rafinasyon işleminin aşamalarıdır. <br />a) Musilaj Giderme (Degumming) :<br /> Türkiye’de yetiştirilen ayçiçeği, soya, keten vb. gibi yağlı tohumlar fosfatidlerce zengindir (% 1-2,5). Bunlarda müsilaj giderilmezse rafinasyonda kayıplar olur. Ayrıca yağlı tohumlarda bir de patolojik etkenler veya yaralanmalar sonucu meydana gelen zamksı maddeler de bulunur. Müsilaj gidermede hidroklorik asit, fosforik asit kullanılır. Türkiye’de bu gün daha çok, sodyum klorür veya pirofosfatın %40-65’lik çözeltisi kullanılır. Bu çözeltiden ham yağa %2-3 oranında katılır ve yağ karıştırılarak 40-50 oC’ye kadar ısıtılır. İşlem sonunda çöken sulu tabaka (hidrolasyon çamuru) santrifüjlenerek yağdan ayrılır. Yapışkan maddeler bir elektrolit yardımıyla pıhtılaştırılırken fosfatidler gibi diğer yapışkan maddeler su ve sıcaklık yardımıyla hidrotasyon sonucu çöktürülür. Bu sırada yağda bulunan mineral maddeler ve bazı yabancı maddeler de çöken bu maddelerle birlikte yağdan uzaklaştırılır. Musilaj maddeleri lesitin eldesinde kullanılır. Bu işlemde kontinü veya diskontinü yöntem uygulanabilir.<br />b) Asit Giderme (Nötralizasyon) :<br />Yağ sanayiinde asitlik giderme işlemi yaygın olarak serbest asitlerin bazlarla nötralizasyonu şeklinde uygulanmaktadır. Yağda serbest halde bulunan yağ asitleri NaOH ile muamele edilince yağda erimeyen sabun meydana gelerek çöker. Asit karakterde olan diğer bazı maddelerle sabun tarafından absorbe edilen diğer bir çok maddeler de çöker. Bu işlem için kontinü veya diskontinü yöntemler kullanılabilir ve kullanılacak baz miktarı bir ön deneme ile saptanabilir. Ayrıca, yüksek derecede vakumda damıtılarak serbest yağ asitlerinin yağdan ayrılması işlemi de uygulanmaktadır. Buna fiziksel nötralizasyon denir. Diskontinü sistemde genellikle 10-12 tonluk nötralize kazanları kullanılır. BU kazanlar ısıtıcı buhar helezonları, karıştırma paletleri ve baz çözeltisi püskürten sistemlerle donatılmıştır. Kullanılacak NaOH miktarı serbest asitlik 7 olarak hesaplanır. Fakat bazın bir kısmı nötr yağ ile reaksiyona girebileceğinden hesaplanan miktarın %10 fazlası kullanılır. Asit giderme kayıpları yabancı maddelerin cins ve miktarlarına, serbest yağ asitleri miktarına göre değişir. Fosfatidler az olursa kayıp azalır. Serbest yağ asitlerindeki kayıplar; kakao, palm, kara ve deniz hayvanları yağlarında serbest yağ asitlerinin 1,5 katı, pamuk ve soyada 3 katı, asiditesi düşük yağlarda ise serbest yağ asitlerinin 5-10 katı yağ kaybolur. Yemeklik, kızartmalık, margarin yapılacak yağlarda asitlik giderilmezse serbest yağ asitleri duman çıkararak yanar. Nötralizasyon kuru ve yaş olarak yapılır.<br />c) Ağartma (Renk Giderme=Bleaching) :<br />Yağ sanayiinde ağartma işleminin amacı, ham yağın doğal olarak içerdiği ve tohumun yağa işlenmesi sırasında oluşan renk maddelerinin uzaklaştırılmasıdır. Bu iş için Tonsil, Bentonit gibi çeşitli adlar altında satılan ve sanayide “ağartma toprağı” genel adı ile bilinen adsorbant maddeler kullanılır. Son zamanlarda bu amaçla, sülfirik veya hidroklorik asitle muamele edilip, aktif hale getirilen diğer topraklar da kullanılmaktadır. Ayrıca aktif kömür de kullanılır. Aktif kömür, özellikle kırmızı, mavi ve yeşil renklerin adsorbsiyonunda kullanılır. Pahalı olması ve fazla yağ emmesi nedeniyle yalnız başına kullanılmaz. Kullanılacak ağartma toprağının miktarı yağın rengine toprağın aktivitesine bağlı olarak değişir. Ağartma işlemi kontinü olarak yapılabildiği gibi ülkemizde de kullanılan diskontinü sistemle de yapılabilmektedir. Bu amaçla 25-30 tonluk kazanlar kullanılır. Kazanda ısıtıcı serpantin ve karıştırıcı bulunur. Yağın sıcaklığı, 70-80 oC’ye çıkarılır ve toprak konur. Sıcaklık 90-100 oC’ye çıkarılır. Toprağın ilave edilmesi sırasında karıştırıcılar çalıştırılarak bir süspansiyon elde edilir. Isıtma tamamlandıktan sonra 15-20 dakika daha karıştırmaya devam edilir. Daha sonra yağ presli filtrelerden geçirilerek süzülür. Bu aşamada yağ kaybı en fazla katılan toprak miktarı kadar olmaktadır. Süzme işleminden sonra kazana önce basınçlı hava verilerek serbest yağ, sonra basınçlı buhar verilerek de toprağın adsorbe ettiği yağ alınır. Bu işlemler sırasında oksidasyonu önlemek için vakum da yapılır.<br />d) Koku Giderme (Deoderizasyon) :<br />Koku alma işleminin amacı istenmeyen koku ve tat maddelerinin yağdan uzaklaştırılmasıdır. Koku alma işlemini kısaca yağın tat ve kokusunu bozan bazı uçucu maddeleri, su buharı ile yağdan ayırmak şeklinde tanımlayabiliriz. Koku alma için; kurutma ve gazları uçurma, ısıtma, koku alma, soğutma, boşaltma işlemleri uygulanır. Yağlarda koku alma işlemi kontinü ve diskontinü olarak yapılır. Ülkemizde daha çok diskontinü yöntem uygulanmaktadır. Kokusu giderilecek yağ kazana alınır. Kazana alttan buhar verilerek sıcaklık, 3-5 mm’lik vakumda 180 oC’ye çıkarılır. Buhar kazana alttan verildiği için aynı zamanda yağ karıştırılmış olur. Bu sırada yağda istenmeyen koku maddeleri buharla birlikte uzaklaştırılmış olur. Kokusu giderilmiş yağ yüksek vakum altında 100 oC’ye soğutulur. Oradan da plakalı soğutuculara gönderilerek sıcaklık 30-50 oC’ye soğutulur. Bu arada oksidasyonu önlemek amacıyla 1 kg. yağa 50 mg. Sitrik asit çözeltisi verilmelidir.<br />e) Vinterizasyon (Soğuklatma) :<br />Yemeklik yağlara uygulanan bir işlemdir. Yağlarda bulunan doymuş trigliseritlerin; özellikle de stearinlerin, 8-10 oC’de donarak yağı bulandırmalarını önlemek amacıyla yapılır. Bu işlem genellikle ayçiçeği, çiğit ve mısırözü gibi yağlarda yapılır. Rafinasyonu biten yağ kristalizatörlere alınır ve istenilen kristalizasyon sıcaklığına kadar (0-10 oC ) soğutulur. Böylece yağlarda bulunan ve yüksek derecede eriyen trigliseritlerle (genelde stearin) vax’lar (mumlar) ayrılır. Bu işlemle yağın oda derecesinde kristalleşmeler sonucu bulanması önlenmiş olur. Ayırma işleminden sonra yağ soğutulmuş filtrelerden geçirilerek berrak kısım alınır. Vinterizasyonun başarılı olabilmesi için yağ mutlaka diğer rafinasyon aşamalarından geçmiş olmalıdır. Aksi halde ortamdaki serbest asitlik, yapışkan maddeler ve renk maddeleri kristalizasyonu güçleştirir.<br /><br />SIVI YAĞLARIN SERTLEŞTİRİLMESİ (HİDROJENASYON)<br />Hidrojenasyon Hakkında Genel Bilgiler:<br />Hidrojenasyon, sıvı yağlardaki doymamış yağ asitlerinin çift bağlarını hidrojenle doyurma işlemidir.<br />Sıvı halde bulunan veya içerisinde düşük erime noktasına sahip moleküller bulunduran bir yağdan erime noktası yüksek,kısmen veya tamamen katı özellikle yağ eldesinde üç yönteme başvurulabilir. Bunlar;<br />• Hidrojenasyon <br />• İnteresterifikasyon <br />• Fraksiyonlama’dır. <br /> Bu işlemlerden hidrojenasyon, diğerlerine göre daha kompleks ve daha geniş uygulama alanı bulmuştur.<br /> Hidrojenasyon işlemi sıvı yağların margarin veya çeşitli shorteninglere işlenmesi durumunda yapılmaktadır.<br /> Organik maddelerin katalitik hidrojenasyonu ilk olarak Debus tarafından 1863 yılında gerçekleştirildi. Modern hidrojenasyon işlemi Sabatier ve Senderes tarafından 1897-1905 yılında gerçekleştirilen araştırmalarla ortaya konuldu. Yağ asitlerinin sıvı fazda hidrojenasyonu ilk defa 1902 yılında Almanya’da Wilhelm Normann tarafından patentlendi. Bunu 1903 yılında Britanya’da yine Wilhelm Normann tarafından alınan patent izledi. Norman tarafından dizayn edilen ilk fabrika 1906 yılında İngiltere’de balina yağının sertleştirilmesinde kullanıldı. Bunu birkaç yıl içinde hızlı bir şekilde Almanya,İngiltere,Birleşik Devletler ve Hollanda’da inşa edilen diğer fabrikalar izledi. Ancak üretilen yağlar belli bir süre sabun yapımı ve diğer işler için kullanıldı.1913’de bir Norveç firması,Alman bilim adamları ile iş birliği yaparak yemeklik yağ olarak hidrojene balina yağının kabul edilebileceğini gösterdi. 1911’de Amerika’da hidrojene pamuk yağı şortening olarak piyasaya sunuldu.1920-1940 yıllarında hidrojene yağlarla uygun erime noktalı,yumuşak,plastik margarin ve şortening üretimi üzerine çeşitli çalışmalar yapılıp,ürünlerin arzulanan kalitelerde üretilmesi konusunda ilerlemeler sağlandı.<br /> Türkiye’de ise hidrojenasyon ve margarin 1950’den sonra geniş ölçüde tanışmış ve üretiminde önemli mesafeler alınmıştır.<br /> Hidrojenasyona tabi tutulacak sıvı yağlar iyi bir şekilde rafine edilmiş olmalıdır. Ayrıca Hidrojenasyondan sonra yağlarda ağartma işlemi de yapılmaktadır. Zira hidrojenasyon sırasında uygulanan sıcaklık 200 oC’nin üzerine çıkmakta ve yüksek basınç (7 atm.) uygulanmaktadır.<br />Reaksiyon sırasında katalizör değişime uğramamakta, ancak yağda yapısal değişiklikler meydana gelmektedir. Yapısal değişiklikler sonucunda sıvı yağlar yarı katı yada katı hale dönüşmekte bu yağlar ise margarin hammaddesi olarak kullanılmaktadır. Ayrıca tepkimeler sırasında doymamış yağ asitlerinde pozisyonel ve geometrik izomerizasyonun meydana gelmesi, hidrojenasyon işleminin karmaşık bir tepkime olmasına neden olmaktadır.<br /><br />Yağ Hidrojenasyonun Esasları :<br /> Bitkisel yağlar iki amaçla hidrojenasyona tabi tutulur. Bunlardan birincisi çift bağların sayısını azaltmak,böylece oksidasyona duyarlılığı azaltmak ve tat stabilitesini artırmaktır. İkinci amaç ise fiziksel özelliklerini değiştirerek,ürünün kullanım alanlarını artırmaktır. Böylece hidrojenasyonla bitkisel yağlardan margarin, şortening, kaplama yağı,kızartma yağı gibi değişik amaçlı yağların üretilmesi sağlanır.<br /> Hidrojenasyon işlemi kısaca,doymamış yağ asitleri karbonlar arasındaki çift bağlara hidrojen ilavesidir.<br /> Hidrojenasyon kazanında (otoklav,tank veya reaktörde denilebilir sıvı,katı ve gaz olmak üzere 3 faz bulunur. Bunlardan,doymamış yağ asitleri sıvı,katalizör(genellikle nikel) katı ve hidrojen gaz fazını oluşturur.Bu üç faz bir arada yüksek basınç ve sıcaklıkta bulundurulup karıştırıldığında hidrojenlenme meydana gelmektedir. Elde edilecek mamul yağın yapısı bu üç fazın bir arada bulunma şartlarına göre önemli farklılıklar göstermektedir. Üretilecek üründe istenen yapı ve özelliklere göre bu üç fazı bir arada bulundurma şartları ayarlanır. Böylece istenen erime noktası ve sterillik derecesine sahip yağ elde edilir.<br /> Hidrojenasyon sonucu elde edilen mamul yağın kompozisyon ve özelliklerini şu faktörler etkilemektedir.<br />• • Kullanılan katalistin tipi,<br />• • Yağdaki katalist konsantrasyonu,<br />• • Hidrojenasyon ortamının hidrojen gazı basıncı,<br />• • Hidrojenasyon ortamının reaksiyon sıcaklığı,<br />• • Hidrojen gazının ortama dağılım derecesi.<br />Hidrojen işlemi ile çift bağların bir kısmı yok edilir.Diğer önemli bir kısmı da bu işlem sırasında cis, trans ve yer (pozisyon) izomerizasyonuna uğrar. Yağ asitlerinin bu kimyasal değişikliklere bağlı olarak yağda iki önemli kalite değişikliği ortaya çıkar. Birincisi yağın erime aralığı yüksek derecelere kayar,ikincisi yağ dayanıklılığı (oksidasyon stabilitesi) artar.<br /> Hidrojenleme ekzotermik bir reaksiyondur. Çift bağların doyurulması için gerçekleşen hidrojenasyonda yağın iyot sayısını bir birim düşürmekle serbest bırakılan enerji,yağın spesifik ısısına bağlı olarak,ortamda 1.7 0C’lik sıcaklık artışı oluşturur. Reaksiyonun ekzotermik ısısı bir birim iyot sayısı için 1.7 BTU/lb veya 0.942 kcal/kg olarak hesaplanmaktadır (spesifik ısının 0.6 kcal/kg olduğu söylenir.)Isının serbest hidrojenasyonun otoklavının dizaynında çok önemli bir faktör olarak dikkate alınan kriterler arasındadır. Hidrojenasyonun ekzotermik oluşundan dolayı bazen ısıtma boruları veya cekete buhar sevki durdurulabilir. Hatta soğuk su sirkülasyonu bile gerekebilir.<br /> Hidrojenlemede çift bağlar doyurulduğundan hidrojenlenen yağın iyot sayısı azalır. Bir ton yağın iyot sayısını bir birim düşürmek için 1m3 hidrojen gazına ihtiyaç vardır. Bir başka hesapla 100 kg oleik asidin stearik aside tam indirgenmesi için 8m3 H2 gereklidir. <br /> İyot sayısı 106 olan pamuk yağı ve iyot sayısı 127 olan soya veya ayçiçeği yağının iyot sayısını 65'e düşürmek için gerekli H2 miktarını hesaplarsak (ton başına): <br /> <br /> Pamuk yağının iyot sayısı 106<br /> Hidrojenasyon sonucu istenen iyot sayısı 65<br /> Fark 41<br /> Bir ton yağın iyot sayısını 1 birim düşürmek için 1m3 H2 gazına ihtiyaç varsa;1 ton pamuk yağının iyot sayısını 65’e indirmek için 41m3 H2 gazına ihtiyaç vardır. Aynı hesaplamayı soya veya ayçiçeği yağı için yaparsak;127-65=62 m3 H2 gazına ihtiyaç vardır. Bu durum,iyot sayısı yüksek yağlardan belli viskozite ve sertlik hidrojene yağ üretmek için daha fazla hidrojen gazına ihtiyaç olduğunu göstermektedir. 1m3 H2 üretmek için yaklaşık 5.5 kw/h elektrik enerjisine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla yüksek iyot sayılı yağlardan hazırlanacak hidrojene yağların üretim maliyetlerinin yüksek olacağı anlaşılmaktadır.<br /> Pamuk yağı yaklaşık % 20 palmitik asit içeriğine sahiptir. Bu nedenle pamuk yağı kısmi hidrojene yağ üretimi için iyi bir kaynak ve bu açıdan değerli bir yağdır. Diğer bitkisel yağlarda 18 karbonlu doymamış yağ asitleri hakimdir. Bunlardan üretilen hidrojene ürünlerde istenmeyen β-kristal formu oluşur. Halbuki 16 karbonlu palmitik asidi fazlaca içeren pamuk yağının hidrojene ürünlerinde arzulanan β-kristallerinin oluşum temayülü artar.<br /><br /><br /><br />Hidrojenasyonda Kullanılan Katalistler ve Katalist Zehirlenmenin Hidrojenasyon Üzerine Etkisi :<br /> Hidrojenasyonda katalist kritik bir elementtir. Bazı özel ürünler hariç çoğunlukla katalist olarak Ni kullanılmaktadır. Hidrojenasyonda kullanılacak katalist aktif,uzun ömürlü,seçici ve filtrasyonla kolayca uzaklaştırılabilen izomer formasyonunda ve partiden partiye tutarlı olmalı,değişmemelidir. Katalist hazırlarken,nikel format bir yağla karıştırılır ve format parçalanıncaya kadar ısıtılır. Metalik nikel üretilir ve formattan üretilen hidrojenle indirgenir. Format uzun süre ısıtılırsa,bazı nikel parçacıkları,kolloidal büyüklüğe ulaşır ve bu sebeple hidrojene yağlardan filtre ile uzaklaştırılması çok zorlaşır. Yeni tip katalizörler kuru indirgenmiş ve destekleyici olarak başka bir metali içermektedirler. Ayrıca, partikül büyüklüğü yağda kolloidal nikel parçacığı kalmayacak şekilde hızlı bir filtrasyon sağlayacak şekilde ayarlanmıştır. Kendi katalistinizi hazırlamak ekonomik görünmekle birlikte,katalist üreticileri tarafından tavsiye edilen yüksek kaliteli katalistleri satın almak en iyisidir.<br /> Katalistin aktivitesi, bir parti yağı uygun bir zaman dilimi için hidrojene etmek için ne kadar katalist gerektiğini belirtir. Aktivite, belli özel şartlar altında hidrojene edilen yağın iyot sayısının birim zamandaki düşüşüyle belirlenir. Böylece çeşitli katalistlerin aktiviteleri karşılaştırılabilir ve satın alma spesifikasyonlarının bir parçası olarak kullanılabilir.<br /> Katalistin ömrü, katalistin ne kadar süre ile aktif ve kullanılabilir olacağını belirtir. Katalist ömrü, yağdaki sülfür bileşikleri, yağ asitleri ve fosfatitler gibi katalist aktivitesini yok eden bileşiklerle (zehirlerle) azaltılır. İyi bir katalist birkaç defa kullanılabilir. Ancak aktivitede meydana gelen azalmayı tolere etmek için her kullanımda belli oranda hidrojenasyon ortamına katalist ilave edilir. Bununla birlikte daha ileride tartışılacak olan selektivite, katalistin yeniden kullanımıyla değişir. Bu yüzden bitkisel ve hayvansal yağ üreticileri kritik bazlı stoklar üretmek belli özelliklere sahip katalistler kullanılır. Selektivitenin önemli olmadığı tamamen hidrojene yağlar yada katı stok üretimi için bu katalisti tekrar kullanım için biriktirirler. <br /> Katalist seçiminde dikkat edilecek bir faktör de katalistin izomerizasyon karakteristiğidir. Hidrojenasyon esnasında çift bağların bir çoğu trans ve pozisyon izomerlerine dönüşür. Yağdaki trans asit miktarı yağın sertliğini etkiler. Bu nedenle trans oluşumu kontrol edilmelidir. Bir kataliste trans oluşumunu artırın sülfür gibi ek bir madde yoksa selektivite geniş oranda değişmesine rağmen çoğu aynı şartlarda aynı oranda trans oluşturur.<br />Sertleştirme işlemi, katalist ile yağın süspansiyon halinde bulunduğu karıştırmalı bir tank reaktörde yapılır. Bütün yağlarda katalist için zehir etkisi, yani katalist etkisini azaltan veya etkisini önleyen yabancı maddeler vardır. Bir yağın içinde normal olan 5 mg/kg’lık kükürt miktarı katalistin 13 m2 ‘lik nikel yüzeyini tersinir olmayan bir şekilde yok eder. Katalistin yağdan kolayca süzülmesi için tane boyutu 5 milimikron olmalıdır. Bu boydaki katı nikel taneciklerini spesifik (özgül) alanları ise 0,15 m2/ /g kadardır. Dolayısıyla her sertleştirme işleminde 1 kg yağ için 87 g nikel veya nikelin % 9’u zehirlenmektedir. Bu durum pratik ve ekonomik olmadığından günlük işlemlerde kullanılan tüm katalistler büyük iç yüzeye sahip gözenekli taneciklerden oluşturulmuştur. Bu şekilde, katalistteki Ni yüzeyi 50-100 m2 /g civarında olup, zehirlenen nikel miktarı 1 ton yağ için 0,2 kg’â kadar düşürülmektedir.<br /><br />Hidrojenasyon İşleminin Yapılışı:<br /> Kuru ve rafine yağ otoklava alınır. Bir kısım yağ da, ısıtmalı karıştırma kazanında katalist ile karıştırıldıktan sonra otoklava alınır. Çalışmanın her kademesinde otoklav içinde veya sistemde patlayıcı karışımların oluşmasını engelleyici tedbirler alınmalıdır. Otoklavda karışım karıştırılırken buhar ile ısıtılır ve 120 oC’ye ulaşınca hidrojen verilir. İstenilen sertleşme derecesine erişilince karışım 100 oC’nin altına soğutulur ve süzülür. Süzülen yağda çözünmüş veya dağılmış olarak 10 mg/kg kadar nikel bulunabilir. Son ağartma ile bu miktar 0,1 mg/kg seviyesine düşürülür. Filtre preslerde kalan katalist tekrar kullanılır. Fakat çok fazla tekrar kullanım selektivitenin azalmasına ve pratik olmayan uzun süzme zamanlarına neden olur.<br /> Hidrojenasyon işlemi de Batch usulü veya sürekli sistemlerle yapılabilir. <br /> <br />a) Batch Usulü Hidrojenasyon :<br />Hammadde ve istenilen ürünlerin farklı olması sürekli sertleştirme uygulamasını sınırlandırmaktadır. Batch sisteminde sertleştirme işlemi 5-20 ton olabilen silindir şeklinde basınçlı kazanlarda yapılabilir. İçi sıvı yağ ile dolu olan kazanlarda yağ yüksekliği çap oranı 1,5 gibi bir değerde olmalıdır. Kazan üzerinde iki veya daha fazla karıştırıcı bulunan türbin tipi karıştırma ekseni tercih edilir. Doldurma sonucunda üst karıştırıcı yağa fazla batmaz. Böylece üst boşlukta kalan hidrojen gazı yağ içine emilir ve ince habbecikler halinde dağılır.<br />Kazan içindeki borular yağın buharla ısıtılması ve su ile soğutulmasını (açığa çıkan reaksiyon ısısını uzaklaştırmak ve süzme ısısına kadar soğutmak ) sağlar. <br />Sertleştirme işlemi Gaz dolaşım sistemi ve ölü uç (Dead-end) sistemi ile yapılır. Her iki sistemde de hidrojen gazı alt karıştırıcının altındaki bir dağıtm sistemine gönderilir. Gaz dolaşım sisteminde kazanın üstüne gelen gaz bir gaz ayırıcısından ve bazen bir yıkayıcıdan geçerek bir dolaşım pompasıyla tekrar girişe gelir. Kullanılan hidrojen yerine sisteme taze hidrojen verilir. Ölü-uç sisteminde dolaşım yoktur. Sistemde aşağıdan yukarıya doğru ilerleyen gazın iyice dağılması ve üstte biriken gazı geri emilip geniş bir gaz-yağ değme yüzeyi sağlanması için karıştırıcıların çok iyi çalışması gerekir. Ölü-uç sistemi mekanik olarak basittir. Kullanılan malzemenin saflığına ve doldurma sistemiiiiinin yüksekliğine önem verilirse sistem başarı sağlar. Dolaşım sistemi saflık, gaz ve yağın kuruluğu ve doldurma yüksekliği bakımından fazla özen istemez. Ancak tıkanması ve eksilmesi yüzünden fazla bakım ister. Şartlar ve aygıtların özelliklerinin seçimi, reaksiyonun ekzotermik ısısı ve seçimlilik derecesine bağlıdır. Seçimlilik katalist miktarı, hidrojen basıncı ve/veya karıştırma hızının birlikte aktarılması ile sabit bir seviyede tutulur. Bu önlemlerin hepsi bir noktada reaksiyon hızını artırır ve kısa süre içinde açığa çıkan ısı nedeniyle sınırlamaya gidilmesinin gerektirir. Büyük kazanlarda her ton yağ ısısı için 4-5 M2’den daha fazla bir soğutma yüzeyi kurmak zordur. Isı iletim katsayısı da göz önüne alınırsa 180 oC’lik bir sıcaklıkta erişilebilecek en büyük reaksiyon hızı 130 iyot indisi ünitesi/saattir. Bu hız ısı düşüşüyle birlikte çok azalır. Pratikte çalışma basıncı 1-6 atm olup, kazanlar en fazla 10 atm basınca dayanacak şekilde yapılır. İşlem bitince kazan içindeki karışım bir çerçeveli filtreden süzülür. Filtre preslerin çalıştırılması kolay olan değişik mekanik şekilleri mevcuttur. Filtrenin altındaki bir konveyör katalisti tekrar karıştırma kazanına getirir.<br />b) Sürekli Hidrojenasyon :<br />Batch hidrojenasyonda kazan aynı zamanda ön ısıtıcı ve süzmeden önce bekleme tankı olarak iş görür. Dolayısıyla kazanın gerçek kullanım oranı düşüktür. Sürekli sitemde ön ısıtma ve son soğutma sürekli ısı değişimi ile yapılır. Bu da ısı ekonomisi ve cihazların daha iyi kullanılmasını sağlar. Ancak katalistin çökmesi ile sistemin tıkanma ihtimali vardır. En önemli avantajı sabit besleme durumunda ürünün özelliklerinin batch sistemine göre sabit olmasıdır. Üretimde bir kere kararlılık durumuna erişilince üründe sapma az olur ve reaktör sisteminin basıncı ile ürün özelliklerinde ayarlama yapılabilir. Bu sistemin en önemli dezavantajı, sistemin değişikliklere kolayca uydurulamamasıdır. Değişik bir besleme maddesi veya değişik bir ürüne geçişi normal şartlardan 3 defa fazla sistemde kalma zamanı gerektirir ve bu sürede standart dışı ürün elde edilir. Uygulamada kullanılan bütün sürekli sertleşme tesisleri, seri olarak çalışan belli sayıda karıştırıcılı tank reaktörleridir. <br /> <br />Bütün hidrojenasyon safhalarını şöyle özetleyebiliriz:<br />• • Otoklava yağ dolumu 30 d<br />• • 150-160 oC’ye (veya çalışma sıcaklığına) 60 d<br />• • Kataliz ilavesi 15 d<br />• • Hidrojen gazının tatbiki 80-120 d<br />• • 100 oC’ye (filtreleme sıcaklığına) soğutma 15 d<br />• • Filtre presinde filtreleme 30-60 d<br />• • Toplam işlem süresi 230-300 d<br /><br />Zeytinyağı ve Bitkisel Sıvı Yağlarda Serbest Yağ Asitliği Tayini<br /><br /> Kullanılan Kimyasallar <br /> <br />Ayarlı, 0,1 N etanollü potasyum hidroksit çözeltisi (KOH) <br />%1’lik fenolftalein çözeltisi (%95’lik etanolde hazırlanmış) <br />%97 ‘lik etanol ve dietil eter karışımı (nötralize edilmiş) <br /><br />Deneyin Yapılışı <br /> <br />10 g deney numunesi tartılarak bir erlene alınır. Üzerine 100 mL yarı yarıya hazırlanmış dietileter ve etanol karışımı eklenerek çözünme sağlanana kadar karıştırılır 2-3 damla fenolftalein çözeltisi eklenerek bürete doldurulan 0,1 N ayarlı etanollü potasyum hidroksit çözeltisi ile erlende pembe renk gözleninceye kadar titre edilir. Oluşan pembe renk 30 sn kalıcı olmalıdır. <br /><br />Hesaplamalar <br /> <br />Harcanan her mL 0,1 N KOH 0,028 g oleik aside eşdeğerdir. <br /> <br />%A = (V x 0,028 x 100)/m <br /> <br />Burada; <br /> <br />V = Titrasyonda harcanan 0,1 N potasyum hidroksit çözeltisi hacmi (mL) <br />m = Alınan örnek numunesinin ağırlığı (g)dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-54656612466222319872007-10-04T13:00:00.001-07:002007-10-04T13:00:36.847-07:00Omega ve YAĞ ASİTLERİOmega ve YAĞ ASİTLERİ<br />Yağların, sağlığımız üzerindeki etkilerini inceleyen pek çok araştırma yapıldı. Sonuç olarak sağlıklı ve uzun bir yaşam için yağlara ve genç kalmak için de yağ asitlerine ihtiyacımız olduğu ortaya çıktı. <br /> Yağlar, uzun yıllar kilo aldırmaktan tutun da cilt sorunlarına, kalp hastalıklarına ve kanser gibi ölümcül hastalıklara kadar pek çok sağlık sorununun sorumlusu olarak suçlu sandalyesine oturtuldu. Bu nedenle bize söylenen hep sağlıklı ve uzun yaşamak için yağ tüketimini en aza indirgememiz hatta formda kalabilmek için tamamen uzak durmamız oldu. <br /> Oysa yaşam için ihtiyacımız olan en önemli besin kaynaklarından biri, yağlar. Yağlar olmadığı takdirde vücudumuz sağlık için çok gerekli olan A, D, E ve K vitaminlerini özümseyemiyor. Yağlar, önemli enerji kaynağı. 1 gram yağ, protein ve karbonhidratların iki katı kadar enerji sağlıyor ve vücudun enerji kıtlığında depolanabiliyor. Ayrıca sinir sistemi, beyin ve cinsiyet gibi hayati vücut işlevleri ve vücut ısısını dengeliyor. Yağların bir diğer artısı da kalp, böbrek ve sinirler gibi yaşamsal organların etrafını sararak zedelenmelerini önlemeleri. Yağlar ayrıca vücudumuzda yapılamayan ve ancak besinler yoluyla alınan "omega" denilen yağ asitlerinin vücuda alımını sağlıyor.<br />Omega nedir? <br />'Omega' adı akla bilim kurguyu getiriyor. Oysa ismini kimyasal yapısından almış. Halk arasında "balıkyağı" olarak bilinen Omega-3 ile bitkisel yağlarda bulunan Omega-6 yağ asitleri döllenme anından başlayarak anne karnından itibaren yaşam boyunca vücudumuzdaki doku hücrelerinin önemli yapı taşlarını oluşturuyorlar. Bağışıklık sistemini güçlendirerek kalp, kanser, romatoit artrid ve sedef hastalıklarından koruma sağlıyor.<br />Bilim adamlarının benzersiz ve güçlü ilaç olarak adlandırdıkları Omega-3 yağ asitleri olmadan "beden çöker" demek hiç de abartılı olmaz. Çünkü bu yağ asitleri hücrelerin davranışını kontrol ediyor ve her hücre nasıl işliyorsa, bedenin tümü de öyle işliyor. Hücrelerin her birindeki en ufak bir yağ asidi dengesizliği, onların çıldırmalarına ve tüm bedende kaos ortamı oluşturmalarına yol açıyor.<br />Omega-3, retina, beyin ve sperm hücrelerinin işlevlerini hatasız olarak yerine getirmeleri açısından gerekli. Eksikliği, retinada görme fonksiyonunun azalmasına yol açabiliyor. Ayrıca, ruh hali, konsantrasyon, bellek, dikkat ve davranış bozukluklarına neden olabiliyor. <br />Omega-3 doğanın en harika çok yönlü ilaçlarından biri. Kolesterol düşürücü ilaçlar kadar etkili. Yüksek trigliseridler için bilinen en iyi ilaç. Ayrıca damar sertliği ve tıkanıklılığı, enfeksiyon hastalıkları ve davranış bozuklukları üzerinde olumlu etkilere sahip.<br />Gerek Omega-3 gerekse Omega-6 yağ asitlerinin dengeli alımı, sağlığımız için temel olan ideal kan dolaşımını sağlıyor. Ayrıca beynin gelişimine, sağlıklı büyümeye ve bağışıklık sisteminin güçlenmesine yardımcı oluyor. Cildin nemini koruyarak, genç görünmesine ve tüm cilt hücrelerinin işlevlerini düzenlenmesine yardımcı oluyor. <br />Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından önerilen ideal denge, her 5-10 gram Omega-6 yağ asidine karşılık 1 gram Omega-3 yağ asidi şeklinde. Aşırı Omega-6 yağ asiti alımı Omega-3 yağ asitlerinin yararını baltayabiliyor.<br />Omega-3 ve Omega-6 yağ asitleri vücutta görevleri gereği kendi aralarında sürekli rekabet halindedirler. Omega-3, kanın akışkanlığını sağlarken, Omega-6 pıhtılaşmayı artırıyor. Omega-6, büyüme ve cilt için gerekli, Omega-3 ise sağlıklı ve uzun bir ömrün anahtarı. Aşırı Omega-6 alımı kanı pıhtılaştırmanın yanı sıra kolesterol plaklarının oluşumunu kolaylaştırıp, alerji ve iltihaba bağlı hastalıkların gelişimine yol açıyor. <br />Omega-3 ise tam tersini yani kanın pıhtılaşmasını, kolesterolün yükselmesini ve iltihabi hastalıkların oluşumunu engelliyor.<br />Omega-6 en çok bitkisel sıvıyağlarda, Omega-3 ise en çok yağlı balıklarda bulunuyor. Balıklar bu maddeyi yosun ve planktonlardan elde ediyorlar.<br />Omeganın Yararları <br /><br />Omega yağlarının dengeli alımı vücudu pek çok hastalıklardan koruyor. <br />Kalp hastalıklarına karşı koruyor <br />Kötü kolesterolü düşürüp, iyi kolesterolü artırıyor. Düşük kolesterol seviyesini normal değere çıkartıyor. Kalp krizinde etken bir rol oynayan trigliserid seviyesini azaltıyor. Kanın akışkanlığını sağlayarak, kalp tarafından kolayca pompalanmasına yardımcı oluyor. Böylece damar tıkanıklığı (tromboz) ya da damarlara yağ birikimini (arterioskelerosis) önlüyor. Kalp krizi riskini en aza indirgiyor. Kalp hastalıklarının bir sebebi de ırsidir. Bu nedenle ailesinde kalp hastalığı olanların küçük yaşlardan itibaren dengeli omega yağı almaları ilerki yaşlarda kalp riskini azaltabiliyor.<br />Kansere karşı etkili <br />Vücudumuzda bulunan kötü huylu hücreleri baskı altında tutabilmek ve yok edebilmek için bağışıklık sistemi omega yağlarından güç alıyor. Yapılan araştırmalarda göğüs, prostat ve kolon kanseri başta olmak üzere pek çok kanser türünde omega yağ asitlerinin yararlı olduğu gözlendi.<br />Kangreni önlüyor <br />Kanı inceltip damarları koruyor ve pıhtılaşmayı önlüyor. Kanın tüm vücutta dolaşmasını sağlayarak parmak ucu hissizleşmesini, el ve ayak parmaklarının dolaşıma bağlı üşümesini önlüyor veya azaltıyor.<br />Diyabeti geciktiriyor <br />Yapılan son araştırmalar balıkta bulunan Omega-3 yağ asitlerinin insülinin işlevini artırarak ve diyabette özellikle de tip II diyabetlilerde hastalığı geciktirdiği ortaya çıktı.<br />Yaşlanmayı durduruyor <br />Omega yağ asitleri serbest radikallere karşı savaşarak cilt hücrelerinin yaşlanmasını engelliyor. Hücreleri yenileyip cildi güzelleştiriyor.<br />Migrene iyi geliyor <br />Kanın beyin damarlarında rahatça dolaşmasını sağlayarak migren tipi ağrıları önlüyor.<br />İltihabi hastalıkları önlüyor <br />Güçlü bir bağışıklık sistemi için omega yağları çok önemli. Başta gribal enfeksiyonlar olmak üzere, sedef, romatoit artartrit, astım ve alerji gibi hastalıkların tedavisinde önemli rol oynuyor.<br />Depresyonu tetikliyor <br />Yeni Zelanda, Kanada ve Almanya gibi Omega-3 yağının Omega-6 yağına oranla daha az tüketildiği toplumlarda depresyon vakaları, dengeli Omega-3 yağı tüketen Japonya'dan 5 kat daha fazla.<br />Omega Yağları En Çok Kimlere Gerekli? <br />Hamile kadınlar ve bebekler <br />Omega, anne karnındaki bebeğin sağlıklı gelişimi için elzem bir yağ asidi. Beyin, kalp, damarlar ve gözlerin sağlıklı gelişmesinde önemli rol oynuyor. İnsan beyni doğumdan önceki son üç ayda hızla büyür,doğumdan sonraki ilk 12 haftada bu büyüme hızı 3 kat artıyor.Bu nedenle hamile ve emzikli annelerin Omega-3 ve Omega 6 içeren gıdaları yeterince ve dengeli biçimde almaları çok önemli.Omega-3 ve 6 dengesiyle beslenen annelerin bebeklerinde beyin,sinir sistemi ve görme yetenekleri sağlıklı gelişiyor.Omega yağları ayrıca,çocuğun matematik zekasını geliştirip,okuma,telaffuz ve yazma beceresini arttırıyor.Eksikliği halinde çocuklarda davranış bozukluklarına(hiperaktivite,dikkat eksikliği gibi)yol açıyor. <br />Yetişkinler <br />Zamanla bu yağ asidinin azalması bellek kaybı,bunama ve depresyon gibi sorunlara yol açıyor.Bunama hastalığı olarak bilinen alzheimer üzerinde yapılan araştırmalarda hastalığın balık yemeyen toplumlarda daha sık rastlandığı ortaya çıktı.Omega yağları ayrıca bağışıklık sistemini güçlendirerek pek çok ölümcül hastalığın tedavisinde de önemli rol oynuyor. <br />Omega-3 üzerine yapılan araştırmalar <br />Değerli bir Omega-3 kaynağı olan balıkyağı, ilk kez 1752 yılında Dr. Samuel Kay tarafından romatizmal ağrılar ve kemik hastalıkları tedavisinde kullanıldı. Viktorya döneminde gut, verem, bronşit, kronik cilt hastalıkları ve raşitizm gibi hastalıkların iyileşmesinde etkili olduğu saptandı. Uzun yıllar balık yemenin sağlığımıza yararlı olduğu bilindi bilinmesine de <br />hangi alanda iyileştirici etkisi olduğu henüz tam olarak saptanmamıştı. Ta ki 1912 yılında vitaminlerin sağlığımız üzerindeki <br />önemi keşfedilene kadar. Balık yağının en zengin A ve D vitaminleri kaynağı olduğu anlaşıldıktan sonra bu konuda araştırmalar hızlandı. 1976 yılında Eskimolar üzerinde yapılan bir araştırma bilim dünyasını şaşkına çevirdi. Aşırı hayvansal yağla beslendikleri halde Grönland Eskimolarının kanlarındaki kolesterol oranı çok düşüktü. Koroner kalp hastalıkları, kanser ve romatoit artrid hastalıklarının oranı diğer toplumlara göre çok azdı. <br />Bunun üzerine Eskimoların beslenme alışkanlıkları araştırıldı ve günde ortalama 400 gr yağlı balıklar ve deniz ürünleri yedikleri ortaya çıktı. Etkin faktörün bu hayvanlarda bulunan Omega-3 adlı yağ asitleri olduğu anlaşıldı. 1980'lerin ortalarında balıktaki kolesterol düşürücü maddelerden birinin Omega-3 yağ asitleri olduğu kesinleşti. Hollanda'da yapılan 20 yıllık bir araştırmada günde en az 28 gr balık yiyenlerde, hiç tüketmeyenlere göre kalp krizine bağlı ölüm oranının yarı yarıya azaldığı kaydedildi. 1983 yılında kalp krizi geçirmiş erkeklere Omega-3 içeren <br />bir diyet uygulatarak sonraki <br />atakların riski araştırıldı ve <br />yağlı balık yiyenlerin yemeyenlere oranla ölüm oranının yüzde 29 azaldığı anlaşıldı.Araştırmalar, bol balıkla beslenen toplumlarda kanser oranının düşük olduğu görüldü. 32 ülke arasında <br />yapılan bir incelemede en çok balık yiyen toplumlarda <br />meme kanseri en düşük <br />oranda görülmekte.<br />Omega yağ asitleri hangi besinlerde bulunuyor? <br />Omega-3 (Alfa linolenik asit): Yağlı balıklar ve deniz ürünleri (özellikle uskumru, sardalye, hamsi ve somon gibi) ceviz, badem, soya filizi, kuru fasulye, soya fasulyesi, nohut, mısır, mısır unu, keten tohumu yağı, tatlı patates, marul, lahana, brokoli ve yeşil yapraklı sebzelerde bulunuyor.<br />Uzmanların önerisi <br />* Haftada en az 2-3 kez balık yiyin. Balığı kızartmak yerine ızgara ya da buğulama olarak yemeyi tercih edin. Eğer ailenizde kalp hastalığı varsa Omega-3 içerikli bir beslenme alışkanlığı edinin ve bunu ömür boyu sürdürün. Dengeli omega yağ asidi alımı, sizi kalp krizi riskinden koruyacak.<br />* Hamileler ve süt veren anneler haftada 4-5 kez balık yemeli. Balık yemediği günler Omega-3 yağ asitlerini içeren besinleri almalı.<br />* Her sabah kahvaltıda 2-3 ceviz yiyin. Balık kadar olmasa da değerli bir Omega-3 kaynağı olan ceviz, kalbi koruyor ve beynin performansını artırıyor.<br />* Orta yaşlılar 'alzhemeir' hastalığından korunmak için bol bol balık yemeli. Bu mümkün değilse doktora danışarak balıkyağı hapları almalı.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-44951904398423491022007-10-04T12:59:00.000-07:002007-10-04T13:00:10.998-07:00YAĞDA EYİYEN VİTAMİNLERYAĞDA EYİYEN VİTAMİNLER<br />:A VİTAMİNİ:<br />A Vitamini yağda eriyen vitaminlerdendir.Balıkyağında, karaciğerde, tereyağı ve kremada, peynirde, yumurta sarısında bulunur.Sonradan A vitamini (retinol) ne dönüşecek olan Beta Karoten ve diğer karotenoidler ise yeşil yapraklı ve sarı sebzelerde ve tahıllarda bulunur.A vitamini karaciğerde depolanır. Isıya karşı sabit ve pişirilmeye dayanıklıdır.Yüksek miktarlarda alınması toksik reaksiyonlara (zehirlenme) neden olabilir. Vitamin A miktarı Retinol Equivalant ile ölçülür. <br />Vücuttaki Fonksiyonları <br />Sağlıklı deri ve saçlar için gereklidir. <br />Diş, dişeti, ve kemik gelişiminde önemli rol oynar <br />Normal iyi görme de ve gece görme de etkilidir. <br />Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir. <br />Akciğer, mide, üriner sistem ve diğer organların koruyucu epitelinin düzeninde rol oynar. <br />Eksiklik Belirtileri <br />1)Gece körlüğü <br />2)Xerophthalmia ( korneanın anormal kuruması ve kalınlaşması = göz kuruluğu) <br />3)Bağışıklık sisteminin zayıflaması, enfeksiyonlara elverişli hale gelme <br />4)Akne (sivilce) oluşumunda artış <br />5)Yorgunluk <br />6)Diş, diseti ve kemiklerde deformiteler <br />Aşırılık ve Zehirlenme Belirtileri <br />1)Karaciğer bozuklukları <br />2)Mide bulantısı ve kusma <br />3)Saç dökülmesi (saçlar çabuk kopar) <br />4)Başağrısı <br />5)Eklem ağrıları <br />6)Dudak çatlamaları <br />7)Saç kuruluğu <br />8)İştah kaybı <br />:D VİTAMİNİ:<br />D Vitamini yağda eriyen vitaminlerdendir. Daha çok iki şekilde bulunur.Bunlardan aktif ergosterol, kalsiferol ve D2 vitamini gibi adlarla da bilinen ergokalsiferol ışınlanmış mayalarda bulunur.Aktif 7-dehidrokolesterol ve D3 vitamini gibi adlarla da anılan kolesalsiferol ise insan derisinde güneş ışığı ile temas sonucu meydana gelir ve daha çok balık yağında ve yumurta sarısında bulunur. Isıya karşı sabit ve pişirilmeye dayanıklıdır.Yüksek miktarlarda alınması toksik reaksiyonlara (zehirlenme) neden olabilir. <br />Vücuttaki Fonksiyonları <br />İnce barsaklardan kalsiyum ve fosforun emilimini düzenleyerek kemik büyümesi, sertleşmesi ve tamiri üzerinde etkili olur. <br />Raşitizmi önler <br />Böbrek hastalıklarında düşük kan kalsiyumu seviyesini düzenler. <br />Postoperatif kas kasılmalarını önler. <br />Kalsiyumla birlikte kemik gelişimini kontrol eder. <br />Bebekler ve çocuklarda kemik ve dişlerin normal gelişme ve büyümesini sağlar. <br />Henüz kanıtlanmamış olası etkileri:<br />Artrit, yaşlanma belirtileri ,sivilce,alkolizm, kistik fibrozis uçuk ve herpes zoster tedavisi, kolon kanserinin önlenmesi.<br />Vitamin D alınımına dikkat edilmesi gereken durumlar: <br />Güneş ışığı bakımından yetersiz bölgelerde yaşayan çocuklar. <br />Yetersiz gıda alan ve fazla kalori yakan kişiler <br />55 yaşın üzerindekiler, özellikle menapoz sonrası kadınlar. <br />Emziren ve hamile kadınlar. <br />Alkol veya uyuşturucu kullananlar. <br />Kronik hastalığı olanlar, uzun süredir stress altında olanlar, yakın geçmişte ameliyat geçirmiş olanlar. <br />Mide-barsak kanalının bir kısmı ameliyat ile alınmış olanlar. <br />Ağır yaralanma ve yanığı olan kişiler. <br />Eksiklik Belirtileri <br />Raşitizm:(Çocuklarda D vitamini eksikliği ile oluşan hastalık)Çarpık bacaklar, kemik veya eklem yerlerinde deformasyonlar, diş gelişiminde gerilik, kaslarda zayıflık, yorgunluk, bitkinlik. <br />Osteomalazi (yetişkinlerde D vitamini eksikliği ile oluşan hastalık) kaburga kemiklerinde,omurganın alt kısmında, leğen kemiğinde, bacaklarda ağrı, kas zayıflığı ve spazmları, çabuk kırılan kemikler. <br />Aşırılık ve Zehirlenme Belirtileri <br />1)Yüksek kan basıncı <br />2)Mide bulantısı ve kusma <br />3)Düzensiz kalp atışı <br />4)Karın ağrısı <br />5)İştah kaybı <br />6)Zihinsel ve fiziksel gelişme geriliği <br />7)Damar sertliğine eğilim <br />8)Böbrek hasarları<br />:E VİTAMİNİ:<br />E Vitamini yağda eriyen vitaminlerdendir.Alfa,beta,gama ve delta tokoferolleri içerir. Bitkisel yağlar ve buğday tanesi en iyi kaynağıdır. Isıya karşı sabit ve pişirilmeye dayanıklıdır. <br />Vücuttaki Fonksiyonları <br />En iyi Antioksidandır.Hücre zarı ve taşıyıcı moleküllerin lipid kısmını stabilize ederek hücreyi serbest radikaller, ağır metaller, zehirli bileşikler, ilaç ve radyasyonun zararlı etkilerinden korur. <br />İmmun sistemin aktivitesi için gereklidir.Timus bezini ve alyuvarları korur.Virütik hastalıklara karşı bağışıklık sistemini geliştirir. <br />Göz sağlığı için hayati önem taşır.Retina gelişimi için gereklidir.Serbest radikallerin katarakt yapıcı etkilerini önler. <br />Yaşlanmaya karşı koruyucudur.Serbest radikallerin dokular, deri ve kan damarlarında oluşturduğu dejenaratif etkiyi önler.Yaşlanmayla ortaya çıkan hafıza kayıplarını da önleyici etkisi vardır. <br />Eksiklik Belirtileri <br />Çocuklarda hemolitik anemi ve göz bozuklukları <br />Yetişkinlerde Dengesiz yürüme, konsantrasyon bozukluğu, düşük tiroid hormonu seviyesi, sinir harabiyeti, uyuşukluk, anemi, bağışıklık sisteminde zayıflama. <br />E vitamini eksikliğinde kalp hastalıkları ve kanser riski artmıştır. <br /><br />:K VİTAMİNİ:<br />K Vitamini yagda eriyen vitaminlerdendir.Kan pıhtılaşmasında önemli rol oynar. Lahana, karnıbahar, ıspanak ve diğer yeşil sebzelerde, soya fasülyesi ve tahıllarda bulunur.Genellikle vücutta bağırsak bakterileri tarafından sentez edilir. <br />Vücuttaki Fonksiyonlari<br /> Kan pıhtılaşmasını sağlar. Bazi çalışmalar özellikle yaşlılarda kemikleri güçlendirdiğini göstermektedir. Pıhtılaşmada ve kemik yapımında kalsiyum'a yardımcıdır. <br /> Eksiklik Belirtileri <br />Kontrolsuz kanamalara neden olan K vitamini eksikliği malabsorbsiyon hastaları hariç ender görülür.Doğumdan sonraki ilk 3-5 gün içerisinde bağırsak florası henüz tam gelişmemiş olduğundan K vitamini eksikliği vardır.<br /> Günlük Vitamin K ihtiyaci:<br /> Genellikle sebzelerle alınan günlük 60-85 mg. herhangi bir eklemeye gerek kalmadan yeterli olmaktadır. <br />SUDA ERİYEN VİTAMİNLER<br />:C VİTAMİNİ:<br />C vitamini, bazı hastalıklardan ve yaşlanma sırasındaki dejenerasyondan korunma sağladıgı düşünülen antioksidan özelliği nedeniyle popüler olmaya başladı. Ancak çok fazla miktarda alınan C vitamininin bulantı ve ishal gibi yan etkileri görülüyor. <br />Ne kadar C vitamini almalıyız sorusu yanıtlanamayacak kadar zor. Ulusal Bilim Akademisi Gıda ve Beslenme Kurulu (Food and Nutrition Board of the National Academy of Science) C vitamini alımıyla ilgili günümüzdeki önerilerini gözden geçiriyor. Ulusal Saglık Enstitüleri'ndeki (National Institutes of Health) uzmanlar, önerilen C vitamini miktarının günde 60 mg'dan 100-200 mg'a artırılması gerektiğini düşünüyor. C vitamininin mümkün olduğunca meyve ve sebzelerden alınması gerektiği ve günde 5 porsiyon meyve ve sebze yiyerek önerilen miktarda C vitamini alınabileceği vurgulanıyor. <br />C vitamini turunçgiller, domates, çilek, biber ve brokoli gibi besinlerde bulunur. C vitamininden zengin besinleri dengeli biçimde tüketmek, yeterli miktarda C vitamini almanın en iyi yoludur. Meyve ve sebzeden zengin bir diyet bazı kanser tiplerini önlemede de yararlı olabilir.<br />C VİTAMİNİ NEDİR? <br />C vitamini (askorbid asit olarak da bilinir) vücudun uygun biçimde işlev görebilmesi için gereksinim duyduğu 13 önemli vitamindendir. Suda eriyen vitaminlerden biridir; vücudumuz gereksinim duyduğu miktari kullanir, fazlasını dışarı atar. <br /> <br />Çilek (bir kase) 95 mg <br />Papaya (bir kase) 85 mg <br />Kivi (orta boy) 75 mg <br />Portakal (orta boy) 70 mg <br />Portakal suyu (yarım bardak) 50 mg <br />Kantalop kavunu (orta boyun dörtte biri) 60 mg <br />Mango (bir kase) 45 mg <br />Greyfurt (orta boyun yarısı) 40 mg <br />Greyfurt suyu (yarım bardak) 35 mg <br />Kirmizi ya da yesil biber (yarım kase) <br />• Çig 65 mg <br />• Pişirilmiş 50 mg <br />Brokoli (yarım kase, pişmiş) 60 mg <br />Brüksel lahanası (yarım kase, pişmiş) 50 mg <br />Bezelye (yarım kase, pişmiş) <br />• Taze 40 mg <br />• Dondurulmuş 20 mg <br />Patates (bir orta boy, pişmiş) 25 mg <br />C VİTAMİNİNİN YARARLARI: <br />C vitamini, kemiklerde, dişlerde, diş etlerinde, ligamentler ve kan damarlarındaki vücut hücrelerinin büyümesine ve sağlığını korumasına yardımcı olur. Bunun yanı sıra, vücudun enfeksiyona ve strese yanıt vermesine ve demirin uygun biçimde kullanılmasına yardımcı olur. Günlük C vitamini alımı yeterli miktarda değilse büyük olasılıkla deride çürüme görülür , diş eti kanaması görülür, yaralar geç iyileşir, dişler zayıflar, eklemler hassaşlaşır ve enfeksiyon oluşur.<br />GEREKSİNİM DUYULAN MİKTAR: <br />Günümüzde, 15 yaş ve üzerindekilerin çoğuna günde 60 mg C vitamini önerilmektedir. Hamile kadınlar (70 mg), bebegini anne sütüyle besleyenler (90-95 mg) ve sigara içenlerin günlük C vitamini gereksinimleri daha fazladır. Vücutta depolanmadıgından, her gün önerilen miktarda C vitamini almak önemlidir. <br />FAZLASI YARARLI MIDIR? <br />Bazı kişiler, sağlığı düzelttiği ya da soğuk algınlığı gibi hastalıklardan koruduğu inancıyla çok miktarda vitamin takviyesi alır. Ancak bu inancın doğru olduğuna ilişkin ikna edici kanıt yoktur. Fazla miktarda C vitamini alımı (günde yaklaşık 1000 mg'dan fazla) bulantı, ishal, karın krampları ve böbrek taşlarına neden olabilir. Vitamin takviyesi konusunda doktorumuza danışmak daha uygundur.<br />:VİTAMİN B1:<br />Thiamin olarak da adlandırılan B1 vitamini merkezi sinir sistemi sağlığını korumakta önemli bir rol oynar. Yeterli B1 düzeyleri zihinsel fonksiyonun korunmasında bize yardımcı olur. B1 düzeylerinde ki yetersizlik ise gözlerde güçsüzlük, zihin bulanıklığı ve fiziksel koordinasyonda bozukluğa sebep olur. <br />B1 vitamini kan hücrelerinin oluşumu ve sağlıklı bir dolaşım sistemi için gerekli olan hidroklorik asit in üretiminde rol oynar. Ayrıca karbonhidratlardan enerji üretiminde, kalp ve sindirim sistemi kaslarının tonusunun korunmasında anahtar rolü vardır.<br />Diğer B vitaminleri gibi B1 vitamini de suda eriyen vitaminler sınıfındandır ve vücutta depolanmaz. Bu sebeple her gün yeterli miktarda B1 vitamini alınması gerekmektedir.Diğer B vitamini kompleksleri ile birlikte alındığında tek başına yapacağı etkiden daha fazla etki oluşturur.<br />B1 Vitamini Eksikliğinde Görülen Belirtiler: <br />İştah azalması <br />Sindirim bozukluğu <br />Kabızlık <br />Yorgunluk <br />Başağrısı <br />Sinir ve dolaşım sistemi hastalıkları <br />Kas krampları <br />Ödem <br />B1 vitaminin uzun süre eksikliklerinde Beriberi adı verilen ve merkezi sinir sistemini yıkıcı ve bazen ölümcül olabilecek bir hastalık oluşabilir. Beriberi'ye beslenme düzeyleri yeterli olan ülkelerde pek rastlanmaz. Ancak alkol B1 i yıkıma uğrettığından uzun süreli alkolizm vakalarında bu hastalığa ratlanabilmektedir. B1 düzeylerini ağızdan alınan antibiotikler, sulfa grubu ilaçlar, antiasitler ve doğum kontrol hapları da etkileyebilir. Ayrıca karbonhidratı yüksek diyetle beslenen kişiler de B1 ihtiyacı artabilmektedir. <br />B1 vitamini açısından zengin besinler: Kuru fasulye, yumurta, bira mayası, bütün hububatlar, kahverengi pirinç ve deniz ürünleridir. Süt ve süt ürünleri, sebze ve meyveler B1 açısından çok zengin kaynaklar olmasalar da yüksek miktarlarda tüketildiklerinde yeterli B1 vitamini girişini sağlayabilirler.<br />Besinler haricinde alınan ek vitamin preperatlarında B1 genellikle B2, B3, B6, pantetonik asid ve folik asit ile birlikte bulunur. <br />Günlük B1 Vitamini Gereksinimi: 1,5 mg dır.<br />:VİTAMİN B12:<br />Kobalamin olarak ta adlandırılan B12 suda eriyen bir vitamindir. Diğer suda eriyen vitaminlerden farklı olarak vücut dokularında depolanabilir. Bu yüzden eksiklik belirtilerinin ortaya çıkması yıllar alabilir. <br />Vitamin B12 hayvansal gıdalarda bulunur.Karbonhidratlar, protein ve yağların işleme tabi tutulması için gereklidir. Özellikle sinir hücrelerinin büyümesi ve tüm hücrelerin tamirinde önemli rol oynamaktadır.Protein oluşumunda aminoasitlerin işlevinde rol oynamaktadır. Folic asit ile bileşimi sinir hücrelerinin kılıflarının korunabilmesi ve DNA sentezi için gereklidir; sinir iletilerini kolaylaştırır.<br />B12 vitamini ince barsaklarda emilir. Diyetle yetersiz alınım, bazı hastalıklar sebebi ile ince barsaklardan yetersiz emilim B12 vitamin eksikliğini oluşturur.<br />Hafif derecede B12 eksikliği çok sık görülür. Uyuşukluk, unutkanlık, sabahları yataktan yorgun kalkma gibi belirtiler verir.<br />Ağır vitamin B12 eksikliğinde ise sinir fonksiyonlarının bozulduğu kronik hastalıklar ortaya çıkmaktadır. alıcı sinir harabiyetine yol açabilir.<br />Yaş ilerledikçe vitamin B12 eksikliğinin görülme sıklığı artmaktadır. Araştırmalar 65 yaşın üstündeki kişilerin yaklaşık % 40 ında vitamin B12 eksikliği olduğunu göstermektedir. Bu yaşlarda görülen bazı zihinsel bozukluklar ve depresyonun bu nedenle oluşabileceği düşünülmektedir. Alzheimer hastalığına benzer belirtiler verebilir ve eksiklik uzun yıllar sürerse zihinsel bozulma geriye dönüşümsüz hale gelebilir.<br />Asetilkolin üretimini arttırdığı ve beyinde sinir iletimini düzenlediği için Alzheimer hastalığında koruyucu rolü olabileceği düşünülmektedir.<br />Folik asit ile birlikte doğum defektlerini önlemekte önemli rol oynar. Yine folik asit ve B6 vitamini ile birlikte kalp hastalıklarını ve damar tıkanıklığını önleyici rol oynamaktadır.<br />Çocuklarda görülen astımların, depresyonun, şeker hastalığına bağlı nöropatilerin, düşük sperm sayısı ve spermlerdeki hareket yetersizliğinin tedavisinde de B12 vitamini kullanılmaktadır. <br />HIV pozitif kişilerin % 35 inde vitamin B12 eksikliği olduğu bulunmuştur. Yararı tam olarak kanıtlanamasa da AİDS tedavisinde vitamin B12 eklenmektedir.<br />Vitamin B12 Kaynakları:<br />Dana eti, dana karaciğeri,böbrek,süt ve süt ürünleri, peynir, yumurta, midye, dil balığı, ringa balığı, uskumru, sardalya B12 vitamini içeren yiyeceklerdir. Sebzelerde ise B12 vitamini bulunmaz.<br />Vitamin B12 nin kanıtlanmış yararları: <br />1)Normal büyüme gelişmede olumlu rol oynar. <br />2)Sinir hasarlarında tedavi edici rol oynar. <br />3)Pernisiyöz anemi tedavisinde kullanılır. <br />4)Mide barsak sisteminin bir kısmı cerrahi olarak çıkartılmış hastalarda oluşabilecek B12 vitamin eksikliğine bağlı belirtileri önler. <br />5)Vejeteryanlarda ve birtakım emilim bozukluğu olan hastalarda oluşabilecek B12 vitamin eksikliğine bağlı belirtileri önler. <br />6)Bağışıklık sistemini ve sinir sistemini güçlendirir. <br />Vitamin B12 nin kanıtlanmamış ancak olası yararları: <br />1)Akıl ve sinir hastalıklarında faydalı olabilir. <br />2)Mikrobik hastalıklara karşı direnci arttırır. <br />3)İştahı arttırır. <br />4)Ortalamanın altındaki boy uzunluklarında yararlıdır. <br />5)Öğrenme ve bellek kapasitesini geliştirir. <br />6)Enerjiyi arttırır. <br />:VİTAMİN B2:<br />Riboflavin olarak da adlandırılan B2 vitamini enerji üretimi, enzim fonksiyonu, normal yağ asidi ve aminoasit sentezi için önem taşımaktadır.. Serbest radikallerin toplayıcısı olan glutathion un üretimi için gereklidir. Riboflavin suda eriyen bir vitamindir ve vücutta depolanmaz. Karaciğer, böbrek ve kalpde sadece birkaç dakika kalır. Bu sebeple dışarıdan alınması gerekmektedir. <br />Ağır Riboflavin eksikliğine nadir olarak rastlanır. Alkoliklerde görülebilir. Ancak çok ağır olmasa da tehlikeli düzeyde Riboflavin eksikliği yaşlıların yaklaşık yüzde 33 ünde görülebilmektedir.<br />Riboflavin hücre enerji üretimini arttırdığı için migren tipi baş ağrılarının önlenmesinde etkili olabilmektedir. ( Migrenin kan damarlarında üretilen enerjinin azalmasıyla oluştuğuna inanılmaktadır. 1994 de yapılan bir çalışmada yüksek dozlardaki riboflavinin baş ağrılarının tedavisinde etkili olduğu gösterilmiştir.)<br />Riboflavin ışığa karşı oldukça hassastır. Açık yeşil sebze ve meyvelerde bulunan bu vitamin özelliğini çok çabuk kaybeder. Boş mideye alındığında sadece % 15 i emilebilir. Fazla miktarda alınan Riboflavin idrar ile atılır ve idrarı hafif bir sarı yaşil renge boyar.<br />Vitamin B2 kaynakları:<br />Badem<br />Bira Mayası<br />Peynir<br />Tavuk<br />Sığır eti, böbrek<br />Buğday<br />FAYDALARI:<br />Kanıtlanmış Faydaları: Besinlerden enerjinin serbest bırakılmasında rol oynar. Avitamini ile birlikte kullanıldığında solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım sisteminin mukozasının sağlıklı olmasını sağlar. Sinir sistemi, deri ve gözleri korur. Normal büyüme ve gelişmeye yardımcı olur. Enfeksiyon, alkolizm, yanık, mide ve karaciğer hastalıkları tedavisine yardımcı olur.Antioksidan aktivitesinde gerekli olan Glutation un rejenerasyonunda gereklidir. Migren, katarakt, orak hücreli anemi tedavisinde kullanılır.<br />Vücut dokularının nefes alması için gerekli flavin mononucleotide ve flavin adenine dinucleotide adlı iki koenzimin bir parçası gibi davranır. Vitamin ve minerallerdeki piridoxin i harekete geçirir.<br />Kanıtlanmamış faydaları:<br />Çeşitli göz hastalıklarını, deri hastalıklarını tedavi ederler.Kansere karşı önleyici olduğu iddia edilmektedir. Vücudun normal gelişimini arttırırlar. Kısırlıkta faydalı olduğu sanılmaktadır. Stresi engellerler. Görme duyusunu güçlendirir.<br />Kimler kullanmalıdır:<br />Yetersiz kalorili diyet alanlar, beslenme bozukluğu olanlar veya kalori ihtiyacı artmış kişiler.<br />Gebe veya emziren kadınlar.<br />Alkol veya diğer madde bağımlıları.<br />Kronik hastalığı olanlar, uzun süreli stres altında olanlar, yakın geçmişte operasyon geçirmiş kişiler.<br />Sporcular ve beden işçileri.<br />Sindirim sisteminin bir bölümü operasyonla alınmış olanlar.<br />Ağır yanık veya yaralanması olan hastalar.<br />Doğum kontrol hapı veya östrojen kullananlar.<br />Yararlı bilgiler:<br />B2 vitamini idrarı koyu sarı renge boyayabilir.<br />İşlenmiş yiyeceklerde B2 vitamini miktarları azalır.<br />Soda ile birlikte pişirme yiyeceklerdeki B2 vitaminini ortadan kaldırır.<br />EKSİKLİK BELİRTİLERİ:<br />Ağız kenarlarında çatlaklar, dil ve dudaklarda iltihaplanmalar.<br />Işığa duyarlı gözler.<br />Ciltte kaşıntı.<br />Sersemlik, uykusuzluk.<br />Öğrenme güçlüğü.<br />Gözlerde yanma ve kaşıntı.Kornea hasarı.<br />Kanıtlanmamış Belirtiler:<br />Hafif Anemi.<br />Hafif uyuşukluk hali.<br />Akne.<br />Migren tipi başağrıları.<br />Kas spazmları.<br />Riboflavin eksikliği ile özofagus kanserleri arasında bir ilişki olduğu öne sürülmektedir.<br />:VİTAMİN B3:<br />Niasin, Niasinamid veya Nikotin Amid olarak ta adlandırılan B3 vitamini sindirim için gerekli olan hidroklorik asit üretimi için olduğu gibi , protein, yağlar ve karbonhidrat metabolizması için de tüm insanlar tarafından gereksinim duyulan zorunlu bir besindir. <br />B3 vitamini kan dolaşımını düzenler, sağlıklı bir deri sağlar ve santral sinir sisteminin çalışmasına yardımcı olur. Beyin ve hafızanın ileri fonksiyonlarını denetlemesinden dolayı şizofreni ve diğer zihinsel hastalıklarda tedavi edici rol oynar. Son olarak yeterli B3 düzeyleri insülin ile estrojen, progesteron ve testesteron gibi cinsiyet hormonlarının sentezi için hayati rol oynamaktadır.<br />B3 vitamini eksikliğinde Pellegra adı verilen ve sinir sisteminde fonksiyon bozukluğu, mide barsak sistemi bozukluğu, ishal, zihin bulanıklığı, depresyon, ve ağır dermatit ve çeşitli cilt lezyonları ile karakterize bir hastalık oluşur. Son zamanlarda kan kolesterolunu ve trigliseritini yan etki olmadan emniyetle düşürebildiği için doktorlar tarafından bu amaçla sıklıkla kullanılmaktadır. Ancak B3 vitamininin kullanımında doz ayarlaması mutlaka doktor tarafından yapılmalıdır.<br />Yüksek miktarlarda alınan B3 vitamini doğal bir allerjik reaksiyon olan ciltte kızarmalara neden olabilir. Bu kızarmalar yanma, kaşıntı ve ağrı ile beraber olabilir. Genellikle yüz, kollar ve göğüse yayılır.Genellikle zararsızdır ve 20 dakika ile bir saat arasında kendiliğinden geçer.Bir bardak su içilmeside yardımcı olacaktır.<br />Gebelikte B3 vitamini dikkatle kullanılmalıdır. Yüksek dozlarda saf nikotinik asit mide ülserleri, gut, glokom diabet ve karaciğer hastalıklarında sağlık problemlerini arttırabilirler. Günde 1.000 mg ın üzerindeki dozlar için doktora tekrar danışmak gereklidir.<br />B3 vitamini içeren doğal yiyecekler sığır eti, brokoli, karnabahar, havuç, peynir, mısır unu, yumurta,balık, süt, patates ve domatestir.<br />:VİTAMİN B5:<br />Pantotenik Asit olarak ta adlandırılan B5 vitamini hem hayvansal hem de bitkisel kaynaklarda bulunabildiğinden dolayı yunanca "heryer" anlamına gelen "pantos" sözcüğünden kökenini almıştır. Vücutta depolanmayan ve suda eriyen bir vitamindir. <br />Pantotenik asit karbonhidratlar, yağlar ve proteinlerin enerjiye çevrilmesinde bir katalizör olarak hayati rol oynayan Koenzim A nın üretiminde zorunlu bir parçadır. Asetilkolin gibi sinir iletimini sağlayan maddelerin üretimine katılır. Çeşitli böbrek üstü bezi hormonları, steroidler ve kortizonun oluşumunda hayati rol oynadığı için antistres vitamini olarak da tanımlanır. Depresyonla savaşmakta olan faydasının yanı sıra mide barsak sisteminin normal çalışmasına yardımcı olur; kolesterol, D vitamini, kırmızı kan hücreleri ve antikorların üretimi için gereklidir.<br />Kanıtlanmış Yararları: <br />Normal büyüme ve gelişmeyi destekler. <br />Yiyeceklerin enerjiye dönüştürülmesine yardım eder. <br />Birçok vücut materyalinin sentezine yardımcı olur. <br />Böbrek üstü bezinin fonksiyonunu destekler, <br />Enerji metabolizmasında gereklidir. <br />Kanıtlanmamış Yararları: <br />Yara iyileşmesini uyarır. <br />Stresi yatıştırır.Depresyon tedavisinde yararlıdır. <br />Alerjilerin tedavisinde yararlıdır. <br />Alkolizm, karaciğer sirozu tedavisinde yararlıdır. <br />Kabızlık tedavisinde yararlıdır. <br />Yorgunluğun giderilmesinde yararlıdır. <br />Mide ülserlerinde yararlıdır. <br />Osteoartrit, Romatoid artrit tedavisinde yararlıdır. <br />B5 vitamini açısından zengin besinler:<br />Dana eti, karaciğer, balık, tavuk, yumurta, peynir, fasülye, tüm tahıllar, hububatlar, karnabahar, bezelye, avakado, patates, mısır, kuru yemişler de bolca bulunur.<br />B5 Vitamini eksikliği:<br />Direkt olarak B5 vitamini eksikliğine bağlı insanlarda oluşan hiçbir hastalık belirtilmemiştir. Bunun sebebi her türlü besinde bolca bulunmasıdır. <br />Ancak B5 vitamini eksikliğine bağlı bazı belirtilerin oluşabileceği kanıtlanmasa da varsayılmaktadır. Bunlar: <br />Sinir harabiyetleri <br />Solunum problemleri <br />Cilt problemleri <br />Artrit <br />Alerji <br />Doğumsal bozukluklar <br />Zihinsel yorgunluk <br />Baş ağrısı <br />Uyku bozukluğu <br />Kas spazmları, kramplar <br />Alınması gereken miktar:<br />Günlük alınması gereken sabit miktar:10-1000 mg dır.<br />Alınması gereken en az günlük miktarlar: <br />0-6 aylık 2mg/gün <br />6 ay-3 yaş 3mg/gün <br />4-6 yaş 3-4mg/gün <br />7-9 yaş 4-5mg/gün <br />10yaş ve üstü 4-7mg/gün dür. <br />Hamilelik ve emzirmede gereksinim 1/3 oranında artabilir. <br />Genellikle bu miktarlar günlük besinlerle fazlası ile karşılanır.<br />Günlük 10-20 gr gibi çok yüksek dozlarda alınması ile ishal ve su kaybı oluşabilir.<br />:VİTAMİN B6:<br />Pyridoxine olarak ta adlandırılan B6 vücutta depolanmayan ve suda eriyen bir vitamindir. Diyetle veya ek vitamin olarak mutlaka alınmalıdır. <br />Vücutta diğer birçok vitaminden daha fazla hayati fonksiyonları destekleyici rol oynar. Karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında yer alır. Hormonlar, kırmızı kan hücreleri, sinir hücreleri, enzimler ve prostoglandinlerin oluşumunda rol oynarlar. Ayrıca B6 vitamini iştahımızı, ağrıya karşı duyarlılığımızı, uyku düzenimizi, ruh durumumuzu etkileyen serotonin adlı maddenin yapımında da etkili olmaktadır.B6 vitamini eksikliğinde ani uykusuzluk ve santral sinir sisteminin çalışmasında bozukluklar oluşmaktadır.<br />B6 vitamini bağışıklık sistemini güçlendirir, kolesterol birikimine engel olarak kalbi korur, böbrek taşı oluşumunu engeller. karpal tunel sendromu, adet öncesi gerginlik sendromu, artritler, allerjiler , geceleri oluşan bacak kramplarının tedavisinde de kullanılır.<br />Vitamin B6 eksikliği belirtileri:<br />Depresyon, kusma, anemi (kansızlık), böbrek taşları, dermatitler, uyuşukluk, bağışıklık sisteminin zayıflamasına bağlı olarak sık hastalanma gibi beleirtileri olabilir. Yeni doğanlarda B& vitamini eksikliğine bağlı olarak aşırı sinirlilik, huysuzluk; bazende kasılma nöbetleri görülebilir.<br />Ek vitamin B6 bulantı, sabah kusmaları ve depresyon tedavisinde kullanılabilir. <br />Başlıca Vitamin B6 kaynakları arasında muz, avakado, tavuk eti, patates, ıspanak, bezelye, bira mayası, havuç, yumurta, balık ve bütün hububatlar gelmektedir.<br />Önerilen günlük doz 2 mg dır.<br />Vitamin B6 zehirlenme yapabilen ender vitaminlerdendir. Günlük 500 mg a kadar güvenli olabilir ancak günlük 2 gr lık dozla sinir sisteminde geriye dönüşü olmayan bozukluklar ortaya çıkabilmektedir. Ayrıca beyinde L-Dopa nın etkisini azaltabildiğinden L-Dopa tedavisi gören parkinson hastalarında kullanılmamalıdır.<br />Vitamin ve Mineraller Tablosu <br />Faydaları<br />Eksiklik Belirtileri<br />A VİTAMİNİ<br />FAYDALARI: <br />1)Vücutta bulunan örtücü yüzeylerin mikroplardan korunması ve normal çalışmasını sağlar.<br />2)Kemik gelişimi ve üremeye yardımcıdır. <br />3)Gözün ısık durumuna göre ayarlanmasını sağlar. <br />EKSİKLİK BELİRTİLERİ: <br />1)Vücudun hastalıklara karşı korunmasında yardımcıdır. Özellikle sağlıklı cilt, gür saç, sağlıklı diş ve diş etlerinde çok önemlidir. <br />2)Gece körlüğü <br />3)Kemik ve diş gelişiminde gerilik <br />4)Böbrek bozuklukları <br />5)Deride pullanma ve kuruma <br />6)Vücut direncinin azalmasıdır. <br />Erkek 1.1 mg<br />Kadin 0.8 mg<br />B1 VİTAMİNİ:<br />FAYDALARI:<br />1)Besin maddelerinin özellikle karbonhidratlarin vücutta enerjiye çevrilmeleri için gereklidir. <br />2)Ayrıca, kalp, sinir sistemi ve kasların normal fonksiyonu için de gereklidir. <br />EKSİKLİK BELİRTİLERİ:<br />1)İştah azalması <br />2)Yorgunluk <br />3Kusma,başdönmesi <br />4)Sindirim sistemi bozuklukları <br />5)Kalp yetmezliği <br />Erkek 1,4 mg.<br />Kadin 1,0 mg.<br />B2 VİTAMİNİ: <br />FAYDALARI:<br />1)Vücutta bazı enzimlerin yapısında bulunur, enerji metabolizmasında rol alır. <br />2)Cildi korur.<br />3)Yaraların iyileşmesini destekler. <br />4)Görme duyusu için önemli rol oynar<br />EKSİKLİK BELİRTİLERİ:<br />1)Görme bozukluğu <br />2)Deride yaralar(özellikle dudaklar, burun, ve göz kenarlarında) <br />3)Sinir sistemi bozuklukları <br />4)Kansızlık<br />Erkek 1.7 mg<br />Kadin 1.5 m<br />B6 VİTAMİNİ:<br />FAYDALARI:<br />1)Protein,yağ ve karbonhidrat metabolizmasında, hemoglobin yapımı ve çeşitli tepkimlerde yardımcı enzim olarak rol alır. <br />2)Albüminin özümsemesini aktifleştirir, gelişmede önemli rol oynar, bu yüzden hamileler için önemlidir.<br />EKSİKLİK BELİRTİLERİ:<br />1)Havaleler <br />2)Kansızlık <br />3)Deride yaralar <br />Erkek 1.8 mg<br />Kadin 1.6 mg<br />D VİTAMİNİ:<br />FAYDASI: <br />1)Kuvvetli diŞ ve kemikler için bire birdir.<br />E VİTAMİNİ:<br />FAYDASI: <br />1)Hücre yıpranmasını ve yaşlanmayı yavaşlatır. <br />Erkek 12 mg<br />Kadın 12 mg <br />B-12 VİTAMİNİ:<br />FAYDASI:<br />1)Kırmızı kan hücrelerinin ve kemik iliğinin oluşumu için gereklidir. <br />Erkek 3 µg<br />Kadınn 3 µg <br />C VİTAMİNİ:<br />FAYDALARI:<br />1)Bağışıklık sistemini destekler. <br />2)Kemiklerin, dişlerin sağlıklı kalmasına yardımcıdır.<br /> Erkek 75 mg<br /> Kadın 75 mg <br />K VİTAMİNİ:<br />FAYDALARI:<br />1)Kan pıhtılasmasını düzenleyici olarak yararlıdır. <br />2)Albüminin özümsemesini aktifleştirir. <br />3)Hücre oluşumu ve yenilenmesi için gereklidir.Özellikle de kan hücrelerinin. <br />Erkek 150 µg<br />Kadın 150 µgdizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-44631562311817695822007-10-04T12:58:00.003-07:002007-10-04T12:58:50.040-07:00Yağın Tanımı ve SınıflandırılmasıYAĞIN TANIMI ve SINIFLANIRILMASI Yağlar, çift karbon sayılı (4-24) doymuş ve doymamış yağ asitlerinin gliserin triesterleridir. Saf yağın bileşiminde C, H, ve O elementleri bulunur. Bu bileşikler suda çözünmediği halde pek çok organik çözücüde çözünürler. Sudan daha düşük yoğunluğa sahiptirler. Tabii yağlar, kaynaklara göre bitkisel ve hayvansal olmak üzere iki ana gruba ayrılırlar. Süt yağı, vücut yağı (iç yağı, balık yağı) hayvansal kökenli, tohum yağı (zeytin, hindistan cevizi, mısır, susam, fıstık) bitkisel kökenli yağdır. Tabii yağlar, fiziksel özelliklerine göre ise katı, yarı-katı ve sıvı olarak sınıflandırılırlar. Aynı yağ, ortam sıcaklığına göre üç değişik özelliği gösterebilir. Teknik özelliklerine göre kuruyan yağlar (iyot indisi 130’un üzerinde olanlar), yarı kuruyan yağlar (iyot indisi 90-130 olanlar), kurumayan yağlar (iyot indisi 90’ın altında olanlar) olmak üzere üç gruba ayrılırlar. İyot indisi doymamışlık özelliğinin bir belirtisidir. Kuruma, yağın oksijen tutma kabiliyetidir. Yağlar, yoğun bir kalori kaynağı olmak ve enerji ihtiyacının büyük bir kısmını zorunlu olarak karşılamanın yanında yağda eriyen vitaminleri taşıma görevleri de vardır. Gliserin ve serbest yağ asitlerine kolayca parçalanabilir bir özelliktedir. Bütün yenebilen yağlar aynı iskelete sahiptirler. Farklı yağlardaki R1, R2, R3 köklerindeki karbon sayısı, çift bağ miktar farklı olabilir. Yağlar, yağlı tohumlardan; kabuk ayırma, presleme, çözücü ekstraksiyonu ve ayırma metodlarıyla ayrılır. Bu yağların içinde çeşitli yabancı maddeler bulunur. Bunun için bu yağlara HAM YAĞ denir. Ham yağ içinde bulunan yabancı maddelerin miktarı ve cinsi; bitkilerin yetiştirilme koşullarına, toprak yapısına ve iklim şartlarına, depolama şartlarına, tohumu uygulanan işlemlere ve yağ alma esasındaki parametrelere bağlıdır. Ham yağın içinde oluşan yabancı maddeler ve özelliklerine göre sınıflandırılabilir. Ham yağın içindeki maddeler. - Bitkilerden gelen yabancı maddeler - Depolama esnasında oluşan yabancı maddeler - İşlemler esnasında oluşan yabancı maddeler olmak üzere 3 şekilde sınıflandırılabilir. Yağlar, çok geniş ve karmaşık bir grup olan lipidlerin büyük kısmını oluştururlar. Yağın %95-99’unu trigliseridler, % 1-5’ini de mono ve digliseridler, fosfatidler, serbest yağ asitleri, steroller, yağda çözünen vitaminler ve diğer maddeler oluştururlar. 2. YAĞIN KİMYASAL KOMPOZİSYONU Gıda olarak kullanılan katı ve sıvı yağların ağırlığının % 95’ten fazlasını trigliseridler oluşturur. Diğer % 5’lik kısmı da minör bileşikler olarak adlandırılan mono ve digliseridler, serbest yağ asitleri, fosfatidler, steroller, yağ asitleri, yağda çözünen vitaminler ve diğer maddeler bulunur. 2. 1. ANA BİLEŞEN – TRİGLİSERİDLER Bu trigliseridler, gliserol ve üç yağ asidinin esterleşmesi ile oluşmuştur. Trigliseridler yapılarındaki yağ asitlerinin kompozisyonuna göre ikiye ayrılırlar. Trigliseridin yapısındaki yağ asitlerinin üçü de aynı ise “basit trigliserid” olarak isimlendirilir. Eğer iki veya üç farklı yağ asidinden oluşuyorsa bu tip trigliseridlere “karışık trigliserid” denir. Her iki trigliserid formülü aşağıda sembolize edilmiştir. 2. 2. MİNÖR BİLEŞENLER 2. 2.A. Mono ve Digliseridler Mono ve digliseridler yağ asitleri ile gliserolün oluşturduğu mono ve dioesterlerdir. Tipik yapısal formları aşağıda genelleştirilmiştir. Mono ve digliseridler “emülsifler” olarak önem arz eden bileşiklerdir. Bu amaçla gıdalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Mono ve digliseridler, gliserol ile trigliseridlerin reaksiyon ortamında yağ asidi değişimi yoluyla veya gliserol ile yağ asitlerinin esterifikasyonu ile ticari ölçekte üretilmektedir. Sindirim sisteminde trigliseridlerin normal parçalanması ile mono ve digliseridler meydana gelmektedir. Hayvansal ve bitkisel yağlarda ise çok az miktarlarda doğal olarak oluşurlar. Endüstriyel ölçekte hazırlanan mono ve digliseridler, gliserolle esterifikasyon yoluyla hazırlanan mono-, di-, trigliseridlerin karışımı halindedir. Bunlar serbest gliserol de içerebilen gıda emülsiflerinin önemli bir sınıfıdırlar. Dondurma, fıstık ezmeleri ve diğer alanlarda kullanılırlar. Monogliseridlerin hazırlanmasında diğer bir yöntem de transestefikasyondur. Saf monogliseridlerin hazırlanması için daha özel işlemler gereklidir. -monogliseridler, β izomerlerinden daha stabildir. Aşağıda gliserol ile yağ asitlerinin esterifikasyon reaksiyonlarının genel şeması verilmiştir. H2C – OH HO – CO – R1 CH2 – O – CO – R1 HC – OH + HO – CO – R2 CH – O – CO – R2 + 3H2O H2C – OH HO – CO – R3 CH2 – O – CO – R3 Gliserol Yağ asitleri Trigliserid Su Bu karışık trigliseridte üç farklı izomer oluşmaktadır. CH2 – palmitik CH2 – oleik CH2 – palmitik CH2 – Oleik CH2 – Palmitik CH2 – stearik CH2 – stearik CH2 – stearik CH2 – oleik β-oleopalmitostearin β-palmitooleostearin β-stearopalmitoolein Karışık bir trigliseridte iki farklı yağ içeriyorsa 4 farklı izomerik forma sahiptir. CH2 – oleik CH2 – palmitik CH2 – palmitik CH2 – oleik CH2 – palmitik CH2 – oleik CH2 – oleik CH2 – palmitik CH2 – palmitik CH2 – palmitik CH2 – oleik CH2 – oleik -oleodipalmitin β-oleodipalmitin -palmitodiolein β-palmitodiolein 2. 2. B. Serbest Yağ Asitleri Yağ içerisinde gliserol ile esterleşmemiş halde bulunan yağ asitleridir. Rafine edilmemiş bazı yağlarda serbest yağ asitleri normalden birkaç kat daha fazla bulunabilir. Bu yağ asitlerinin seviyesi rafinasyon işleminde azaltılır. Gıda olarak kullanılan rafine katı ve sıvı yağlar genellikle çok az düzeyde serbest yağ asidi içerirler. 2. 2. C. Fosfatidler Fosfatidler, polihidrik alkol (genellikle) gliserol içeren bileşiklerdir. Yapılarında gilserole ilaveten, yağ asitleri, fosforik asit ve nitrojen içeren bir bileşik bulunur. Yemeklik yağlarda genel olarak bulunan fosfatid, lesitin ve sefalindir.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-26558057234186132022007-10-04T12:58:00.001-07:002007-10-04T12:58:20.442-07:00YAĞLAMA TEKNİKLERİYAĞLAMA TEKNİKLERİ<br /><br />BÖLÜM 1<br /><br /><br />1. GİRİŞ<br /><br />1.1. Antik Çağdan Günümüze Triboloji<br />T <br /><br /> riboloji ismi 1967 yılında türetildi ve yunanca sürtmek manasına gelen ıı ve konuşma, inceleme ya da bilimsel inceleme manasına gelen Logos ( ) kelimelerinden gelmektedir. Triboloji, makine elemanlarının yağlanması, aşınması ve sürtünmesinin incelemesini içermektedir. 1966 yılında İngiltere’de basılan “Eğitim ve Bilim Bakanlığı Raporunda” bazen “Jost Raporu” olarak da bilinen raporda “Triboloji” kelimesi ilk defa kullanılmış ve burada birbiriyle bağıl hareket yapan yüzeylerin etkileşim ile ilgili bilim teknoloji ve uygulamalar olarak tarif edilmiştir. Daha iyi bir tanımlama sabit veya hareketli yağlama, sürtünme ve aşınma olarak yapılabilmektedir.<br /><br />Sürtünme sadece negatif bir hal (durum) değildir: Bir arabanın yolda tutunması direk olarak yol ve lastikler arasındaki sürtünmeye bağlıdır. Benzer şekilde, insan sürtünmesiz yürüyemez. Son olarak en az 100 asırdan önce, daha yumuşak bir odun üzerindeki oyukta, daha sert bir odun parçasının sürtünmesi sonucunda ateşin çıkartılması başarılmıştır.<br /><br />Bununla beraber ilk mekanizmayı ürettiğinden beri, insan çabasını sınırlandırmak için aşınmayı yenmeye ve sürtünmeyi azaltmaya çalışmaktadır. Yukarıdaki örneğe tekrar dönülürse, motor ve transmisyon sisteminde sürtünme tarafından gücün dörtte birinden fazlası kaybolmaktadır.<br /><br />1.1.1.Tarih Öncesi Peryot<br /><br />İnsanlar tarafından üretilen ilk yatak kapı menteşeleridir. Yani bir tahta parçası veya taştaki bir oyuğun içinde dönen bir tahta milden oluşan eksenel yataktır. Mezopotamya’da bulunan Şekil 1.1. de görülen elemanlar M.Ö: 2500 tarihli olup taştan yapılmıştır. Kapı alt desteği çömlek üretimi de ayrıca M.Ö. 4000’in öncesi yıllarda odun, taş ya da hatta çömlekten yapılmış bir eksen (pivot) bulunduran döner çarkın bulunmasına rehberlik yapmıştır. Jericada M.Ö. 2000 tarihli katran ya da hayvani yağ ile yağlanmış bir taş pivot bulunmuştur. M.Ö. 4000’e doğru icat edilen tekerlek ve el arabalarında tahta tekerlekler sabit (tek parça) ve genellikle birkaç parça çermekteydi. <br />Şekil 1.1. Mezopotamya’da bulunan alt kapı eksen taşı<br /><br />1.2. Yağlamanın Gelişimi<br /><br />Kayma işlemi sırasında üretilmiş olan ısı ve artık parçaları çalışma ortamından uzaklaştırmak, kayma yüzeylerindeki sürtünme ve aşınmayı azaltmak için iki katı kayma yüzeyi arasında sıvı, katı veya gaz yağlama maddelerinin ilavesiyle yapılan işleme yağlama adı verilmektedir. Bu sistemi inceleyen bilim ve teknoloji dalına Triboloji denilmektedir. Yağlama prosesleri; cisimlerin temas geometrisi, kayma yüzeylerinin hızı, çevre şartları, kullanılan yağlayıcının fiziksel ve kimyasal özellikleri, malzemenin yapısı, yüzeye yakın tabakanın özelliği gibi birçok faktöre bağlı olabilmektedir.<br /><br />Sürtünme ve aşınma olayları çok eski tarihlerden itibaren gözlenen ve azaltılması için alınacak tedbirlerin araştırılması insanlık tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu araştırmalar ilk defa kızaklarla başlamış, daha sonra tekerleğin icadıyla devam etmiştir. Sümerlere ait olduğu tespit edilen bir mezardan çıkarılan tekerler muylusu ve bunun üzerinde eser miktarda don yağı kalıntıları M.Ö. 2500 yıllarında yağlama işlemine büyük önem verildiğini göstermektedir. Gelişmeler ihtiyaçlarla birlikte arttmıştır. Beş bin yıl önce Mısırlılar büyük taş kütlelerinin kaydırılması ve araba tekerleklerinin yağlanmasında hayvansal yağlardan faydalanmışlardır. Romalılar ilse bilyalı yataklarla ilgili prensipleri uygulamışlardır. Fatih Sultan Mehmet ise İstanbul’un fethinde gemilerin Haliç’e indirilmesinde kullanılan kızaklarda yağlayıcı olarak zeytinyağı kullanmıştır.<br /><br />Sürtünme üzerine ilk sistematik araştırmayı mühendis ve sanatçı Leonardo da Vinci (1452-1519) yapmıştır. G. Amontons 1699 yılında yayınladığı bir çalışma ile sürtünme kuvvetinin normal kuvvetin 1/3 olduğunu açıklamıştır. 1785 yılında C.A. Coulomb muhtemelen Amontons’un sonuçlarından habersiz olarak aynı sonuçları açıklamıştır. Kaymalı yatak üzerine ilk sistematik araştırma sonuçlarını bildiren yayın 1882 yılında A.Morin tarafından yapılmış, bunu R.H. Thurston’un mevcut yağlayıcılar üzerindeki araştırması takip etmiştir. Yağlama ile ilgili dar kanallardaki akım olaylarının incelenmesinde en önemli adım 1687’de Newton tarafından atılmıştır.<br /><br /> (1.1.)<br /><br />Newton bağıntısı yağlama teorisinin temelini oluşturmaktadır. 1883 yılında N.Pettrof bir yağlayıcının en önemli özelliğinin viskozitesi olduğunu açıklamıştır. Aynı yıl İngiliz mühendis. B. Tower bir bilimsel dergide, kaymalı yataklarda hareket bağlı olarak taşıyıcı bir film oluştuğunu ifade etmiştir.<br /><br />Yağlamanın asıl amacı; iki yüzey arasındaki bir yağ filmi oluşturarak sürtünmeyi daha düşük olan iç sürtünmeye çevirmek ve yüzeyleri birbirinden ayırarak yüzey pürüzlerinin birbirleriyle temasını önlemektir. İki yüzey arasında böyle bir yağ filmi oluşturulur ise, burada sürtünme yağ tabakaları arasına indirgenmiş olacaktır.<br /><br />Langmuir teorisine göre; yağlayıcılar kürecikler halindeki parçacıklardan doldurulduğunda, düzgün olmayan yüzeylerin yağ molekülleri ile dolduğunu görülmektedir. Hareket başlandığında bu küresel moleküllerin birbiri üzerinden kayarak metal parçaların birbirine sürtünmesi önlenmektedir. Böylece sürtünme birbiri üzerinden kayan yağ tabakaları arasında oluşmaktadır.<br /><br />Şekil 1.2. Yağ filminin iki yüzey arasında girmesi<br /><br />Şekil 1.3. Eş çalışan parçaların yağ filmi üzerinde hareketi<br /><br />Genellikle sürtünme kinematik olarak;<br />1- Kayma sürtünmesi<br />2- Yuvarlanma sürtünmesi olmak üzere iki çeşittir.<br />1.2.1. Konformal (İç bükey) ve Konformal Olmayan Yüzeyler<br /><br />Konformal yüzeyler yüksek dereceli geometrik uygunluk ile birbirine rahat bir şekilde monte edilmektedir. Böylece yük daha büyük bir alan üzerinde taşınmaktadır. Mesela, bir silindirik radyal kaymalı yatağın yağlama alını yatak çevresi ile uzunluğunun çarpımı kadar olmaktadır. Yük taşıma yüzeyle yük artarken esasında sabit kalmaktadır. Sıvı akışkan filmli radyal yataklar (Şekil 1.4.) ve kaymalı yataklar konformal yüzeylere sahiptirler. Radyal kaymalı yataklarda mil ve yatak arasındaki radyal boşluk genellikle mil çapının binde biri kadardır.<br /><br /><br />Şekil 1.4. Konformal (İç bükey) yüzeyler<br /><br />Sıvı akışkan filmli yağlı yüzeylere sahip birçok makina elemanında birbirleriyle konformal yüzey olmayabilmektedir. Taşınacak yükün tamamı o zaman küçük bir yağlama alanı tarafında taşınmalıdır. Konformal olmayan (Dış bükey) bağlantılarda (sistemlerde) yağlama alanı konformal bir yüzeyde umumiyetle 3 kat daha küçük büyüklüktedir. Genelde, konformal olmayan yüzeyler arasındaki yağlama alanı ekseriyetle yükün artmasıyla genişlemektedir. Fakat yine de konformal yüzeyler arasındaki yağlama alanından küçüktür.<br /><br />Dış bükey yüzeylere ait birkaç örnek verecek olursa; eş çalışan dişi çark dişleri, kamlar ve izleyiciler ile yuvarlanma elemanlı yataklardır. (Şekil 1.5.)<br /><br />Şekil 1.5. Konformal olmayan (dış bükey) yüzeyler<br /><br />1.3. YAĞLAMA BÖLGELERİ<br /><br />Yağ sürtünme ve aşınmayı azaltıp makina elemanları için emniyetli bir ömür ile pürüzsüz (düzgün ) çalışmayı sağlayan bir maddedir. Yağların çoğu (mineral yağlar, sentetik esterler,silikon akışkanlar, ve su gibi) sıvıdırlar. Fakat kuru yataklarda kullanılmak için (Plastik yataklar (PTFE) gibi) katı yağlar yuvarlanma elemanlarda kullanılmak için gres ya da gazlı yataklarda kullanılmak için (hava gibi) gaz halinde de yağlar olabilmektedir. Makina elemanlarına güvenli bir ömür sağlamak için yağ ile yağlanan yüzeyler arasındaki fiziksel ve kimyasal etkileşimi iyi anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. Dört farklı yağlama bölgesi ve bunların birbirinden geçişin nasıl olduğunu incelemeden önce kısaca bir tarihi perspektif verilecektir.<br /><br />1.3.1. Tarihi Perspektif<br /><br />Bu yüzyılın ortasına kadar genelde iki farklı yağlama bölgesi tanınıyordu. Bunlar hidrodinamik yağlama ve sınır yağlamadır. Hidrodinamik yağlama bölgesi Tower’in (1885) deneyleri ile anlaşılmaya başlanmıştır. Tower yağın içersindeki basıncın ölçülmesinden bir yağ filminin oluştuğunu gösterdi. Petrof (1883) sürtünme ile ilgili ölçümlerinden aynı sonuçları çıkardır. Bu çalışma O. Reynolds’un (1886) sınırlı e daralan yatak yüzeyleri arasında azaltılan Navier-Stokes eşitleri ile süreklilik denkleminden türetilen ikinci derece diferansiyel denklemini kullanışı analitik makalesi ile yakından izlemiştir. Bu basınç son derece düşük sürtünmeli yüzeyler arasında taşınacak (aktarılacak) bir yükü imkan kılar. Çünkü bütün yüzeyler tümüyle bir akışkan filmi ile birbirinden ayrılmışlardır. Böyle bir durumda yağın fiziksel özellikleri, bilhassa dinamik viskozitesi böyle bir sistemde davranışı etkilemektedir.<br /><br />Sınır yağlamanın tarifi Hardy ve Doubledy (192a,b) dayanmaktadır. Bunlar yüzeye yapışmış son derece ince filmin genelde rölatif kaymaya yardımcı olarak yeterlikte olduğunu bulmuşlardır. Onlar, böyle şartlar altında akışkanın (yağın) kimyasal kompozisyonunun önemli olduğu sonucunu çıkarmıştır. Ayrıca yağlama terimini ilk defa kullanmaya başladılar. Sınır yağlama, hidrodinamik yağlamadan spektrum yağın sonuna zıt yöndedir. Sınır yağlamada kontak şekli yüzeylere bağlanmış olan molekül halindeki ince filmin kimyasal ve fiziksel özelliklerine göre karar verilir. Burada yağın viskozitesi etkileyici bir parametre değildir.<br /><br />Son 40 yılda, araştırmalar yağlama bölgelerinin iyi anlaşılmasını ve bu iki uç bölgeler arasında mevcut olan yağlama bölgelerini ve bu bölgelerin sınırlarını belirlenmesini daha kati sonuçlarla gösterdi. Böyle yağlama bölgelerinden birisi konformal olmayan (dış bükey) yüzeylerde meydana gelmektedir. Burada basınç yüksektir ve yüzeyler elastik bir şekilde deforme olmaktadırlar. Bu durumda yağın viskozitesi oldukça yükselebilir ve efektif bir yağın filminin oluşumuna yardım etmektedir. Böyle etkileri bulunan bir yağlama sistemi “Elastohidrodinamik” yağlama olarak adlandırılmaktadır.<br /><br />1970 den beri sıvı akışkan filmli (sıvı sürtünme ile sınır yağlama arasında her ikisinin de kombine olduğu bir yağlamama durumu meydana geldiği gösterilip bu durum genelde “Kısmi yağlama” ya da bazen de “Karışık yağlama” olarak adlandırılmıştır. Bu tarihe kadar bu yağlama bölgesi bilinmemekteydi. Disiplinler arası yaklaşımlarla bu önemli yağlama mekanizmasının sistemini anlaşılmasını kazanmak bir zorunluluk olmaktadır. İç bükey (konformal) yüzeyler arasında hidrodinamik yağlama; eğer film çok ince ise meydana gelmektedir. Yağlamanın tipi (modu) doğrudan doğruya hidrodinamikten kısmi yağlamaya geçmektedir. Dış bükey (konformal olmayan) yüzeyler için;(burada Elastohidrodinamik yağlama eğer film çok ince ise meydana gelmektedir. Burada da yağlamanın şekli elastohidrodinamik yağlamadan kısmi yağlamaya gitmektedir.<br /><br />1.3.2. Hidrodinamik Yağlama<br /><br />Hidrodinamik yağlama (HY) genel olarak konformal (iç bükey) yüzeyler ile karakterize edilmektedir. Yatak yüzeyleri birbirine göre yaklaşmakta, yatak yüzeyleri bağıl harekete sahip ve akışkanın viskozitesi oluğu için hidrodinamik bir şekilde yağlanan radyal veya eksenel yataklarda meydana gelen pozitif basınç yüzeyleri birbirinden ayırmaktadır Bu pozitif basıncın mevcudiyeti uygulanan normal yükün taşınması ile belirtilmektedir. Basıncın büyüklüğü (genellikle 5 Mpa’dan daha küçüktür) genelde yüzeylerin belirli elastik deformasyonlarına neden olacak büyüklüğe sahip değildir. Hidrodinamik bir şekilde yağlanmış bir yatakta minimum film kalınlığı; uygulanan normal yükün, daha düşük hıza sahip yüzey hızı ub, yağın 0 viskozitesi ve yüzeylerin Rxve Ry geometrilerinin (pürüzlerine) bir fonksiyonudur. Şekil 1.6. hidrodinamik yağlamanın bu karakteristiklerini göstermektedir.<br /><br />Kayma hareketi için minimum film kalınlığı hmin, ubve wz nin aşağıda verildiği gibi bir fonksiyonudur.<br /><br />(hmin)HY(ub/wz)1/2 (1.2.)<br /><br />Minimum film kalınlığı normal olarak 1m’yi geçmektedir. Hidrodinamik yağlamada film, genellikle zıt yönlü katı yüzeylerin birbirine temas etmesine müsaade etmeyecek kalınlığı sahiptir. Bu şart genellikle “yağlamanın ideal şekli” olarak bilinmektedir. Çünkü bu düşük sürtünme ve büyük aşınma direnci sağlamaktadır. Katı yüzeylerin yağlanması olayı, yağın bütün olarak fiziksel özellikleri, özellikle de dinamik viskozitesi, tarafından idare edilmektedir. Sürtünme karakteristiği ise sadece viskoz akışkanın kaymasından meydana gelmektedir.<br /><br />Şekil 1.6. Hidrodinamik yağlamanın karakteristikleri<br /><br />Bir yatak tarafından taşınacak normal bir yük için, pozitif yük profilleri yatağın uzunluğu boyunca da meydana gelmelidir. Şekil 1.7.’de hidrodinamik olarak yağlanmış yataklarda pozitif basıncı oluşturmanın üç yolu gösterilmektedir.<br /><br />(a) Kaymalı yatak (b) Film yastığı (squeeze) filmli yatak (c) hidrostatik yatak<br />Şekil 1.7 Hidrodinamik yağlama için basınç mekanizmasının oluşturulması.<br /><br />Bir kaymalı yatakta (Şekil 1.7.(a)) pozitif basıncı oluşturmak için; yağ filminin kalınlığı kayma yönünde daraltılmalıdır. Squeeze filminde (Şekil 1.7(b)) squeeze etkisi Wa sıkıştırma hızının yatak yüzeylerinin birbirine yaklaşmasına sahip olmalıdır. Yatak yüzeyleri biri diğerine yaklaştığı zaman basıncın meydana gelmesindeki squeeze mekanizmasında önemli bir tampon etkisi sağlamaktadır. Pozitif basınç sadece film kalınlığı azaldığı zaman üretilecektir. Dışarıda bir basınç kaynağından yağ gönderilen yataklara hidrostatik yatak ismi de verilmektedir. (Şekil 1.7. (c)) Burada basınç yatağın taşıdığı yüke karşılık düşmektedir. Yük taşıma kapasitesi yatağın hareketinden veya yağın viskozitesinden bağımsızdırlar. burada diğer kaymalı yataklarda mevcut olan milin harekete bağladığı ve durduğu anda yüzeylerde temas (kontak) aşınması yoktur.<br /><br />1.3.3. Elastohidrodinamik Yağlama (EHY)<br /><br />Elastohidrodinamik yağlama (EHY); yağlanan yüzeylerin önemli ölçüde elastik deformasyon olduğu bir hidrodinamik yağlama şeklidir. Hidrodinamik yağlanmış kaymalı yataklarda en önemli özellik (Şekil 1.7.(a))) daralan film kalınlığı, kayma hareketi; yüzeyler arasındaki viskoz akışkan. Burada da önemlidir. Elastohidrodinamik yağlama normal olarak konformal (dış bükey) yüzeyler ile birleştirilmektedir. Elastohidrodinamik yağlamanın iki farklı şekli vardır.<br /><br />1.3.3.1. Sert (Şiddetli) Elastohidrodinamik Yağlama (S.E.H.Y): Sert E.H.Y. yüksek elastik modüllü metaller gibi malzemeler ile ilgilidir. bu yağlama şeklinde elastik deformasyon ve basınç-viskozite etkisi eşit bir şekilde önemlidir. Şekil 1.8. sert elastohidrodinamik olarak yağlanmış bağların karakteristiklerini göstermektedir. Maksimum basınç 0,5 ile 5 Gpa arasında değişmektedir. Minimum film kalınlığı normalde 0,1m’e varmaktadır. Bu şartlar hidrodinamik yağlı yataklardan olukça farklıdır. (Şekil 1.6.) Konformal olmayan (Dış bükey) yatak normal bir şekilde yapılan deneylerdeki elastik deformasyon, minimum film kalınlığından büyüklük olarak birkaç kat daha büyüktür. Öte yandan, yağın viskozitesi sistemde 10 kattan daha fazla değişebilmektedir. Minimum film kalınlığı hidrodinamik yağlamadaki gibi (şekil 1.6) aynı parametrelerin bir fonksiyonudur. Fakat etki elastik modülü Eı ve yağın basınç viskozite katsayısı bunlara ilave etki etmektedir.<br /><br /> (1.3.)<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />Şeki1. 1.8. Sert elastohidrodinamik yağlama karekteristikleri<br /><br />Sert EHY için minimum film kalınlığı ile uygulanan normal yük ve hız arasındaki ilişki Hamrock ve Dowson (1977) de elde ettiği gibi;<br /><br />(hmin)SENY wz-0,073 (1.4.)<br /> (hmin)SENY ub0,68 (1.5.)<br /><br />Sert elastohidrodinamik yağlama (SEHY) (Denk (1.4) ve (1.5)) ile hidrodinamik yağlama (denk (1.2)) sonuçlarını karşılatırınca şu sonuçlar çıkar.<br /><br />1- Uygulanan normal yük hidrodinamik yağlama hemen hemen sert elastohidrodinamik yağlamadan yedi kat daha büyüktür.Bu sadece sert EHY yağlama için yük tarafında hafif de olsa minimum film kalınlığını etkilediğini, hidrodinamik yağlama için ise önemli ölçüde minimum film kalınlığı etkilediğini ifade etmektedir.<br />2- Ortalama hız sert EHY. yağlama hidrodinamik yağlamadan az da olsa daha büyüktür. Sert Elastik hidrodinamik yağlanalı mühendislik uygulamalarında yüksek elastik modüllü malzemeleri içeren dişli çarkları, yuvarlanma elemanlı yataklar ve kam mekanizmaları oldukça önemli yer tutmaktadır.<br /><br />1.3.3.2. Yumuşak Elastohidrodinamik Yağlama (YEHY):Yumuşak elastohidrodinamik yağlama (YEHY) kauçuk gibi düşük elastik modüllü malzemelerde ilgilidir. Şekil 1.9. yumuşak E.H.Y. malzemelerin karakteristiklerini göstermektedir. Yumuşak EHY!da elastik bozulma büyüktür. Hatta hafif yüklerde bile büyük değerler almaktadır. Sert EHY. için (Şekil 1.8.) maksimum basınç 1 Gpa olmasına karşılık yumuşak EHY umumiyetler 1 Mpa civarındadır. Bu düşük basınç sistemin içinde viskozite değişim etkisinin ihmal edilebilecek büyüklüktedir. Minimum film kalınlığı, hidrodinamik yağlamadaki aynı parametrelere etken elastik modül ilave edilerek ortaya çıkan parametrelerin bir fonksiyonudur. Yumuşak EHY için umumen minimum film kalınlığı 1m bir. Yumuşak Elastohidrodinamik yağlamalı mühendislik uygulamalarında düşük elastik modüllü malzemeleri içeren sızdırmazlı elemanları, insan-kemik mafsal bağlantıları, lastik ve pekçok yağlanmış makine elemanlarında kullanılan kauçuk gibi malzemeler ve sistemler oldukça önemli yer tutmaktadır. Sert ve yumuşak EHY yaygın özellikleri sıvı akışkan filmleri ile koherent bağı sağlayan katıların lokal lastik deformasyonlarıdır. Pürüz teması geniş ölçüde önlenmektedir. Burada sürtünme direnci yağın kayması nedeniyle meydana gelmektedir.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />Şekil 1.9. Yumuşak elastohidrodinamik yağlamanın karakteristikleri<br /><br /><br />1.3.4. Sınır Yağlama<br /><br />Katıların sınır yağlaması bir yağ ile ayrıştırılmadığı için, akışkan filminin etkileri ihmal edilmektedir. Burada büyük pürüz tepelerinde temas olmaktadır. Temas yağlama mekanizması ince yüzey filmleri moleküler miktarının kimyasal ve fiziksel özellikleri ile yönetilmektedir. yağ toplu özellikleri (bütün olarak minor derece önemlidir. Sürtünme katsayısı akışkanın viskozitesinden bağımsızdır. Sürtünme karakteristikleri katıların özelliklerinden bağımsızdır. Sürtünme karakteristikleri katıların özellikleri ve temas eden yüzeylerin yağ filmi tarafından belirlenmektedir.<br /><br />Yüzey filmlerinin kalınlık değişimleri moleküler büyüklüğüne bağlı olup 1 den 10 m’e kadar değişmektedir.<br /><br />Şekil 1.10. akışkan filmli ve sınır yağlamada mevcut olan film şartları gösterilmiştir. bu şekilde yüzey girinti çıkıntıları (meyilleri) büyük bir şekilde resmin amacı için bozulmuştur. Doğrultmak için, gerçek yüzeyler keskin tepelerden (sivri) oldukça daha yumuşak yuvarlak teperler görülecektir. Yüzey tepeleri sıvı akışkan filmli yağlamada da temas olmazken sınır yağlamada temas vardır.<br /><br /> <br />(a) Akışkan filmli yağlama- bir yağ hacimli filmi ile ayrıştırılmış yüzeyler<br />(b) Kısmi yağlama-hem yağ hacmi hem de sınır film bir rol oynar.<br />(c) Sınır yağlama- özellikle sınır filmlerine bağlıdır.<br />Şekil 1.10. yağlama Bölgelerinde film şartları<br /><br />Şekil 1.11. farklı yağlama bölgesinde sürtünme katsayısının davranışını göstermektedir. Sınır yağlama da, sürtünme; hidrodinamik bölgeden çok daha büyük olmasına rağmen, hala yağlanmamış yüzeylerden çok daha küçüktür. Ortalama sürtünme katsayısı; hidrodinamikten elastohidrodinamiğe, elastohidrodinamikten sınır yağlamaya, sınır yağlamadan yağlanmamı kuru yağlama bölgesine giderken artmaktadır.<br /><br /><br /><br /><br />Şekil 1.11. Değişik yağlama şartların sürtünme katsayısı gösteren çubuk diyagram<br /><br /><br />Şekil 1.12. Değişik yağlama bölgeleri için aşınma oranı<br /><br />Şekil 1.12. çalışma yükü tarafından belirlendiği gibi değişik yağlama bölgesindeki aşınma miktarı gösterilmektedir. Hidrodinamik ve elastohidrodinamik bölgelerde aşınma çok azdır veya aşınma yoktur. Çünkü yüzey pürüz tepelerinde bir temas mevcut değildir. Sınır yağlama gölgesinde pürüzlerin birbirleriyle temas derecesi ve oluşacak aşınma miktarları yükün artmasıyla artmaktadır. Sınır yağlamadan yağlanmamış şartlara geçişte aşınma miktarında göze çarpıcı bir değişiklik olmaktadır. Bağıl yük yağlanmamış bölge de arttığı zaman, aşınma miktarı scoring (büyük aşınma) ya da tutuluk yapıncaya kadar artarak makine eleman artık, başarılı olarak çalışamamaktadır. Birçok makine elamanı yağlanmamış (kuru) yüzeyler ile uzun süre çalışmazlar. Şekil 1.11 ve Şekil 1.12 beraber olarak yağlanmamış yüzeylerin sürtünme ve aşınması, sınır yağlamanın sağlanması ile büyük miktarda azalabileceklerini göstermektedir.<br /><br />Sınır yağlama ağır (büyük) yükler ve düşük çalışma hızları için kullanılır ki burada sıvı akışkan filmli yağlama tutunması zor olmaktadır. Kapı menteşeleri gibi mekanizmalar sınır yağlama şartları altında çalışmaktadır. Maliyetin düşük olduğu diğer uygulamalar da sürtünen yataklarda sınır yağlamanın kullanılması birici derecede önemlidir.<br /><br />1.3.5. Kısmi (Karışık ) Yağlama<br /><br />Eğer elastohidrodinamik yağlanmış makine elamanlarında basınç çok yükse ise yada çalışma hızı çok düşük ise, yağ filmi nüfuz edebilecektir. Temasların bir kısmı pürüzler arsında olup kısmi yağlama (bazen karışık yağlama olarak ta adlandırılmaktadır) meydana gelmektedir. Kısmi yağlama bölgesindeki sistemin davranışı sınır ve sıvı akışkan filmli etkilerin bir kombinasyonu ile yönetilmektedir. Sınır yağlamada etkileşim; yağ filmlerini bir veya daha fazla molekül tabası arasındaki meydana gelmektedir. Kısmi sıvı akışkan filmli yağlamanın etkisini; katı yüzeler arasındaki boşluk geliştirmektedir. Ortalama film kalınlığı 1m den daha küçük ve 0,01 m den daha büyüktür.<br /><br />Elastohidrodinamik yağlamadan kısmi yağlamaya geçişin; zıt yönlü katı yüzeyler arasıdaki boşluğu dolduran akışkanın içindeki basınç tarafından taşınan yükün şiddeti artırıldığında hemen oluşmadığı, fakat yükün şiddeti azaldığında meydana geldiğini bilinmektedir. Yük artarken; yükün büyük bir kısmı katı yüzeylerdeki yüzey çıkıntıları (pürüzleri) arasındaki temas ile taşımaktadır. Ayrıca konformal (iç bükey) yüzeyler için yağlama bölgesi doğrudan doğruya hidrodinamikten kısmi yağlamaya geçmektedir.<br /><br />1.4. SONUÇ<br /><br />Burada konformal (iç bükey) ve konformal olmaya (dış bükey) yüzeyler kısaca tanıtıldı. Konformal yüzeyler yüksek geometrik dereceli, bir diğer içinde rahatça sabit edebilecek uygunluktadır. Böylece yük büyük bağıl alanı üzerine taşınmakta ve yükün taşıma yüzeyi yükün artmasıyla sabit kalmaktadır. Konformal olmayan (dış bükey) yüzeyler bir diğeri ile geometrik olarak uygunluklar yoktur. Bu yüzeyler küçük yalama alanına sahiptirler. Yağlama alanı yükün artmasıyla genişlemekte, fakat konformal yüzeylerin yağlama alnı ile karşılaştırıldığında hala küçüktür.<br /><br />Bir yağlanmış bağlantı içinde yağın fiziksel ve kimyasal etkisinin anlaşılması için kısaca araştırıldı ve 4 farklı yağlama bölgesi tanımlandı. <br />Bu Bölgeler;<br />- Hidrodinamik<br />- Elastohidrodinamik<br />- Kısmi<br />- Sınır<br />olarak tanımlamaktadır.<br /><br />Hidrodinamik yağlama konformal yüzeyler tarafından karakterize edilmektedir. yağ filmi zıt yönlü katı yüzeyleri temasa geçmelerini önlemek için yeterli kalınlıktadır. Sürtünme sadece viskoz yağın kaymasında yükselmektedir. Hidrodinamik yağlama da oluşturulan basınç (genellikle 5 Mpa’ azdır.) düşüktür. Böylece yüzeyler genellikle rijit düşünülebilmektedir. Ve basınç viskozite etkileri küçüktür. Hidrodinamik yağlama içinde geliştirilen basının 3 çeşidi burada tanıtıldı, Bunlar; kaymalı squeeze ve hidrostatik basınçlı olmak üzeredir.<br /><br />Kayma hareketli hidrodinamik yağlama için minimum film kalınlığı yüke oldukça duyarlıdır. Burada uygulana normal yükün kare kökü ile ters orantılıdır. Elastohidrodinamik yağlama konformal olmayan yüzeyler tardından karakterize edilmektedir. Burada tekrar katı yüzeylerin pürüzlerinde bir temas yoktur. EYH 2 çeşidi ardır. Sert ve yumuşak. Sert EHY metalik yüzeyler tarafından karakterize edilmektedir ve yumuşak EHY ise elastomerik malzemelerden yağılan yüzeler tarafından karakterize edilmektedirler. Sert EHY’da oluşturulan basınç (umuma 0,5 ile 3 Gpa arasındadır) katı yüzeyleri elastik deformasyon yapabilecek kadar yüksektir. Burada yağın basınç viskozite etkisi önemli olmaktadır. Hidrodinamik yağlamada olduğu gibi, sürtünme; viskoz yağın kaymasında dolayıdır. Sert E.H.Y için minimum film kalınlığı yükün artmasıyla temas alanı arttığı için yükle değişimi (yüke bağımlılığı ) hassas değildir. Bu nedenle yükü taşımak için daha geniş bir yağlama alanı sağlanmalıdır. Yumuşak EHY için elastik yorulma büyüktür, hatta hafi yükler için bu geçerli olmaktadır. Basınç düşük olduğunda sistemdeki yağın viskozitesi basınç ile küçük değişmeler göstermektedir. ve elastik deformasyonlar üstün olmaktadır. Hem hidrodinamik hem de elastohidrodinamik yağlama birbirlerine göre zıt hareketli yüzeyleri birbirlerinden temasını önlemek için yeterli kalınlıktaki filmi oluşturan sıvı akışkan filmli yağlama olaylarıdır.<br /><br />Sınır yağlamada olukça pürüz teması meydana gelmekte ve yağlama mekanizması molekül oranı (1’den 10 nm’ye) olan ince yüzey filminin fiziksel ve kimyasal özellikleri ile idare edilmektedir. Sürtünme karakteristikleri katıların özellikleri ve müşterek çalışan yüzeylerindeki yağ filmi tarafından karar verilmektedir. Kısmi yağlama (bazen karışık yağlama olarak ta isimlendirilmekte) sınır ve sıvı akışkan filminin karşıması ile meydana gelmektedir.. Bu yağlama bölgesinde pek çok hala bilinmeyen gerçekler yatmaktadır.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-6019017022756362992007-10-04T12:55:00.003-07:002007-10-04T12:55:59.440-07:00YAĞLAR VE YAĞ METABOLİZMASIYAĞLAR VE YAĞ METABOLİZMASI<br /><br />YAĞLAR VE LİPİDLER<br />Gerçek yağlar ve yağa benzeyen bileşikler lipidler grubunda toplanırlar. Bir maddenin lipidlere dahil olmasında temel etken çözünürlük özelliğidir. Yağlar lipid sınıflarında basit esterler grubunda bulunurlar. Lipidler grubunda çok değişik bileşikler vardır ve bu kadar değişik bileşiklerin bu grupta toplanmasının nedenlerinden en önemlisi; bu maddelerin metabolizmasının büyük bir ortaklık göstermesidir.<br /><br /> YAĞLAR<br />Suda çözünmeyip eterde çözünen ve dokunulduğunda kaygan hissini veren maddelerdir. Yağlar üç temel gruba ayrılır: Mineral yağlar, Durağan bitkisel ve hayvansal yağlar ve Uçucu bitkisel yağlar. Yağları durağan yada uçucu olarak adlandırmamıza yol açan bunların ısıtıldıklarında buharlaşıp buharlaşmamalarıdır. <br /><br />Biyolojik olarak yağlar belli bazı mono-karboksil asitlerin gliserin ile yaptıkları esterlerdir. Birçok hayvan ve bitki tarafından yapılan yağlar, doğal bir depo maddesi niteliğini taşır. Yağlar suda çözünmez; doğada ya sıvı, yada katı halde bulunur. 20°C’de sıvı olan yağlar genellikle sıvı yağ olarak adlandırılır ve bitkilerle ve balıklarda bulunur. Yağlar insan besinleri arasında en yoğun enerji kaynağını oluştururlar; gerçekten bunların sağladığı enerji miktarı, nişastanın sağladığının iki katıdır. Fakat yağların yıkımının zorluğu yağların enerji kullanımında karbonhidratlardan daha sonra gelmesinin nedenidir. <br /><br />Yağların Kimyasal Yapısı<br />Nötral yağlar kimyasal yapılarına göre esterdirler. Asit olarak dallanmamış yağ asitleri içerirler. Alkol bileşeni ise üç hidroksil grubunda bulunan gliserindir.<br /><br /> YAĞ ASİDİ<br />RCOOH genel formülünü taşıyan önemli bir organik bileşik sınıfıdır. Yağ asitleri vücutta serbest (esterleşmemiş) veya trigliserol gibi daha karmaşık moleküllerde yağ esterleri olarak bulunurlar. Serbest yağ asitleri küçük miktarlarda tüm dokularda oluşur, fakat bazen, özellikle açlık veya uzun süreli şiddetli açlık durumlarında kanın sıvı kısmında (plazmada) önemli miktarda serbest yağ asidi bulunur. Serbest yağ asitleri enerji üretmek amacıyla karaciğer ve kas gibi birçok doku tarafından okside edilebilirler. Yağ asitleri ayrıca glikolipidler, fosfolipidler ve kolesterol esterlerini içeren birçok bileşiğin öncül maddesidir. Trigliserol bünyesindeki esterleşmiş yağ asitleri vücudun ana enerji kaynağı olarak işlev görürler.<br /> <br />Doğal yağlarda bulunan asitler daima çift sayıda karbon içerirler. Yağ asitlerinin C½ birimlerinden yani asetik asit artıklarından sentezlendikleri belirlenmiştir. <br />En çok karşılaşılan yağ asitleri 16 ve 18 karbon atomu içerirler. Doymamış yağ asitlerine daha sık rastlanır. Daha yüksek derecede doymamış yağ asitlerini içeren yağlar genellikle sıvıdırlar.<br /><br />Yağ Asitlerinin Yapısı <br />A)Doymuş:Yağ asidi zinciri çift bağ içermiyorsa doymuş yağ asididir. Doymuş yağ asitleri vücut dışında göreceli olarak oksidasyona dirençlidirler.<br />B)Doymamış:Yağ asidi zinciri bir veya daha fazla sayıda çift bağ içeriyorsa doymamış yağ asididir. Eğer yağ asidi iki veya daha fazla çift bağa sahipse, çift bağlar daima üç karbon arayla yerleşirler. Doymamış yağ asitleri havalı bir ortamda yavaşça ve kendiliğinden okside olur. <br /><br />Memeli dokularında bulunan hemen hemen tüm yağ asitleri düz zincirlidir. Oysa doğada bulunan yağ asitleri dallanmış zincirlidir<br />.Vücutta yapılmayan ve vücuda alınması gerekli olan yağ asitlerine esansiyel yağ asitleri denir. Esansiyel yağlar iki çeşittir: 1)Linoleik asit 2)Linolenik asit<br /><br /><br />• Yağ asitlerinin sentezlenmesi: İnsanlarda yağ asidi sentezi başlıca karaciğer ve süt salgılayan meme bezlerinde, bir yere kadarda yağ dokusu ve böbrekte meydana gelir. Bu sentezde ATP ve indirgenmiş adenin dinükleotid fosfat (NADPH) kullanılır. <br />Yağın memeli hayvan organizmasında diğer besin maddelerinden sentezlendiğide kanıtlanmıştır. Domuzun patates ve kepekle beslenmesine rağmen (karbonhidratça zengin diyet) çok yağlaması bu duruma bir örnektir.<br />(Karbonhidratların yağa dönüşümü glikozun glikoliz yıkımı ile başlar.) <br />Yağ Asitlerinden Yağ Sentezi<br />Biyosentezde oluşan yağ asitleri nötral yağlar olarak depolanırlar. Yağlar hayvansal ve bitkisel hücrelerin en önemli depo maddeleridirler. Karbonhidrat yerine yağın depolanması bazı faydalar sağlar. Yağlar kimyasal bakımdan gliserinin triaçil türevleridirler. Yağ asitleri genellikle 16-20 C atomu içerirler ve çoğu kez çift bağ taşırlar. Yüksek oranda doymamış yağ asitleri insanlar ve büyük hayvanlar için zorunlu besin bileşenleridirler. <br /><br /><br /><br /><br />Mumlar <br />Doğal mumlar ( balmumu, bitkisel mum v.b ) değişik maddelerin karışımıdırlar. Ana bileşen olarak uzun zincirli, bir değerli alkollerin yüksek yağ asitleri ile oluşturdukları esterleri içerirler.<br /><br />Yedek Madde Olarak Yağlar<br />İnsan beslenmesinde ve çoğu hayvanların beslenmesinde yağalar önemli bir rol oynarlar. Yağlar kalorice çok zengin bir besin maddesidirler. Fakat yağların gerçek biyolojik önemleri yedek madde olarak görev yapmalarından ileri gelmektedir. Normal gereksiniminden fazla alınan besin maddeleri büyük ölçüde yağa dönüştürülürler ve uygun dokularda depolanırlar. Beslenmenin yetersiz olduğu zamanlarda tekrar parçalanırlar. Karaciğerdeki yağ diğer dokulara kıyasla çok çabuk dönüşüme uğrarlar. Yağlar kanda kilomikronlar ve lipoproteinler içinde taşınırlar. Organizma, besinlerle alınan yağları veya kendisinin yağ depolarını kullanmak isterse bunları parçalamak zorundadır. Bunun için ilk adım yağ asitlerinin ve gliserinin parçalanmasıdır.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />GLİSERİN<br />Gliserin tatlımsı, akışkanlığı az, renksiz bir sıvı, üç değerli alkol (trialkol)dür. Üç hidroksil grubunda bulunurlar. Gliserinin yağ asidi esterleri hayvansal ve bitkisel yağları oluşturur. Gliserin boya ve vernikler için reçine yapımında, besinlerde, ilaçlarda ve kozmetik maddelerde, nemlendirici ve yumuşatıcı olarak ve ayrıcada nitrogliserin yapımında kullanılmaktadır.<br /> Gliserin <br /> H<br /> <br /> <br /> O<br /> H <br /> C<br /> H H<br /> C <br /> O H <br /> H<br /> C<br /> H<br /> O <br /> H<br /><br /> <br /> GLİSERİNLERİN YAPISI<br /> <br /> ║<br />HO―CH½ H⅓C―(CH½)n―C―O<br /> | O CH½<br />HO―CH ║ |<br /> | H⅓C―(CH½)m―C―O―CH<br />HO―CH½ |<br /> HO ―CH½<br />Gliserin Diaçgliserin<br /> <br /> O O <br /> ║ ║<br />H⅓C―(CH½)n―C―O H⅓C―(CH½)n―C―O<br /> CH½ <br /> | O CH½ <br /> HO― CH½ ║ | <br /> | H⅓C—(CH½)m—C—O—CH <br /> HO― CH½ O | <br /> ║ CH½ <br /> H⅓C—(CH½)o—C— O <br /><br />Monoaçilgliserin Triaçilgliserin<br /><br /><br />Gliserin üç değerli bir alkol olduğundan mono-, di- ve tri ester oluşturabilir. Yeni isimlendirmeye göre monoaçil- diaçil- ve triaçilgliserin adını almışlardır. Triaçil-gliserinler çoğunlukla iki veya üç farklı asit içerirler. Doğal olarak bulunan yağlar daima çok sayıda triaçilgliserinin bir karışımı olurlar.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /> ÖZET OLARAK YAĞLAR (LİPİDLER)<br />Yağ asitleri, nötr yağlar, steroidler biyolojik önemi olan lipidlerdir. Suda çözünmezler yada çok az çözünürler. Aseton, alkol, eter gibi çözücülerle çözünebilirler. Yapılarını C, H ve O elementleri oluşturur. ayrıca fosfor ve azot da bulunabilir. Aynı miktarlarda yakıldıklarında en fazla enerjiyi yağlar verir. Genellikle yapı ve enerji ham maddesi olarak kullanılan yağlar trigiliserit halde bulunur. Oluşumları:<br /><br /> <br /><br /><br /><br /><br /><br />Yağ çeşitlerinden olan fosfolipidler hücre zarının önemli bir bileşenidir. Ayrıca şeker ve proteinle birleşerek glukolipit ve lipoprotein şeklinde molekülleri oluşturan yağalar da bulunur. Bu moleküller bir çeşit yağ olan steroidler vitamin ve hormon olarak görev yapar.<br /><br />Yağlar enerji vermelerini yanı sıra, ısı yalıtımı da sağlarlar. Yağ asitleri uzun karbon atomlarının oluşturduğu zincirleridir. Bu zincirlerde karbon atomlarının arasında çift bağ yoksa doymuş, bir yada birden fazla çift bağ varsa bunlara da doymamış yağ asitleri denir. Vücuda fazla miktarda alınan karbonhidrat ve proteinler yağa dönüştürülerek depolanır.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-1941646765154934832007-10-04T12:55:00.001-07:002007-10-04T12:55:38.006-07:00YAĞLARYAĞLAR<br /><br /><br />Yağlar insan vücudu için gerekli olan enerjinin en önemli kaynaklarından biridir. her bir gram yağda 9 kalori bulunur. Diğer kalori kaynakları olan karbonhidrat ve proteinlerin bir gramında 4 kalori, alkolün ise bir gramında 7 kalori bulunur. <br />Vücudumuz beslenme ile aldığı yağı depolar ,( vücudun yağ depolama kapasitesi sınırsızdır) enerjiye gereksinimi olduğu zaman bu depoları kullanır. Yağlar ayrıca A, D, E, K vitamini gibi yağda eriyen vitaminlerin emilimini sağlar, vücut ısısının korunmasını ve organların dış darbelerden korunmasını sağlar.<br />Ancak yağın fazlası obezite, kalp hastalıkları ve kansere neden olabilir. Önerilen günlük yağ alımı günlük gereksinim duyulan kalorinin % 25-35 ini karşılayacak miktarlarda olmalıdır.<br />Yağlar yağ asitleri denilen temel ünitelerden oluşur. Yağların tipleri çeşitli farklı özellikleri olan yağ asitlerinin değişik karışımı ile oluşur:<br /><br />Doymuş Yağlar: <br /><br />Genel olarak hayvansal gıdalarda bulunan doymuş yağlar fazla alındığında kolesterol düzeyini yükseltir, kalp hastalıkları, kanser ve şişmanlık için risk faktörleri oluşturur.Doymuş yağ asitlerinde yağ asidi zincirini teşkil eden karbonların zincir haricinde olan bağlarının hepsi Hidrojenle bağlanmıştır.Doymuş yağ asitleri insan vücudunda sentez edilirler.Hiç yağ yenmese bile bu tip yağ asitleri karbonhidrat ve protein metabolizması ile oluşan moleküllerden sentez edilebilir.<br />Et, tam yağlı mandıra ürünlerinde (peynir, süt ve dondurma), kümes hayvanlarının derisinde ve yumurta sarısında bulunur. Hindistan cevizi, hurma yağı ve kakao yağı gibi bazı bitkisel besinler de doymuş yağ bakımından zengindir. Doymuş yağlar oda sıcaklığında katı haldedirler. Ancak zeytinyağ, ayçiçek yağı, kanola yağı, soya yağı, yerfıstığı yağı gibi sıvı yağlar da çok küçük miktarlarda olsa bile doymuş yağ içerirler.<br />Doymuş yağlar vücutta hem toplam kolesterol, hem de kötü kolesterol olarak bilinen LDL (düşük yoğunluklu kolesterolün) yükselmesine neden olur.Bu da kalp hastalığı riskini arttırır.<br />Günlük alınan toplam kalorinin en fazla % 7 sinin diyetteki doymuş yağlardan gelmesi önerilmektedir. Örneğin günlük 2000 kalori alan bir kişi en fazla 140 kaloriyi diyetindeki doymuş yağlarla alabilir. Yağın her bir gramında 9 kalori olduğu düşünülürse günlük alınacak maksimum doymuş yağ miktarı 15-16 gr civarında olmalıdır.<br /><br />Doymamış Yağlar:<br /><br />Doymamış yağlar vücudun gereksinim duyduğu zorunlu yağ asitlerinin en iyi kaynaklarıdır.Oda sıcaklığında sıvı haldedirler ve büyük çoğunluğu bitkisel kaynaklıdır.Doymamış Yağ asitlerinde bir veya daha fazla karbonun birer bağı hidrojenle bağlanmamıştır. <br />Doymamış yağlar tekli (monoansatüre) ve çoklu (poliansatüre) yağlar olarak ikiye ayrılırlar.Tekli doymamış yağ asitleri insan vücüdunda sentez edilebilir.Tekli doymamış yağların günlük kalori gereksiniminin maksimum % 15 ini, çoklu doymamış yağ asitlerinin ise maksimum % 10'unu karşılayacak şekilde alınması önerilmektedir.<br />Tekli doymamış yağlar Zeytin ve kanola yağları, kabuklu yemişler ( fındık, fıstık, ceviz), kabuklu yemiş yağları (yer fıstığı ve badem yağları), avokado tekli doymamış yağları çok miktarda içerir. Bu yağlar oda sıcaklığında sıvı halde kalırken buzdolabına konduğunda yavaşça katılaşır.Çoklu doymamış yağlar gibi oksidasyona yatkın değildirler. Doymuş yağların yerine tekli doymamış yağların konması HDL kolesterol azalmasına karşı koyarken hem total hem de LDL kolesterolü azaltacaktır.<br />Çoklu doymamış yağlar: Diyette doymuş yağ asitlerinin yerine çoklu doymamış yağların konmasiyle LDL'de düşme sağlanabilir. Çoklu doymamış yağ asitlerinin omega-3 ve omega-6 yağ asitleri olmak üzere iki ana grup vardır.<br /><br />Omega-6 yağ asitlerinden (major omega-6 yağ asidi Linoleik Asittir) zengin bitkisel yağlar mısır özü, ayçiçeği, soya fasülyesi yağıdır.Vücutta Linoleik asit araşidonik aside metabolize olur, bir kısmı da gamma linoleik aside dönüştürülür. Linoleik asit vücutta serbest radikal oksidasyonuna yatkın olduğundan, diyette alınan linoleik asit miktarı total kalorinin %10'unu geçmemelidir.<br />Omega-3 yağ asitlerinin major yağ asidi Alfa Linoleik Asittir. Alfa linolenik asit vücutta eikosapentaenoik aside (EPA) ve dokosahexaenoik aside (DHA) metabolize olur. Eikozapentanoik asit ve dokosahegzanoik asit soğuk su balıklarında ( somon, sardalya, uskumru, ton balığı vs.) bol miktarda bulunmaktadır. Balıklardaki bu yağ asidinin kaynağı beslendikleri deniz yosunlarıdır. Omega-3 yağ asitleri trigliserid düzeyini düşürürler ve yemek sonrası trigliserid artışını da engellemekte çok etkindirler. Bu etki LDL- ve VLDL yüksekliği gösteren kombine hiperlipidemilerin tedavisinde yararlı olabilir. Bunların kalp koruyucu etkisi, ayrıca, koagülasyon eğilimini, aritmileri ve ani ölümü azaltmalarına bağlıdır . Omega-3 yağ asitlerini tüketenlerde koroner kalp hastalığına bağlı ölümler daha düşük bulunmuştur . Yapılan çalışmalarda etkili bulunan omega-3 yağ asidi dozu 850 mg ile 1.5 g'dır. Günde yağlı bir porsiyon balık yenmesi ile yaklaşık 900 mg omega-3 yağ asidi alınabilmektedir. Bu nedenle haftada en az 2 defa balık yenilmesi (300 g) önerilmektedir. Diğer bir omega-3 yağ asidi, alfa-linoleik asitin de MI riskini azalttığını gösteren çalışmalar vardır. Bu nedenle omega-3 yağ asitlerinin diyetle alınımı arttırılmalıdır. Omega-3 yağ asitleri yağlı deniz balıklarından başka bazı bitkilerde keten-tohumu ve yağında, kanola yağında, soya yağında ve fındıkta bulunmaktadır. Günde 5-6 adet gibi az miktarda fındık yenmesinin küçük bir yararı sözkonusu olabilecekken, total kaloriyi ve omega-6 yağ asitleri alımını da arttıracak şekilde daha fazla tüketilmesinin bir itiyat haline gelmesinden, kaçınılmalıdır.<br />Omega-6 ve Omega-3 yağ asitlerinin ne oranlarda alınması gerektiği konusunda henüz tam bir görüş birliğine varılmamıştır. Son zamanlarda diyetle alınacak Omega-6/Omega-3 oranının 3/1 olması gerektiği konusunda yoğunlaşılmıştır. Ancak 1/1 olması konusunda da görüş bildiren çalışmalar vardır. Kaba olarak diyetle alınan omega-3 ü arttırmak, omega-6 yı ise sınırlamak akılcı olacaktır.<br /><br />Trans Yağlar:<br /><br />Trans yağlar, sıvı bitki yağlarının hidrojenizasyonu ile oluşan yağlardır.Yağ ne kadar hidrojene ise oda sıcaklığında o kadar katı olacaktır. <br />Hidrojenize bitkisel yağlar ile pişirilen yiyeceklerde bulunurlar. Krakerler, margarinler, patates cipsleri, patlamış mısır, kremalı-karamelli bisküviler, şekerlemelerde bulunur. Trans yağları bazı et ve mandıra ürünlerinde de doğal olarak bulunabilir.<br />Trans yağlar en tehlikeli yağlardandır. Vücuttaki LDL(kötü kolesterol) düzeyini yüksellttiği gibi HDL (iyi kolesterol) düzeyini de düşürür.Ayrıca kanser riskini (özellikle göğüs kanseri) arttırdığı düşünülmektedir. Kaçınılması gereken yağlardır.<br /><br /> <br /> <br /> Yağ Doymuş Tekli doymamış Çoklu doymamış Trans <br /> Kanola yağı 7 58 29 0 <br /> Ay çiçeği yağı 11 20 67 0 <br /> Mısır yağı 13 24 60 0 <br /> Zeytin yağı 13 72 8 0 <br /> Soya yağı 16 44 37 0 <br /> Yer fıstığı yağı 17 49 32 0 <br /> Hurma yağı 50 37 10 0 <br /> Hindistan cevizi yağı 87 6 2 0 <br /> Yemeklik Margarin 22 29 29 18 <br /> İç yağı 39 44 11 1 <br /> Tere yağı 60 26 5 5dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-5999665486419030732007-10-04T12:54:00.001-07:002007-10-04T12:54:09.149-07:00YAĞMUR ORMANLARIYAĞMUR ORMANLARI<br /><br /><br />Günümüzden dört yüz milyon yıl önce eğrelti otları tüm dünyayı sarmış durumdaydı.Daha sonra farklı yaprakları,gövdeleri ve serpilen dalları olan ağaçlar ortaya çıkmaya başladı.Yepyeni ve muazzam dönem Tropik Yağmur Ormanları Dönemi başladı.Orman, ışık ve besin için mücadele eden bitkilerin bir dokuması haline geldi.Çeşitli hayat formları oluştu.Durağan canlılar; mantarlar,bitkiler ve ağaçlar hareketli bir hayatı besledi.Sabahları nemli ve güneşten ısınmış hava yükselmeye başlayarak öğle vakti bulutlarının başlangıcı oldu.Yeryüzünde zaman başladığından beri her gün güneş enerji ve sıcaklıktan oluşan bir şerit çizdi.Bu şerit ekvatoru saran bir kuşaktır.Bu şekilde her gün alınan güneş ve su bitki örtüsünü besledi.Yavaşça her hayat biçimini şekillendirip değiştirdi.<br /><br />Şafak vakti gecenin oniki saati gecenin oniki saatine dönüşür.Farklı mevsimler yok,sadece ışık ve karanlık,yağmur ve güneş ışığı var.Bu haftadan haftaya,aydan aya,yıldan yüzmilyonuncu yıla sürdü.Bu dönüşüm içinde yeryüzünün gördüğü tek başına yaşayan en büyük canlısı ormanın yapı taşları ağaçlar büyüdü.Ağaçlar yeşeren binlerce farklı bitkinin bir çeşitliliğidir.Ama neden bu kadar çok şekil ve renkteler.Böyle bir çeşitliliğe nasıl ulaştılar?<br /><br />Her karmaşık organizmanın kökleri daha basit olanına dayanıyor.Değişik hayat biçimlerinin ataları dünyadaki ilk yaratıklardan gelir.Her bir birey tesadüfi olarak ebeveynlerinden oldukça farklıdır.Bazen farklılıklar hayatta kalmak için bir avantaj sağlar.Evrimin baskısı altında bazıları hayatta kalmayı başarırken bazıları yok olur ve milyonlarca yıllık evrimden sonra küçük değişiklikler ortaya çıkmaya başlar.Bunca zamanlık evrim sonunda doğanın sihri gibi görünen bütün bu olaylar gündelik hayat olur.Türlerin sayısı ve çeşitliliği hızla artar.Ormandaki her yarığı ve deliği doldurur.Orneo,Tayland,Kongo,Amazon,Hindistan ve Amerikanın merkez bölgeleri bu muhteşem ormanlarla kaplıdır.<br /><br />Farklılıklar büyük değişikliklerle rahatsız edilmezse daha çok farklılık doğurur.Dinozorlarla akraba olan kuşlar birçok boy ve çeşitlilik gösterirler.Farklı meyve ve çiçeklerden beslenerek ormana polen ve tohumları dağıtırlar.<br /><br /> Her gün her yıl ve yüzyıllar bu şekilde devam eder.Bazı ağaçlar yüzyıl yada daha fazla yaşarlar sonra devrilir,ölürler.Devrilen bu dev ardında bitkilerin ve genç ağaçların çabucak dolduracağı büyük bir boşluk bırakır.Ağaçların hammaddesinde saklı olan enerji hiçbir zaman kaybolmaz,yada ziyan edilmez.Terlikler çabucak iş başı eder ve orman toprakları bir zamanlar verdiğini geri alır.Sistem içersinde her şey dönüştürülür.Yeni ağaçlar çabucak boşlukları doldurur.Bir yıllık bir sürede ormanın sık dokulu kubbesi tekrar oluşur.<br /><br /> Beslenme ve yaşanacak yer ihtiyacı karmaşık davranış alışkanlıklarını doldurur.Zaman ve koşullar bir karınca türüne mantarlara besin olması için yaprakları hasat etmeyi öğretir.Mantar büyüdükçe bütün yaprakları çürütüp karınca besinine çevirir.Bu tarz yakın ilişkiler.Çok hassastır ve biri diğeri yok olmadan yok olmaz.Bu tarz simbiyotik uyum ormanın her yerinde görülür.Bir tür hayatta kalabilmek için bir yere bağımlıdır ve hepsi birden ağaçlara bağımlıdır. <br /> <br /><br /> <br /><br />Her santimetrekaresinden hayat fışkıran yağmur ormanları, yeryüzünün en zengin bitki ve hayvan türlerini barındırıyor.Yağmur ormanları, belki de ömür boyu yalnızca resimlerini görebileceğimiz,belgesellerde izleyebileceğimiz ve hayal edeceğimiz bir yer olarak kalacak bizim için; ancak varlıkları, onlardan binlerce kilometre uzakta olsak da hayatımızı ummadığımız ölçüde etkilemeye devam edecek. Soluduğumuz havadaki oksijen miktarından tutun, kullandığımız ilâçlardaki maddelere; afiyetle yediğimiz çikolatadan, muza kadar hayatımızın her alanında yağmur ormanları ile birlikteyiz. Dünyadaki oksijenin %20 si Amazon Ormanlarında tatlı su kaynaklarının üçte ikisi Amazon Nehri’nde bulunuyor. <br /> <br />Tablonun siyah yüzüne geçmeden önce isterseniz önce şu sorulara cevap arayalım:<br />Nedir “yağmur ormanı?” Ve neden bu şekilde isimlendirilmiştir? <br /><br /> <br /><br />Yağmur ormanları, ağaçların, bitki türlerinin çok fazla olduğu ve yılın her gününde yağmur alan bir bölge—23,5 derece kuzey ve güney paralelleri arasında bulunuyor. Brezilya, Zaire ve Endonezya en büyük yağmur ormanlarına sahip olan ülkeler. Brezilya, dünyadaki yağmur ormanlarının yaklaşık yüzde 30’una sahip.Endonezya, yaklaşık yüzde 10 ve Zaire ise yüzde 9. <br /><br />Tropik yağmur ormanlarına yılda yaklaşık 4 metre ile 10 metre arasında yağmur<br />yağıyor. Yıl boyu sıcaklık 25-35 derece arasında kalıyor ve çok fazla değişmiyor.Hayatın kaynadığı bir yer. Biz elimizi sürmeden önce karaların yüzde 16’sını kaplayan yağmur ormanları şimdi yalnızca yüzde 6’lık bir alan kaplıyor. Her yıl Büyük Britanya adası kadar bir bölge yok oluyor. Bazı bölgelerde bu yok oluş macerası daha hızlı gerçekleşiyor. —örneğin Madagaskar yağmur ormanlarının %90 ‘ı yok olmuş durumda. Bu kadar az yer kaplamakla beraber yeryüzündeki bitki ve hayvan çeşitlerinin yaklaşık yüzde 50’si tropikal yağmur ormanlarında yaşıyor. Yağmur ormanlarında her yerden hayat fışkırı-yor. Renkli ve zengin bir çeşitlilik her santimetrekarede kendini gösteriyor. Yalnızca altı kilometrekarelik bir alanda 1500 çiçekli bitki türü, 750 ağaç türü, 400 kuş, 150 kelebek, 100 sürüngen ve kırk binden fazla böcek türü bulunuyor. Tüm kuş çeşitlerinin yüzde 30’u, damarlı bitki çeşitlerinin yüzde 70’i burada yaşıyor. Ancak yağmur ormanlarının tahrip edilmesi sonucunda, saatte dört, günde yaklaşık yüz tür kaybediyoruz. Son zamanlarda her on yılda bir, yağmur ormanlarında yaşayan türlerin yüzde 5-10 oranındaki kısmının soyu tükeniyor. Türler birbirine bağlı yağmur ormanlarında yaşayan canlılar birbirine sıkı sıkıya bağlı bir ailenin üyeleri gibiler. Kuşlar ve memeliler ağaçların meyvelerini yiyor, Amazon Nehrinde yaşayan bir balık türü ağaçlardan düşen meyvelerle besleniyor. Ağaçlar da, çekirdeklerinin etrafa yayılması ve çoğalmak için hayvanların, onların meyvesinden yemesine muhtaçlar. Bazan bu bağımlılık öylesine güçlü oluyor ki, türlerden biri tükendiğinde diğeri de tükeniyor.<br /><br /> Böyle bir olay on dokuzuncu yüzyılda gerçekleşmiş. Hint Okyanusundaki bir adada insanların av merakı yüzünden Dodo kuşlarının soyu tükenmiş. Ardından Calvaria isimli ağacın çekirdekleri etrafa yayılmaz olmuş. Bilim adamları, çekirdekleri Dodo kuşu gibi sindiren başka bir kuş türünü adaya getirerek ağacın yok olmasını önlemişler.Kat kat hayat Dünyadaki en zengin ve en karmaşık ekosistemin bulunduğu yağmur ormanlarını, bilim adamları, dört ayrı katmana ayırıyor. Her katmanın çevre şartları ve içinde yaşayan canlılar farklı. Bu katmanlar, ısı, aldığı güneş ışığı miktarı, nem oranı ve içinde yaşayan farklı hayat formlarına göre ayrılıyor.<br /><br /> EMERGENTS : Ortalama kanopi yüksekliğinden çok daha büyük çok yüksek ağaçlar. Bunlar birçok kuş ve böceği barındırırlar. Emergents, en uzun ağaçların tepesini içerir ki bu yükseklik ortalama kanopi yüksekliğinden çok daha fazladır (81 metreye varan yükseklik). Bu tabaka (al makav gibi) birçok kuşa, böceklere ve bazı diğer hayvanlara ev sahipliği yapar.<br />KANOPİ : Ağaçların üst kısmı. Bu yapraklı ortam tropik yağmur ormanının yaşam dolu bölümüdür. Böcekler, kuşlar, sürüngenler, memeliler ve diğerleri bu katmanda yaşarlar. <br />Kanopi ağaçların üst kısmına verilen isimdir (yaklaşık20 - 40 m yükseklik). Bu yapraklı bölge yaşamla doludur: böcekler, örümcek, akrep cinsi hayvanlar, birçok kuş türü (kemik gagalı tukan, al makav, guguk ve boynuzgaga (hornbill) gibi), memeliler (komik maymun -howler monkey ki dünyanın ikinci en gürültücü hayvanıdır ve orangutan gibi), sürüngenler, (yılanlar ve kertenkeleler gibi), ve diğerleri. Kanopideki bitkiler kalın, yılansı gövdeler ve asalak bitkiler (hava bitkileri) içerirler. Yosunlar, likenler ve orkideler gibi ağaç üstünde büyüyen bitkileri örnek olarak verebiliriz.<br />UNDERSTORY (ALTÖYKÜ) : Yaprakların altında fakat zeminin üzerindeki karanlık, serin ortam. Altöykü yaprakların altında fakat yerin üzerinde karanlık ve serin bir ortamdır. Bu bölgede büyüme ışığın çok az olması nedeniyle sınırlıdır. Burada kısa, yapraklı ve çiçeksiz çalılar, eğreltiler ve asma türleri bulunur. Bu türler ışığı ve verimsiz toprağı süzebilirler. Bu bitkilerin bazıları, çalılar, palmiyeler, filodendronlar ve ağsı bitkilerdir. Altöyküde yaşayan hayvanlar; böcekler (kınkanatlılar ve arılar), örümcek ve akrep türleri, yılanlar, kertenkeleler ve küçük memelilerdir (kinkaju gibi). Bu canlı türleri ağaç içleri ve üstünde yaşayabilen türlerdir. Jaguar gibi daha büyük bazı hayvanlar da, av için etrafı gözlemek amacıyla bu bölgede çokça zaman harcarlar.<br />ORMAN TABANI : Hayvan yaşamıyla ve özellikle böceklerle dolu bölge. Yağmur ormanındaki en büyük hayvanlar genellikle burada yaşarlar. Orman tabanı hayvan yaşamıyla doludur. Bunlar özellikle böcekler ve örümcek akrep türü hayvanlardır (tarantula gibi). Goril, karıncayiyen, yabandomuzu, tapir, jaguar gibi yağmur ormanlarındaki en büyük hayvanlar genellikle burada yaşarlar. <br /> Tropikal kuşaktaki bir ormanın diğer ormanlardan oldukça farklı bir yapısı vardır. Bir yağmur ormanında, geniş gövdelerinde çeşitli liken ve mantar türleri bulunan yaklaşık 50 metre uzunluğundaki ağaçlar yer alır. Çok sayıda kuş, böcek, hayvan türü, bu ağaçların üst tabakasında yaşamlarını sürdürür. Yüksek ağaçların altında, palmiye, sedir, maun, incir gibi orta boy çeşitli ağaçlar bulunur. Bunların gövdeleri de renk renk orkideler, kaktüsler, eğrelti otları ve yosunlarla kaplıdır. Ormanın en alt tabakası olan ot katı ise, oldukça sık bir bitki örtüsü oluşturur ve büyük bir zenginlikteki böcek, bakteri ve mantar türlerine ev sahipliği yapar. Kısacası, bir yağmur ormanının en karakteristik özelliği, insanı şaşkına çeviren canlı çeşitliliğidir.<br />Söz konusu çeşitliliği gözünüzde canlandırabilmeniz için birkaç örnek verelim: Bir hektar (10.000 metre kare) tropikal orman 600'den fazla ağaç türü barındırabilir. Amazon Havzası'nın bir bölgesinde, bir gün içinde, 440 tür kelebek toplanabilir. Tek bir ağacın üzerinde 43 ayrı karınca türü ; 650 farklı böcek türü görülebilir.Yine bu bölgedeki bir kilometre karelik ormanlık alanda yüzlerce tür kuşa rastlamak mümkündür; balıkçıllar, ağaçkakanlar, karabataklar, doğanlar, kartallar ve daha yüzlerce tür. Kuşların yerini geceleri aralarında vampir yarasaların da bulunduğu<br />onlarca tür yarasa alır. Bunların yanında tapirlerden maymunlara, geyiklerden mandalara, bildiğimiz ya da adı daha konmamış binlerce tür hayvan yaşar.Borneo'da 10 ağaçtan örnek alındığında, 2.800'den fazla eklem bacaklı hayvan türü bulunabilir.Tropikal ormanlarda yaşadığı tahmin edilen böcek türü sayısı milyonlarcadır. Amfibi ve sürüngen türlerinin sayısı 400’ün üzerindedir. Yalnızca yılanların 90 türü bulunur.<br />Burda bahsedilen sayılar belirli bir ortamdaki canlıların toplam sayısı değildir; canlı türlerinin sayısıdır. Bu muazzam sayılara ek olarak insanda hayranlık uyandıran diğer bir olgu da, yağmur ormanlarındaki kimi uzmanlara göre milyonlarca, kimilerine göre on milyonlarca canlı türünün mükemmel bir uyum ve iş birliği içinde yaşamasıdır. <br />Bir doğa bilimci 10 yılı aşkın bir süredir incelediği ağaç grubunun tepelerinde 28000’den fazla bitki türünün yaşadığını gözlemlemiş ve bu inanılmaz derecede bereketli bitkilerin ne işe yaradıklarını, ağaçlara ve kuşlara olan etkilerini araştırmıştır. Ve bu epifitlerin ormanın yeşil örtüsündeki mineral besinlerinin neredeyse yarısını barındırdığını görmüştür. <br />Genellikle yağmur ormanları toprağının zengin ve verimli olduğu sanılır. Ancak bu kanaatin doğru olmadığı kısa bir zaman önce anlaşılmıştır. Bu ormanların toprağı diğer ormanlarınkine kıyasla besin açısından fakirdir. Nasıl olup da fakir topraktan çok zengin bitki çeşitliliği çıktığı sorusuna gelince, bunun yanıtı yağmur ormanı ekosisteminin kusursuz tasarımındadır.<br />Bitkilerin gelişmesi için gereken minerallerin çoğu,tropikal topraklarda sınırlı miktarda bulunur.Minerallerin az olmasının nedeni,bu toprakların binlerce yıl boyunca yoğun yağmurlarla yıkanmış olmasıdır.Bitkiler için gereken ve toprakta eriyik halde bulunan mineraller,yağmurun etkisiyle yer altı sularına iner ve daha sonra nehirlere karışarak okyanusa dökülür. Geriye sadece kum ve çakıllardan oluşan alt tabaka kalır.<br />Toprak bu kadar verimsiz olmasına rağmen hasılası çoktur.Bunun nedeni besinlerinin çoğunun toprakta değil de bitkilerin kendisinde bulunmasıdır.Bitki ve hayvanların yaşamlarının sona erip çürümesiyle ortaya çıkan mineraller bitkiler tarafından hızlı bir şekilde emilir (Amazonlarda yapılan araştırmada,toprağa bırakılan radyoaktif kalsiyum ve fosforun %98’nin ağaç köklerinde bulunduğu saptanmış).Tüm bunlar yağmur ormanlarındaki döngünün ne kadar hızlı,aynı zamanda da ne kadar hassas olduğunu gösterir. Herhangi bir müdahale bu kırılgan düzenin bozulmasına ve besinlerin çok hızlı yok olmasına sebep olabilir.Bitkilerde birikmiş bu besinlerin kaybolması halinde toprağın, yerin metrelerce altındaki mineral sağlayan kayaçlardan beslenmesi neredeyse imkansızdır.<br />Tropikal ormanlardaki canlı çeşitliliği, bir bütün halinde ve karşılıklı hassas dengelere dayalı olarak oluşmuştur. Örneğin, yağmur ormanının tabanında yaşayan mikroskobik canlılar, minik böcekler ve mantarları ele alalım. Bunlar dev ağaçlar ve küçüklü büyüklü hayvanlara kıyasla oldukça küçük boyutlardadır; ancak önemli görevler üstlenirler: Ormanın temizliğinden ve toprağın verimli duruma getirilmesinden sorumludurlar. Ağaçlardan düşen yaprak ve dalları, ölü hayvanları değerlendirerek ekosisteme geri kazandırırlar. Böylece hiçbir şey israf edilmez. Profesör Edward Wilson bu mekanizmanın önemini şöyle anlatır: "Yaprak kesenler ve diğer karınca türleri, bakteriler, mantarlar, termitler ve akarlarla birlikte ölü bitkilerin çoğunu işler ve besleyici maddeleri bitkilere geri döndürerek büyük tropik ormanları hayatta tutar." <br />Yağmur ormanlarında kaç milyon canlı türü yaşadığını hala bilmiyoruz. Ancak şunu çok iyi biliyoruz: Bu ekosistemlerdeki her türün görevi ve önemi farklıdır ve milyonlarca tür mükemmel bir uyum içinde yaşamaktadır. Bu gerçek, Bilim ve Teknik dergisinde Amazon'daki yağmur ormanlarının anlatıldığı bir makalede şöyle dile getirilir: "Amazon Havzası'ndaki bu karmaşık ekosistemde türlerin sürekliliği birbirlerinin yaşamına sıkı sıkıya bağlıdır. Bitki ya da hayvan olsun, her bir tür, bu milyon parçalı sistemin küçük bir bölümüne katkıda bulunur. Ağaçların, ağaçlardaki epifitlerin (toprakta köklenmeye gereksinim duymayan bitkiler) ve mantarların, maymunların, vampir yarasaların, kartalların, papağanların, ırmaktaki timsahların, piranhaların ve nilüferlerin, gözle görülmeyen mikroorganizmaların, içinde yaşadıkları bu dev ekosisteme hepsinin farklı katkıları vardır. Burada çok hassas dengeler söz konusudur. Yağmur ormanı tüm bu türlerle birlikte var olur. Tek bir türün bile ortadan kalkması birçok dengeyi bozar."<br />Ormandaki bazı türler arasında öyle bir uyum vardır ki, biri olmadan diğeri de yaşayamayacak kadar birbirlerine bağımlıdırlar. Yağmur ormanındaki ağaçların %90'ı tohumlarını yaymak için hayvanlara ihtiyaç duyarlar. Diğer taraftan, böcek larvaları, tırtıllar, kuşlar ve diğer hayvanlar da bu ağaçların tohumlarıyla beslenirler. Örneğin, incir ağacı türleri ile incir sineği türleri birbirlerine öylesine bağımlıdırlar ki, ayrı olarak soylarını devam ettiremezler. İncir sinekleri olmasa incir ağaçları kendi kendilerini dölleyemezler; incir ağaçları olmasa incir sinekleri doğal yaşam alanlarından yoksun kalırlar. Tropikal bölgelerdeki 900'den fazla incir türünün her biri için farklı bir tür incir sineği bulunur.<br />. Barındırdığı milyonlarca canlı türü, dünyanın iklim sistemine ve oksijen çevrimine önemli katkılarıyla yağmur ormanları yalnızca doğabilimciler için değil, tüm doğaseverler için yeryüzünde bir cennettir.<br /><br /><br />Yağmur Ormanlarında Yaşayan Halk<br /> Tropik yağmur ormanlarında yaşayan birçok yerli halk grubu bulunmaktadır. Brezilya ve güney Venezuella'nın Amazon yağmur ormanlarında yaşayan Yanomamo kabilesinde olduğu gibi, bu grupların çoğu yüzlerce ya da belki binlerce yıldır dağınık köylerde yaşamaktadırlar. Bu kabileler yiyecek, giyecek ve ev gereksinimlerini temelde ormanlardan elde ettikleri malzemelerle sağlamaktadırlar. <br /><br /> Orman halkı çoğunlukla bir araya toplanmış avcılardır; yiyeceklerini et için avcılık yaparak (balık için balıkçılık) ve yenilebilir bitkileri toplayarak sağlarlar. Bir kısmının aynı zamanda ormandan arındırılmış alanlarda küçük bahçeleri de vardır. Yağmur ormanındaki toprak fakir olduğundan, bu alanlar birkaç yılda yerini ormandan arındırılmış yeni alanlara bırakmak zorunda kalır.<br /><br /> Binlerce yıldır ormanda yaşayan yerliler, ormanla şaşılacak bir uyum içindedir; onu çok iyi tanır ve kaynaklarını çok akıllıca kullanırlar. Kanolarını hangi ağaçtan yapılacağını, hangi ağacın yakacak olabileceğini, ok, yay ve kalkan yapımında hangi ağacın seçilmesi gerektiğini bilirler. Yenilebilen ve de kesinlikle yenilmemesi gereken bitkileri tanırlar. Dokumada, boya yapımında, tedavide kullanılacak yağ çıkarılabilecek bitkileri bilirler. Ormanda ilkel yöntemlerle tarım yaparlar. Yerli kabileleri küçüktür. Bu nedenle gereken tarım arazisi de küçüktür. Tarım yapacakları orman bölgesindeki ağaçları, uygun dönemde kesip kurumaya bırakırlar; sonra da<br />yakarlar. Küllü toprak, bitkiler için besin yönünden zengin bir yatak oluşturur. Tatlı patates ve muzun da içinde bulunduğu 50’ye yakın bitki yetiştirirler.Ancak toprak, verimliliğini bir-iki yıl içinde yitirir. Bunun üzerine yerliler de bu alanda tarım yapmayı bırakır, yeni bir alana geçerler. Terk edilen tarım alanı da kısa bir süre içinde yeniden ormana dönüşür. Bu tarımsal etkinliğin ormana herhangi bir zararı olmaz. Yerliler tarımla uğraşmanın yanı sıra avlanır ve balık tutar. Hayvanlar onları fark etmeden çok önce, onlar hayvanların seslerini duyar, ayak izlerini ayırt eder ve hatta kokularını alırlar. Yerliler çevrelerindeki bitkilerden ve avladıkları hayvanlardan çok çeşitli amaçlarla yararlanırlar. Örneğin yalnızca palmiyeden, yiyecek, yakıt ve cila elde ederler; yağını çıkarır, liflerini dokur ve ilaç olarak kullanırlar; ondan olta iğnesi yaparlar; gövdesinden tarak, bardak, oyuncak, çalgı, ok ve kalkan yaparlar. Kısacası yerliler için orman bazen manav ya da kasap bazen eczane ya da hırdavatçı bazen de oyuncakçıdır.<br /> Yerli halkın nüfusu genel olarak azalmaktadır. Bunun birçok nedeni vardır. Ana sorun ise salgın hastalıklar (genelde Avrupalılarca getirilen çiçek, kızamık gibi) ve hükümetlerin toprağa el koymasıdır.<br /><br /><br /><br />BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞİN YOK OLUŞU<br /><br />Buradaki en büyük faktör: insan. 400 Milyon yıllık evrim dört dakikada bir elektrikli testere ile yok ediliyor. Yağmur Ormanları yeryüzünün %6’sını, yani Avusturalya kıtası kadar bir alanı kapsamakta. Günümüzde her yıl Tazmanya Adası’nın yarısı kadar bir yağmur ormanı alanı yok olmakta. Bu hızlı yok olma sürecinde küçük canlı türleri daha fazla fazla etkilenmesine rağmen insanların ilgisini genellikle daha büyük türler, özellikle memeli hayvanlar çekmekte. Pandaların, kaplanların, gorillerin, gergedanların yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olması sempati toplarken, her gün onlarca küçük türün bir daha görülmemek üzere yeryüzünden silinmekte olduğu gerçeği pek ilgi uyandırmıyor. Yeryüzünün son 500 milyon yıllık sürecinde canlılar altı’kez toplu yok olma olayı ile karşılaştılar. Bunların en sonuncusu 65 milyon yıl önce bir meteorun Meksika Körfezi’ne düşmesi sonucunda gerçekleşti ve bilindiği gibi özellikle dinazorların yok olmasına yol açtı.<br /><br />Tabii, diğer türlerin çoğu da bu olaydan nasibini aldı. Geride kalabilen bitki ve hayvan türleri 2 ile 5 milyon yıl gibi uzun bir evrim süreci sonunda biyolojik çeşitliliği yeniden ortaya çıkardı. Bilim adamları yeryüzünün 7'inci toplu yok olma olayı ile karşı karşıya olduğuna inanıyor. Eğer ormanların ve mercan kayalarının yok olması bugünkü hızı ile devam ederse 21'inci yüzyılın sonunda bitki ve hayvan türlerinin yarısı yok olmuş olacak. Daha az sayıda tür daha yaygın olarak dünyayı kaplamış olacak. Bunlar arasında karıncaların ve farelerin başta geleceği tahmin ediliyor. Bundan sonra, sadece günümüzde var olan tür sayısına ulaşabilmek için aradan milyonlarca yıllık bir evrim sürecinin geçmesi gerekecek. Yani, bir asır içerisinde yapılan tahribatı giderebilmek için doğa, milyonlarca yıl çalışmak zorunda kalacak. <br />Bu gidişi durdurabilmek için insanlığın ortak olarak hareket etmesi gerekiyor. Bilim yolu ile yeryüzünün ve üzerinde yaşayan canlı türlerinin tanınıp anlaşılması ve türlerini devam ettirmeleri için gerekli ortamların korunması gerekmekte.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />KAYNAKLAR:<br /><br />- Science Museum of Minesota , Rain Forest Belgeseli<br />- Bilim Ve Teknik Dergisi , Nisan 1999 Sayısı<br />- Atlas Dergisi , Kasım 2002 Sayısı<br />- M.Encarta Encyclopedia 2001 Dluxe Edition CD , ”Rain Forest”<br />- groups.yahoo.com<br />- sayisal.com.tr<br />- biltek.tubitak.gov.tr<br /> - The Amazon, National Geographic, Şubat 1995<br /> - Colinvaux, P., The Past and Future Amazon, Scientific American, Mayıs 1989<br /> - http://ethnobotany.org/amtg1.html<br /> - Encyclopedia Britannica<br /><br />-dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-59589930831392441312007-10-04T12:52:00.000-07:002007-10-04T12:53:03.537-07:00YAKIT HÜCRELERİGİRİŞ<br />BÖLÜM 1<br />YAKIT HÜCRELERİ<br /><br />BÖLÜM 2<br />YAKIT HÜCRESİ ÇEŞİTLERİ<br />Yakıt hücresi sistemleri çalışılan sıcaklık ve basınç aralığına göre çeşitlilik gösterir.(yüksek, normal, düşük) Aynı zamanda kullandıkları yakıt ve/veya oksidantlara göre de<br />• Gaz yakıt kulananlar (hidrojen, amonyak, hava ve oksijen)<br />• Sıvı yakıt kullananlar (alkoller, hidrazin, hidrokaronlar)<br />• Katı yakıt kullananlar (kömür, hidratlar)<br />olmak üzere çeşitlilik gösterir.<br /><br />Genel ve basit olarak yakıt hücresi sistemleri yukarıdaki farklılıklarından dolayı değil, kullandıkları elektrolit çeşidine göre sınıflandırılırlar:<br />• Alkali yakıt hücreleri<br />• Fosforik asit yakıt hücreleri<br />• Erimiş karbonat yakıt hücreleri<br />• Katı oksit yakıt hücreleri<br />• Katı polimer yakıt hücreleri<br /><br />2.1 Alkali Yakıt Hücreleri<br />Düşük sıcaklık aralığında çalışan bu hücrelerde elektrolit olarak konsantre (35-50 wt-%) potasyum hidroksit (KOH), yakıt kaynağı olarak saf H2 kullanılmaktadır. Ticari uygulamaları çok pahalı olan bu tür yakıt hücreleri üzerine bir çok şirket maliyetinin düşürülmesi ve işletim kolaylığının sağlanması için çalışmalar yapmaktadır.<br />2.2 Fosforik Asit Yakıt Hücreleri<br />Konsantre fosforik asidin kullanıldığı bu hücreler 160-220oC arasında çalışmaktadır. Düşük sıcaklıklar fosforik asidin iletkenliğinin az olmasından dolayı tercih edilmez.<br />2.3 Erimiş Karbonat Yakıt Hücreleri<br />Bu hücrelerde elektrolit olarak alkali karbonatların kombinasyonları kullanılır. Alkali karbonatların erimiş tuzlarının yüksek sıcaklıkta yüksek iletkenliklerinden dolayı çalışma sıcaklığı 600-700oC arasındadır. Bu hücre çeşidi Bölüm 3’te ayrıntılı olarak incelenmiştir.<br />2.4 Katı Oksit Yakıt Hücrelerİ<br />Bu hücrede kullanılan elektrolit katı metal oksittir. Uygulama sıcaklığı 650-1000oC arasındadır. Hücre üretiminin zor ve maliyetinin de oldukça yüksek olmasından dolayı ticari alanda en az gelişme gösteren yakıt hücreleridir.<br />2.5 Katı Polimer Yakıt Hücrelerİ<br />Bu hücrelerde kullanılan elektrolit iyon değiştirici bir membrandır. Bu membran iyi ir proton değiştiricidir. Bu hücrelerde bulunan tek sıvı sudur ve diğer hücrelere göre korozyon çok azdır. Elektrolit sızıntısı problemi de bulunmamaktadır. Düşük sıcaklıkta çalıştığından ulaşım araçları için uygun bir yakıt hücresi tipidir.<br />Tablo 2.1<br />Tablo 2.2<br />BÖLÜM 3<br />ERİMİŞ KARBONAT YAKIT HÜCRELERİ<br />Bu hücreler 600-650oC arasında çalışmakta olup yüksek verimliliklerinden dolayı diğer sistemler arasında çok önemli bir yer teşkil etmektedir.<br />Şekil 3.1<br />Şekil 3.1 de diğer hücre çeşitleri ve bunların karşılaştırılmaları görülmektedir. Erimiş karbonat yakıt hücresinde anotta;<br /><br />H2 + CO3-2 H2O + CO2 + 2e-<br /><br />CO + H2O CO2 + H2<br /><br />Katotta;<br />½ O2 + CO2 + 2e- CO3-2<br /><br />reaksiyonları gerçekleşmektedir.<br />Havanın içindeki oksijen ve karbondioksit hava elektrodu da denilen katoda beslenir. Burada karbonat (CO3-2) üretmek üzere bir dış devre ile sağlanan elektronlar oksijen ile reaksiyona girer. Oluşan CO3-2 yakıt elektrodu da denilen anota doğru hareket eder. Anota beslenen yakıt içindeki H2, CO3-2 ile reaksiyona girerek su oluşturur. Elektronlar katoda bir dış devre ile taşınır ve reaksiyonun tekrarlanmasıyla sürekli elektrik oluşumu sağlanır.<br /><br />Değişik sıcaklık ve basınçta denge potansiyeli (E) ile standart potansiyel (Eo) arasındaki ilişki Nerst Denklemi ile ifade edilmektedir :<br /><br />E = Eo + ln + ln <br />a: anot<br />k: katot<br />E: denge potansiyeli<br />Eo: standart potansiyel<br />P: gaz basıncı<br />R: gaz sabiti<br />T: sıcaklık<br /><br />Erimiş karbonat yakıt hücresinin bileşimi ve ileşenlerin akış yönleri ayrıntılı olarak şekil 3.2 de görülmektedir.<br />Şekil 3.2<br />Erimiş karbonat yakıt hücreleri, yüksek sıcaklıkta çalışması ve elektrolitin yapısından dolayı diğer hücrelerden farklılık gösterir. Çalışılan yüksek sıcaklık, sistemin genel veriminin yüksek olmasında önemli bir etken olmaktadır. Kullanılan yakt çeşitlerine de büyük bir uyum göstermektedir.<br /><br />Bu hücrelerde kullanılan katot partikülünde sayısı çok fazla ve çok küçük olan gözenekler bulunur. Böylelikle yüzey alanı kolayca ıslanabilir. Katotta Li2CO3 , Na2CO3 , K2CO3 gibi alkali karbonatlarla ve bunların belli oranlarda karışımlarıyla çalışmalar yapılmaktadır.<br /><br />BÖLÜM 4<br />LİTERATÜR ARAŞTIRMASI<br /><br />Buraya NiO nun yarattığı prob. Yaz. Giriş gibi<br /><br />4.1 Ni-Cen Katotlar<br /><br />Seryum ile sinterleme metodu uygulanarak birleştirilen Nikel oksit katotlardır. Deneysel prosedür şu şekilde gerçekleştirilmiştir:<br /><br />Metalik nikel tozları 70oC de vakum altında kurutulur. 500oC sıcaklıkta 3 saat azot ile, sonra da yine aynı sıcaklıkta 1 saat indirgeyici gaz karışımı içinde tutulur. Sinterleme olayı bu gaz karışımı (N2:H2 , 25:1) içerisinde 2 adımda gerçekleşir. Bunlar sırasıyla katod formunun verilmesi ve sıkıştırmadır. CeO2 nin oluşumu sinterleme prosesine engel olduğu sürece operasyon sıcaklığı arttırılır. Bu yolla kütlece %0.3, 0.5, 1.0, 1.5, ve 5 lik CeO2 (Ni-Cen) katot numuneleri hazırlanır. Bu örneklerin korozif etkilerinin belirlenmesi için 80 CO2 / 20 O2 oksitleyici gaz karışımı altında 650 oC de 62 Li2CO3 / 38 K2CO3 ötektik erimiş karbonatına batırılarak etki incelenir.<br /><br />Tablo 4.1 Numunelerin karakteristik incelenmesi<br /><br />Micrometrics Pore sizer 9310 ile belirlenmiş numune porozitileri Tablo 1 de görülmektedir. Gözenek yüzdesine bakıldığında oksidasyon prosesinin nikel oksit örneğinin gözenek boyutunda azalışa sebep olduğu ve bu azalışın Seryum ihtiva eden örneklerde daha yavaş gerçekleştiği görülmektedir. Gözenekler homojen olup, ortalama çapa göre tutarlıdır.<br /><br />SEM(ISI DS-130) ile katot numuneleri morfolojik olarak incelenmiş ve Ni katotlarla Ni-Cen tipi katotların aynı morfolojik özelliklere sahip olduğu görülmüştür.<br /><br />Şekil 4.1<br />Nikel katotlarda korozyon önemli bir problem olduğu için, öncelikle Seryum ihtiva eden katotların korozif etkisi incelenmiştir. Bunun için 200 saat deney süresinde hazırlanan numuneler için Nikel çözünme hızları belirlenmiştir. Kütlece % 0.3-1 Seryum ihtiva edenlerde minimum çözünme hızı görülmüştür.<br /><br />Şekil 4.2<br /><br />Bunun yanında yüksek seryum ihtiva eden numunelerde de ayrılmış CeO2 partikülleri görülmüştür. Nikel oksit yüzey tabakaları Seryum ihtiva edenlere göre daha sıkı bir yapıdadır. <br /><br />Nikel oksit katotlarda nikel çözünmesinin zamana göre hızı, korozyonun sabit şartlarda gerçekleşmediğini göstermektedir. Karbonatta alıkonma süresine bağlı olarak numune yüzeyini şartlarının değiştiği ve yüzeydeki değişimin de koroziviteye etki ettiği görülmektedir.[ ]<br />4.2 LC-NiO Katotlar<br /><br />Bu bölümde Nikel oksidin PVA assisted sol-jel metodu kullanılarak LiCoO2 ile kaplanmasıyla LC-NiO katodunun oluşturulması ve u katodun özelliklerinin incelenmesi yeralmaktadır.<br /><br />LC-NiO katodunun hazırlanması şekil 4.3 deki prosedüre göre yapılmaktadır.<br /><br />Şekil 4.3<br />İlk olarak lityum asetat ( CH3COOLi.2H2O ) ve kobalt asetat ( Co(CH3COO)2.4H2O ) suda stokiometrik olarak çözdürülür. Polivinilalkolün (PVA) mekanik karıştırıcı ile deiyonize suda çözdürülmesiyle de diğer çözelti elde edilir. PVA nın toplam metal iyonlarına molar oranı 6 dır. PVA çözeltisi sabit olarak karıştırılırken metal asetat çözeltisinin de polimer çözeltisiyle çok iyi karıştırılması sağlanır. Bu sırada şeffaf kırmızı bir renk elde edilir. Karışım 80oC ye ısıtılır. Suyun buharlaşmasıyla çözelti daha da viskoz olur. <br /><br />Gözenekli nikel katotlar da şu prosedüre göre hazırlanır:<br />Nikel levhalar tape-casting metoduna göre imal edilir ve indirgen atmosferde 700oC de 30 dakika sinterlenir.<br /><br />Elde edilen gözenekli nikel elektrotlar viskoz Li/Co-PVA çözeltisine 24 saat batırılır. Sonra bu elektrotlar 120oC de 24 saat kurutulur ve 650 oC de 10 saat sinterlenir. Bu işlem 7-8 kez yapılarak nikel elektrotların maksimum miktarda Li/Co-PVA çözeltisiyle kaplanması sağlanır.<br /><br />LC-NiO ve NiO katodunun çözünürlüğü Li2CO3 / K2CO3 (62/38 m/o) erimiş ötektiğinde ölçülmüştür.<br />Nikel katot ile LC-NiO katodunun gözenek-boyut ilşkisi şekil 4.4 te görülmektedir.<br /><br />Şekil 4.4<br /><br />Bu ilişki ve elektrodun porozitesi ölçümleri sonucunda elektrodun kaplamasının çok ince olduğu görülmüştür. Elektrot yapısının sadece 1 kez batırılmasıyla 450oC de LiNi1-yCoyO2 ye döndüğü görülmüştür. LiCoO2 nin oluşumu ısı aktarım süresinin uzamasıyla mümkün olmuş ve NiO katot üzerine LiCoO2 kaplanması 8 uygulama sonucu tam olarak yapılmıştır.<br /><br />Hücrenin 300 saat çalışması sonucunda NiO katotlarla ortalama 0.80 V ; LC-NiO katotlarla ise ortalama 0.80 V elde edilmiştir.<br /><br />LC-NiO katodun erimiş karbonat elektrolitindeki çözünürlüğü de 650oC de 300 saatten sonra NiO nun yarısı kadar olduğu görülmüştür.[ ]<br />4.3 LixCoO2 Katotlar<br />LixCoO2 den üretilen katotlarda, x parametre aralığı 0.8<x<1.1 de tutularak incelemeler yapılmıştır. İncelenen bütün örneklerde tek bir faz görülmüştür ve kristal yapıda lityum farklılığından kaynaklanan herhangi bir değişime rastlanmamıştır.<br /><br />Gözenek çapları 0.15-8 m; yüzey alanları 2-12 m2/g ve porozite %10-65 arasında tutulmuştur. İletkenlik ölçümleri 500-700 oC arasında havada yapılmıştır ve sonuç olarak stokiometrik bileşenin iletkenliğinin diğerlerine göre daha düşük olduğu görülmüştür. Elektronik iletkenlik ve numunenin porozitesi arasında lineer bir ilişki olduğu belirlenmiştir. Erimiş karbonat içerisindeki çözünmüş kobalt konsantrasyonu yatışkın durumda 6 ppm olarak tespit edilmiştir. Katot performansının testi için gözenekli elektrot ile erimiş karbonat arayüzeyi incelenmiştir. Anot yada referans elektrot etkisinden kaçınmak için bilinen iki ayrı gözenekli katot ile bu çalışmalar yapılmıştır.<br />4.4 La0.8Sr0.2CoO3 Kaplanmış Nikel Katotlar<br /><br />La0.8Sr0.2CoO3 ; lantanyum asetat, stronsyum asetat, kobalt esetat, sitrik asit ve etilen glikolün deiyonize suda sabit karıştırmalı olarak çözünmesiyle hazırlanır. PH 8-9 arasındadır.<br /><br />Çözelti sıcak levha kullanılarak 80oC de 10 saat karıştırılır. Bu işlem sonrasında viskoz jel haline gelen çözelti içerisine belirlenen büyüklükte nikel elektrotlar batırılır ve havada 1 saat kurutulur. Düzgün bir kaplama olması için bu işlem birkaç defa tekrarlanır. Elektrotlar kuruduktan sonra 300-900oC arasında değişen sıcaklıklara ısıtılır. XRD ve SEM ile yüzey yapıları incelenir.<br />Şekil 4.5<br />Grafikten alınan sonuçlar doğrultusunda sinterlenmiş La0.8Sr0.2CoO3 kaplı nikel elektrotların katot olarak kullanılabilmesi için gerekli ve iyi bir gözenek yapısına sahip olduğu belirlenmiştir.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-24322900491506355122007-10-04T12:50:00.001-07:002007-10-04T12:50:35.789-07:00YanardağlarYanardağlar<br /><br /> Yanardağlar, yeraltındaki ergimiş kayaların, kaya parçacıklarının ve gazların yerkabuğundaki açıklıklardan püskürdüğü oluşumlardır. Art arda olan püskürmeler sonucunda maddelerin üst üste yığılmasıyla ortaya çıkan yükseltiler de aynı biçimde adlandırılır. Yüzeye çıkan ergimiş durumdaki maddeler zamanla katılaşarak volkanik kayaları oluşturur. Depremler gibi yanardağların da çoğu levha sınırlarına yakın yerlerde bulunur. Öte yandan, nasıl ki levha sınırlarına uzak yerlerde zaman zaman deprem oluyorsa, bazı yanardağlar da levhaların iç bölümlerinde bulunur. <br /><br /> Magma<br /><br />Magma, ergimiş durumdaki değişik mineraller ve bazı mineral kristallerden oluşan lapa benzeri, yoğun bir sıvıdır. Kıvamı, su ve buz kristalleri içeren yarı erimiş durumdaki kar gibidir. Magmada ayrıca su ve sıvı haldeki gazlar bulunur. Bilim adamları, magmanın büyük çoğunluğunun astenosferde bulunmakla birlikte bir bölümünün de alt mantonun bazı bölgelerinden geldiğini düşünüyorlar. <br /><br /> Yanardağ püskürmeleri<br /><br /> Magmanın yerkabuğundan yükselerek yüzeye çıkmasına yanardağ püskürmesi adı verilir. Bir yanardağ, magmanın ilk kez yeryüzüne çıkmasıyla oluşur. Yanardağ bir kez oluştuktan sonra yeraltından magma geldiği sürece püskürmeler devam eder. İki püskürme arasında onlarca, yüzlerce hatta binlerce yıl geçebilir.<br /><br /> Astenosferdeki magma, ancak yeterince büyük bir ‘kabarcık’ oluşturacak biçimde biriktiği zaman litosfere doğru yükselir. Magmanın yükselmesine yol açan süreç, bozuk bir musluktan suyun damlamasına benzer. Bozuk bir muslukta su sürekli biçimde birikir fakat damla halinde düşmesi ancak yeterli ağırlığa ulaşması ile gerçekleşir. Magma da yeraltında yeterli ölçüde biriktiğinde ve yoğunluğu çevresindeki kaya kütlelerinden daha düşük olduğunda yukarı doğru çıkmaya başlar. Çoğu yanardağın altında magmanın biriktiği bir magma odası vardır. Püskürme sırasında yüzeye çıkan magma lav adını alır.<br /><br /> Volkanik adalar<br /><br /> Bir yanardağ, deniz tabakasındaki bir yayılma sırtında, dalma-batma bölgesinde ya da sıcak noktada oluştuğunda, su yüzeyini aşacak yüksekliğe erişmesi durumunda tepesi bir ada oluşturur.<br /> Yanardağlar, deniz dibinde püskürdüklerinde, üzerlerindeki suyun basıncı magmanın patlayarak çıkmasını engeller. Lavın soğuk suyla temas etmesiyle yüzeyi katılaşır ve bir kabuk oluşur. Ancak içi, uzun bir süre sıvı durumunu ve sıcaklığını korur. Lav, zamanla tümüyle katılaşarak yastık lavları adı verilen balona benzer kütleler oluşturur. Çok sayıda püskürme sonucunda oluşan katılaşmış yastık lav katmanları, sualtı yanardağlarının yamaçlarını oluşturur. Bu tür bir yanardağın yüksekliği denizin yüzeyine çok yaklaştığı zaman, su basıncının etkisi hemen tümüyle ortadan kalkar ve volkanik gazlar patlamalarla açığa çıkar. Yine aynı biçimde, deniz dibindeki basıncın suyun kaynamasını engellemesine karşılık, yüzeye yaklaştıkça basınç azaldığından, yanardağdan çıkan kızgın lavlar deniz suyunun kaynamasına ve büyük buhar bulutlarının gökyüzüne yükselmesine neden olur. <br /> Yanardağın üst bölümünün deniz yüzeyi üstünde kalacak yüksekliğe erişmesi durumunda volkanik bir ada oluşmaya başlar. Birbirini izleyen püskürmeler sonucunda yanardağ ağzının çevresinde biriken lav ve kül yığınları adanın giderek büyümesine yol açar.<br /><br /><br /><br /> Etkin, Uyuyan ve Sönmüş Yanardağlar<br /><br /> Yanardağbilimciler, yanardağları sınıflandırırken, en son ne zaman püskürdüklerini ve tekrar püskürme olasılıkları bulunup bulunmadığını göz önünde bulundururlar. Etkin, uyuyan ve sönmüş ifadeleri çok uzun yıllar boyunca yanardağların tanımlanmasında kullanıldı. Ancak yanardağbilimciler, son yıllarda etkin ve sönmüş ifadelerinin anlamlarını yeniden tanımladılar.<br /><br /> Son 10.000 yıl içerisinde patlamış olan yanardağlar Etkin; herhangi bir etkinlik göstermemesine karşılık günün birinde yeniden püskürme olasılığı olan yanardağlar Uyuyan; son 10.000 yıl içerisinde hiçbir etkinlik göstermemiş olan yanardağlar Sönmüş yanardağ olarak adlandırılmaktadır.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-37394417116647039012007-10-04T12:49:00.001-07:002007-10-04T12:49:20.861-07:00Yanık YardımıYanık Yardımı<br /><br /><br /><br />Her yıl iki milyondan fazla tedavi gerektiren yanık yaralanmaları olmaktadır. En azından yılda 6000 kişi yanık ile alakalı yaralanmalardan dolayı ölmektedir. <br />Yanık sınıflandırmaları : <br />1.nci Derece/Sathi<br />Derinin üst katı yanmıştır. Deri kızarır ve kabarcıklar oluşur.<br />2.nci Derece/Kısmi <br />Derinin üst katları yanmıştır. Deri kızarır ve kabarcıklar oluşur. Genellikle bu yanık ağrılıdır.<br />3.ncü Derece/Tam<br />Alt tabakalarla (yağ,kas,kemik, ve sinirler) birlikte tüm deri tabakası yanmıştır. Bu tür yanıklar oldukça ağrılı olabileceği gibi, sinirlerin ölmesinden dolayı ağrısız da olabilir.<br />Elektrik Yanması<br />Elektrik yanması altta bulunan dokuları fena şekilde hasar verebilir. Elektrik yanıklarında hasta iki tane yara izine sahip olabilir (giriş ve çıkış) Elektrik yanığı olan hastanın yanına elektriğin kesilip emniyetli bir ortam olmadan asla gitmeyin. <br />Elektrik yanığı olan hastaya genel ilk yardım:<br />1. Elektriği kesin<br />2. Nefes almayı, dolaşımı kontrol edin, gerekli cardiac yardımını yapın (eğer gerekli ise)<br />3. Gerekmiyorsa hastayı kımıldatmayınız ( Elektrik yanmalarında omurilik yaralanması olabilir)<br />4. Yanığı kuru steril gazlı bez ile kapatın<br />5. Tıbbi yardım çağırın<br />Kimyasal Yanık<br />Deri ile teması halinde yanık yapacak pek çok kimyasal<br />madde vardır. Kimyasal yanıklar acil yardım gerektirir!<br />Kimyasal madde yanığı olan hastaya genel ilk yardım:<br />• Akan suyla kimyasal madde bulaşan yeri yıkayın. Hafifçe akan bir su ile en az 20 dakika yıkayın. Sert basınçlı akan sudan kaçının. Yıkama sırasında kimyasal bulaşan elbiseyi ve takıları çıkarın. <br /><br />• ACİL AMBULANS SERVİSİ (112) ile ve/veya zehirlenme merkezi ile temas kurun <br />• Geç reaksiyon durumu için hastayı izleyin <br />• Göze bulaşmışsa- gözü aşağı doğru yıkayın <br />Duman Yutulması<br />Duman nefes borusunu rahatsız edebilir veya zarar verebilir. Duman gözlere rahatsızlık verebilir. Yapılacak ilk öncelikli yardım:<br />1. Hastayı emniyetli bir alana götürün<br />2. Nefes almayı ve dolaşımı kontrol edin/gerekli yardımı yapın<br />3. Hastayı yarım oturtma veya dayandırma pozisyonuna getirin.<br />4. ACİL AMBULANS SERVİSİ (112)'yi arayın<br />Isı Yanıklarında (Alev, aşırı ısı, radyasyon veya güneş yanığı) İlk Yardım<br />1.nci derece yanık<br />2.nci derece yanık 3.ncü derece yanık<br />A. Yanan kısmı soğutun. <br />Soğuk suya daldırın veya soğuk bez koyun<br /><br />A. Yanan kısmı soğutun. <br />Soğuk suya daldırın veya soğuk bez koyun<br /><br />A. Derhal AAS (112)’yi arayın. (Su Uygulaması Yapmayın) <br /><br /><br />B. Temiz kuru bir bezle kapatın <br /><br />B. Temiz kuru bir bezle kapatın <br /><br />B. Temiz kuru bir bezle kapatın <br /><br /><br />C. Yanık yerini kalp seviyesinin üzerine kaldırın C. Yanık yerini kalp seviyesinin üzerine kaldırın C. Yanık yerini kalp seviyesinin üzerine kaldırın<br />D. Şoka karşı koruyun (gerekiyorsa) D. Şoka karşı koruyun (gerekiyorsa) D. Şoka karşı koruyun<br /><br /><br /><br />Bazı Vücut Yaralanmaları ve Bakımı<br /><br /><br /><br />Karından Yaralanma <br />Her zaman iç yaralanmadan ve iç kanamadan şüphelenin. ACİL AMBULANS SERVİSİ (112)'yi arayın şoka karşı koruyun. Dışarı çıkan organlara dokunmayın! Tekrardan onlara içeri itmeye kalkmayın. Her zaman nemli bir bezle kapatın. ACİL AMBULANS SERVİSİ (112) gelene kadar nemli tutun.<br />Göz Yaralanması <br />Göz yaralanması tam bir tıbbi yardım gerektirir.<br />1. Göze giren cisim - cismin çevresinden küçük yastıkçıklar ile gözü koruyun. Çevresine kağıt bir bardak veya huni koyup oynamasını engelleyin. Hasar görmeyen gözü kapatıp hasarlı gözün oynamasını engelleyin.TIBBİ YARDIM İSTEYİN!<br />2. Gözde kesik veya çarpma - her iki gözü de kapatın ve TIBBİ YARDIM İSTEYİN!<br />3. Gözde kimyasal madde - Derhal gözü ılık suyla yıkayın. Gözü yıkarken iyice yıkanması için mümkün olduğu kadar gözü açıp kapatın. Eğer sadece bir göz etkilenmişse, bulaşan gözü aşağı doğru yıkayın.<br />Kabarcık bakımı: <br />Kabarcığı patlatmayın. Patlamayan bir kabarcığı, gazlı bir bezde açacağınız bir kaç delikten sonra kabarcığın üzerine bantlayın. Eğer uygunsa, açık kabarcık üzerine antibiyotik krem koyup kaplayın.<br />Göğüs Yarası :<br />Açık Göğüs Yarası<br />Giren bir cisim neticesinde olur. Cismi çıkarmayınız. Kımıldamaması için cismin etrafından bandajlayın. Hastayı kımıldatmayın. Derhal ACİL AMBULANS SERVİSİ (112)yi arayın.<br />İçeride cisim olmayan açık yara için - dışarıdan havanın göğüsteki delikten içeri girmemesi için yarayı kapatın. Açık yerin üzerine evde kullanılan plastik sargı folyosü ile bir kaç kez sarın. Bir kenarı bantlamadan bırakın. Bu havanın göğüste sıkışıp kalmasını engelleyecektir. Derhal ACİL AMBULANS SERVİSİ (112)'yi arayın!<br />Kapalı Göğüs Yarası<br />Göğüs bölgesine yapılan vurmadan dolayı olur. Hastanın yaralı bölgede bir yastık tutmasını sağlayın. Şok sinyallerini izleyin iç kanama olabilir. TIBBİ YARDIM İSTEYİN!<br />Diş Yaralanmaları:<br />Aşağıdaki ilk yardım tavsiyeleri diş yaralanmalarında geçici çözüm olabilir, fakat diş de olan aşırı ağrı ve hasar neticesinde diş doktorunuzla temas kurmanız tavsiye olunur.<br />Diş ağrısı<br />Ilık suyla ağzı yıkayın. Diş eti çevresinde rahatsızlık verebilecek her hangi bir kırıntıyı temizleyin. Diş üzerine aspirin koymayın. Bir parça pamuk üzerine hafifçe cloves yağı emdirip dişin üzerine koyun.<br />Yerinden Çıkmış Diş<br />Kırık diş süt dolu bir kaba konulmalı ve bir dişçiye gidilmelidir. Bu sadece kırılan dişin 30 dakika içinde yerine takılması durumunda geçerlidir. Eğer 30 dakikada dişçiye gidemezseniz, dişi soğuk suyla yıkayın, ve yuvasına yerleştirin, sonra mümkün olduğu kadar çabuk dişçiye ulaşın. <br />Kırık Diş<br />Anında yardım gerekir. Dişin kalan kısmını ve çevresini temizleyin ve diş doktoruna gidin.<br />Burun Kanaması <br />1. Hastayı oturma pozisyonuna getirin.<br />2. Kafayı hafifçe öne eğik tutun<br />3. Her iki burun deliğini de yaklaşık 5 dakika sıkın<br />4. Eğer kanama durmazsa, burun deliklerini sıkmaya<br />devam edin ve tıbbi yardım isteyin.<br /><br />Zehir Danışma Merkezi<br /><br />Cemal Gürsel Cad. No: 18 Sıhhiye, 06100 Ankara<br /><br />Ücretsiz telefonlar: 0 800 314 7900 - 4 hat. <br /><br />Ücretli telefonlar: 0 312 433 7001 ve 0 312 435 5680/1292 <br /><br />Fax: 0 312 433 7000 <br />e-mail:zehir@saglik.gov.tr<br /><br />Merkez, 1986 yılında 1.5 yıllık bir hazırlık çalışmasından sonra 23 Mart 1988 tarihinde 24 saat çalışmaya başlamıştır. Merkezde şu anda 12 doktor 2 eczacı görev yapmaktadır. Türkiye'nin her yerinden ücretsiz aranabilen telefonları ile Zehir Danışma Merkezinde, yılda 365 gün ve günde 24 saat sürekli olarak hizmet verilmektedir. <br /><br /><br /><br /><br />Zehir Danışma Merkezinin Etkinlik Alanları: <br />1- Hastane ve sağlık kuruluşlarındaki doktorlara ve halka her türlü kimyasal madde, pestisit, ilaç ile oluşabilecek zehirlenmeler konusunda bilgi vermek, <br />2- Zehirlenme vakalarını kaydedip, değerlendirerek saklamak, <br />3- Fazla görülen zehirlenme vakalarını tespit edip, önleyici çalışmalar yapmak, <br />4- Kimyasal maddelerin zararlı etkileri hakkında, kurumlara, başvuru halinde yazılı bilgi vermek, <br />5- Halkı zehirlenmeler konusunda bilinçlendirmek amacıyla çesitli broşürler hazırlamak, <br />6- Yurt dışındaki zehirlenme merkezleri ile sürekli bilgi alış verişi yapmaktır. <br />7-OECD,IPCS,UNEP,OPCW gibi Uluslararası kuruluşlarla zehirlenmeler,toksik maddeler ve kimyasal ajanları ilgilendirilen konularda kooardinasyonu sağlamak,toplantılara katılmak ve toplantılara ev sahipliği yapmak.<br />8-Başvurulan vakalara göre Türkiye'nin zehirlenmelerle ilgili istatistikleri çıkartıp bu yönde yayınlar yapmak.<br />9-En son çıkan yayınları takip ederek zehir danışma merkezinin enformasyon sağlama özelliğini güncel tutmak. <br />Merkezimiz, IPCS (International Program on Chemical Safety) nin gelişmekte olan ülkeler için hazırladığı bilgisayar programı INTOX Projesi çalışmalarına pilot merkez olarak katılmaktadır. <br />Laboratuvar Hizmetleri: <br />Zehir Danışma Merkezi çalışmalarını tamamlayıcı olarak laboratuvar hizmetleri de verilmektedir. Analitik Toksikoloji laboratuvarında 1 eczacı ve 2 kimya mühendisi çalışmakta, bu hizmet de 24 saat verilmektedir. <br />Biyolojik materyalde, örneğin kan, idrar, kusmuk numunelerinde her türlü ilaç ve pestisitin analizi yapılmaktadır. Ayrıca, evlerde ve halk sağlığında kullanılan pestisitlerin formülasyon ve pestisit kalıntı analizlerini yapan laboratuvarlar da mevcuttur. <br />ZEHİRLENME ANINDA YAPILACAK PRATİK VE HAYAT KURTARICI BİLGİLER <br />1) Panik yok ! <br />2) Zehirlenen kişiyi ve zehirli maddenin kutusunu telefonun yanına getir. <br />3) Zehir Danışma Merkezini derhal ara: 0 800 314 7900 <br />4) Verilen talimatı aynen uygulayınız.. <br />Telefon edemediyseniz ve 15 DAKİKA GEÇTİYSE <br />* AĞIZ yolu ile zehirlenmişse:Şuuru kapalıysa ağızdan birşey vermeyiniz!.. <br />*NEFES yolu ile zehirlenmişse: Temiz havaya çıkarınız, dumandan uzaklaştırınız, biliyorsanız suni tenefüs yaptırınız.. <br />*DERİ yolu ile zehirlenmişse: Bulaşmış çamaşırları çıkartınız, deriyi temiz su ve sabun ile yıkayınız, <br />*GÖZ 'e sıçradıysa: Temiz su ile bol bol yıka.. <br />* Kendinizi korumayı ihmal etmeyin. <br />Bunlara Çok Dikkat Ediniz<br />1) Herzaman; Zehir Danışma telefonunu kolay yerde bulundurunuz, <br />2) Evdeki bütün zehirli maddelerin kilitli yerlerde veya çocukların ulaşamıyacağı yerlerde saklayınız, <br />3) Çocuğu yalnız başına bırakmayınız, <br />4) Zehirli maddeleri gıda kaplarına koymayın örnek: Cola şişesine gaz yağı koymayınız, <br />5) Çocukların yanında ilaçlara şeker demeyiniz, <br />6) Bilmiyorsanız evde konserve yapmayı denemeyiniz, üstü şişmiş konserve almayınız, <br />7) Doğadaki mantarları kesinlikle yemeyiniz, <br />8) Zehir Danışmayı acil durum dışında da sorularınız için arayabilirsiniz, <br />9) Son kullanma tarihi geçmiş hiçbir gıda maddesini almayınız, <br />10) Çocuklar sizi taklit eder, önlerinde ilaç içmeyiniz. <br />Konserve ile Zehirlenmeler<br />1-Son kullanma tarihlerine bakmadan konserve almayınız, <br />2-Evde konserve yapmak için; yapılış tekniğini mutlaka tam öğreniniz veya vazgeçiniz ! (çünkü botulizm tehlikesi vardır), <br />3-Üstü şişkin, son kullanma tarihi geçmiş konserveleri kesinlikle almayınız ve yemeyiniz, <br />4-Eğer zehirlendiğinizi düşünüyorsanız hemen arayınız: 0 800 314 7900 <br />Mantar ile Zehirlenmeler<br />1- Doğadan toplanmış mantarları kesinlikle yemeyiniz, <br />2- Kültür mantarı olarak bilinen bakkaldan, marketten alınan mantarlar rahatlıkla yenilebilir, <br />3-Eğer zehirlendiğinizi düşünüyorsanız hemen arayın: 0 800 314 7900.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-6529895435165831942007-10-04T12:46:00.000-07:002007-10-04T12:47:14.346-07:00YAPRAKLARYAPRAKLAR; gerçek anlamda bir kimya fabrikası, birer laboratuvardan farksızdırlar. Bitkilerin yaşamaları için en vazgeçilmez parçaları, nefes alıp veren, terleyen, bitkiyi besleyen birer solunum organıdırlar... Bitkinin topraktan aldığı maddeleri, güneş ışığından yararlanarak Fotosentez denilen kimyasal bir süreç içerisinde bitkinin besini haline getirirler. Bitkiye yeşil rengi veren klorofil maddesi bu süreçte önemli rol oynar...<br /><br /> Ağaçlar, yaprakları olmasaydı yükseklere ulaşamazdı. Çünkü büyümek için gerekli şekerleri yapraklar üretir. Bir güneş pili gibi kullanılan klorofil (ki yaprağa yeşil rengi veren bir pigment maddesidir) karbon gazı ve su yardımıyla şeker üretmeye yarayacak ışık enerjisini kapma işini üstlenmiştir<br /><br />Fotosentez<br />Bitkiler besinlerini kendileri üretmek zorundadır. Bu nedenle yapraklarındaki klorofil aracılığı ile güneş ışığını toplarlar. Toplanan güneş ışığı kimyasal enerjiye dönüştürülerek, genelde nişasta olarak depolanır ve gelişmek, büyümek için yakıt olarak kullanılır. Bitki güneşten aldığı ışık enerjisi ile karbondioksit ve sudan yararlanarak zengin içerikli bir besin olan glikoz (şeker) elde etmektedir. Besin elde etme adına gerçekleşen bütün bu kimyasal süreç Fotosentez olarak ifade edilir. Fotosentez için en temel şart, ışık ve ısı dır. Bitkiler ışık olmadan asla yaşayamazlar... <br /><br />Yapraklar, bitkilerin besin üretim merkezidir. Bitki yapraklarını oluşturan hücrelerin içinde kloroplast denilen, çok küçük yapılar vardır. Bu yapıların içindeki yeşil renkli boyar madde (pigment) olan klorofil maddesinin görevi ışık yakalamaktır. Kloroplastlar güneş ışınlarını bir panel gibi toplayıp, kollektör gibi enerjiye dönüştürerek besin üretirler... Üretilen besin yapraklardan, bitkinin beslenmesi gereken diğer bölümlerine götürülür. <br /><br />Uzunca bir MEŞE ağacının yaprakları, 1000 m2 lik bir panele eşdeğer 250 bin civarında mini enerji merkezi konumundadır... <br /><br />Yapraklar bitkiler için bu kadar önemliyse, neden birçok bitki yapraklarını döker ve yılın kış mevsimini yapraksız geçirir? Bunu sitenin ilgili sayfalarından öğrenebilirsiniz... <br /><br />Bütün yaprakların asıl derdi, yeterince IŞIK (güneş ışığı) yakalayabilmektir. Bu nedenle farklı ortamlardaki farklı bitkiler, yüzbinlerce farklı biçim, boyut ve şekilde yaprak formu geliştirmişlerdir... Bununla da yetinmeyen bazı bitkiler yapraklarını metamorfoza uğratarak farklı görevleri de yerine getirecek yapraklar geliştirmişlerdir. (Örnek; böcek kapan bitkiler...) <br /><br /><br />Metamorz (Değişime uğramış yapraklar)<br /><br />Bazı yapraklar asıl görevlerinden başka birtakım görevleri de yerine getirebilmek için başkalaşım değiştirmiştir. Bitkilerin büyülü dünyasında bu konuda çok sayıda örnek vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkün; <br /><br /> <br /><br />1. Etli Yapraklar<br />2. Depo Yapraklar<br />3. Diken Yapraklar<br />4. Sülük Yapraklar<br />5. Kapan Yapraklar<br />6. Üretken Yapraklar<br /><br /> <br /><br /> <br /><br /> <br /><br /> <br /><br />BİR SADE YAPRAĞIN; <br /><br /><br />Yukarıda gördüğünüz yaprak biçimleri bitkiler aleminin Çiçekli Bitkiler bölümüne aittir. Bir de Çiçeksiz Bitkiler bölümü olup, bu gruptaki bitkilerin yaprakları, iğne gibi değişik biçimlerde karşımıza çıkar. Bu bitkilerin yaprak biçimleri ile ilgili bazı örnekleri aşağıda görmektesiniz.<br /><br /> <br /><br />YAPRAK ÖRNEKLERİ<br /> <br />BİR YAPRAGIN BÖLÜMLERİ<br /> <br /><br />Normal yaprak olarak tanımlanan, yani değişime uğramamış yapraklar genel anlamda dört bölümden oluşur. Bunlar;<br />1 - Yaprak Ayası<br /><br />2 – Sap<br /><br />3 – Kın<br /><br />4 – Kulakçık<br /><br /><br />Tabi bütün yapraklar hep bu bölümlerden oluşur diye bir kural yok... Birçok yaprak sadece sap ve aya bölümlerinden meydana gelen bir yapı gösterir. Yaprak ayasında besin maddelerini taşıyan iletim boruları vardır. Bunlar yaprak damarı olarak ta adlandırılır. Yaprak sapı; yaprağın ışık almasını kolaylaştıracak şekilde yaprak ayasına yön verir. Bir çok birçenekli bitkilerde yaprak sapı yoktur... <br />Yaprak kını; tomurcukları korumaya yarayan bir bölümdür. Kulakçık ise; yaprak sapının yada yaprağın iki yanında bulunur. Çeşitli biçimlerde olabilirler ve genellikle yaprak ayasından daha sade olup, erken dökülürler...<br /><br /> <br /><br />SADE YAPRAK BİÇİMLERİ<br /> <br /><br />Belli başlı sade yaprak biçimleri; mızrak, şeritsi, ters mızrak, malamsı, yumurta, elips, dar yumurta, ters yumurta, yuvarlakça, kalkan, yamuk, üçgen, böbrek, el, yıldız, yürek, ters yürek, oksu... şeklinde sıralanabilir. Doğada binlerce farklı yaprak biçimi vardır ve bunları gruplandırmak gerçekten zordur... Yaprak biçimlerinden bazıları aşağıda gösterilmiştir; <br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /> <br /><br /><br /><br /><br /> <br /><br /> <br /><br /> <br /><br /><br /><br /><br /> <br /><br /> <br /><br />YAPRAK DAMARLARI<br /> <br /><br /><br />Yaprak damarları; yaprak yüzeyinde besin maddelerini taşıyan iletim borularıdır. Yaprak damarlarını, yaprak biçimi ile ilgili olarak; paralel, tüysü, elsi ve ağsı yapıda olmak üzere gruplandırmak mümkündür... Bu damar tiplerini içeren yapraklara örnekler aşağıdadır; <br /><br /><br /><br />javascript:void(0)<br />Yazıyı Yayınla<br /><br /><br /> <br /><br />YAPRAK KENARLARI<br /> <br /><br />Yaprak kenarları açısından da pek çok değişik yapıda sade yaprak formu mevcuttur doğada... Bunlardan <br /><br /><br />bazıları; düz, kıvrık, dalgalı, oymalı, dişli, kertikli, katlı dişli, kirpikli, loplu, elsi dilimli, taraksı, dikensi vs. olarak sıralanabilir...dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-17126648215355236252007-10-04T12:43:00.001-07:002007-10-04T12:43:21.913-07:00YARARLI BAKTERILERYARARLI BAKTERILER <br />Bakteri ismini duydugunuzda akliniza nasil bir canli türü geliyor? Elbette birçogumuzun aklina bu isim duyuldugunda mikroplar, hastaliklar ve uzak durulmasi gerekilen küçük yaratiklar gelmektedir. Ancak bunun yaninda yine birçogumuz hergün mutfagimizi, banyomuzu sterilize etmek için ugrasirken yok ettigimiz milyonlarca bakteri türünün hayatimizdaki olmazsa olmaz dedirtecek faydali özelliklerinden de bihaberiz. Aslinda iste bu monera aleminin küçük canlilari olan bakteriler olmasaydi, ne dünya simdiki oldugu gibi olabilirdi ne de insanlar simdi göründükleri gibi olurdu. Dünyamizin bu mikroskopik canlilari sadece insandaki bazi zararli canlilari öldürmekle kalmaz, dünyamizin üzerine kuruldugu kimyasal döngülerde de önemli yerler edinirler. <br />Bakterilerin en önemli faydasi olarak dünyamizda biriken artik maddelerin ana biyolojik monomerlerine ayristirilmasi olarak gösterebiliriz. Eger çürükçül bakteriler olmasaydi ölü insan bedenleri ve canliligini yitirmis bitki parçaciklari öldükleri bedende kalacaklardi ve bunlarin ana organik maddelere dönüsümü olmayacakti. Böylece karbon döngüsünün önemli bir parçasi yerine getirilmemis olacakti. Bu çürükçül bakteriler yaptiklari bu parçalama islemiyle ayni zamanda topraklari da beslerler ve verimli hale getirirler. <br />Bazi bakterilerin çürütücü göreviyle dogaya katkilarda bulunmasinin yaninda kimi bakterilerde asi veya antibiyotik olarak tip sektöründe insanlara daha saglikli bir hayat sunmak için kullanilirlar. Bilindigi üzere öldürülmüs veya zayiflatismis bakteriler insan vücuduna enjekte edildiginde, vücut bu bakterilere karsi antikor üretmeye baslar ve bu zayiflatilmis veya ölü olan bakterilere karsi bir üstünlük saglar. Bu olaya tip alaninda bagisiklik denmektedir. Vücut güçsüz bakterilere karsi benzetme yerindeyse bir antreman yapmis olur ve güçlü, saglam bakterilerle karsilastiginda nasil davranmasi gerektigini ögrenmis olur. Bildiginiz gibi günümüzde de tetanoz olsun verem olsun bir çok hastaligi önlemek için çok çesitli bakteriler kullanilir ve bir önlem olarak sayilirlar. Yine benzer sekilde bazi bakteriler de yine tip sektöründe antibiyotik yapiminda kullanilirlar. Streptomycin adi verilen bir bakteri türü Bacitracin,Polymyxin, ve Erythromycin adi verilen antibiyotikler üretmektedir ve bu antibiyotikler hastalik önleyici olarak çok zaman insanlar tarafindan kullanilmaktadir. <br />Bakteriler kimi zamanda besin yapiminda sikça kullanilmaktadir. Birçok bakteri türü fermantasyon adi verilen süreç sonucunda kimyasal degisikliklere sebep olmaktadir. Örnegin peynir ve yogurt bu tür kimyasal degisikliklerin sonucu ortaya çikmis yararli besinlerdendir. Ayrica yine Clostridium bacterium adi verilen bir bakteri türünün fermantasyonu süreci sonunda ortaya çikan bütül alkol ve asetone kimya sektöründe çok kullanilan degerli kimyasal maddelerdendir. Yine benzer sekilde insan kaninin plazmasinda bulunan Dextran adli yararli bir madde de yine Leuoconostoc adli bir bakteri tarafindan yapilmaktadir. Saymakla tükenmeyecek faydalari olan bakterilerin son bir yararindan da bahsetmek gerekirse, bazi bakteri türleri bazi hayvanlarin bagirsaklarinda özellikle selülöz sindiriminde kullanilmaktadir ve bu selülözün karbonhidratlarin temel tasi olan glikoza indirgenmesini saglar ve böylece hücreler için gerekli olan enerji de bulunmus olur. <br />Aslinda hep kafamizda zararli yaratiklar olarak yer edinmis olan bakterilerin faydalari sayilacak gibi degildir ama bu kadari bile insanlari sasirtmaya yetmektedir. Bizim zararli olarak nitelendirdigimiz bu monera aleminin nerdeyse 1 mikrondan küçük bu savasçilari, bizim onlari zararli ve yok edilmesi gerekilen küçük yaratiklar olarak nitelendirmelerimize aldiris etmeden hep bizim yararimiza çalismaktadirlar ve ileride de bizim emrimizde çalisacaklardir; her ne kadar biz onlarin faydalarin farkinda olmasak da...dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-58167103088385306472007-10-04T12:38:00.001-07:002007-10-04T12:38:34.285-07:00YARARLI BAKTERILERYARARLI BAKTERILER <br />Bakteri ismini duydugunuzda akliniza nasil bir canli türü geliyor? Elbette birçogumuzun aklina bu isim duyuldugunda mikroplar, hastaliklar ve uzak durulmasi gerekilen küçük yaratiklar gelmektedir. Ancak bunun yaninda yine birçogumuz hergün mutfagimizi, banyomuzu sterilize etmek için ugrasirken yok ettigimiz milyonlarca bakteri türünün hayatimizdaki olmazsa olmaz dedirtecek faydali özelliklerinden de bihaberiz. Aslinda iste bu monera aleminin küçük canlilari olan bakteriler olmasaydi, ne dünya simdiki oldugu gibi olabilirdi ne de insanlar simdi göründükleri gibi olurdu. Dünyamizin bu mikroskopik canlilari sadece insandaki bazi zararli canlilari öldürmekle kalmaz, dünyamizin üzerine kuruldugu kimyasal döngülerde de önemli yerler edinirler. <br />Bakterilerin en önemli faydasi olarak dünyamizda biriken artik maddelerin ana biyolojik monomerlerine ayristirilmasi olarak gösterebiliriz. Eger çürükçül bakteriler olmasaydi ölü insan bedenleri ve canliligini yitirmis bitki parçaciklari öldükleri bedende kalacaklardi ve bunlarin ana organik maddelere dönüsümü olmayacakti. Böylece karbon döngüsünün önemli bir parçasi yerine getirilmemis olacakti. Bu çürükçül bakteriler yaptiklari bu parçalama islemiyle ayni zamanda topraklari da beslerler ve verimli hale getirirler. <br />Bazi bakterilerin çürütücü göreviyle dogaya katkilarda bulunmasinin yaninda kimi bakterilerde asi veya antibiyotik olarak tip sektöründe insanlara daha saglikli bir hayat sunmak için kullanilirlar. Bilindigi üzere öldürülmüs veya zayiflatismis bakteriler insan vücuduna enjekte edildiginde, vücut bu bakterilere karsi antikor üretmeye baslar ve bu zayiflatilmis veya ölü olan bakterilere karsi bir üstünlük saglar. Bu olaya tip alaninda bagisiklik denmektedir. Vücut güçsüz bakterilere karsi benzetme yerindeyse bir antreman yapmis olur ve güçlü, saglam bakterilerle karsilastiginda nasil davranmasi gerektigini ögrenmis olur. Bildiginiz gibi günümüzde de tetanoz olsun verem olsun bir çok hastaligi önlemek için çok çesitli bakteriler kullanilir ve bir önlem olarak sayilirlar. Yine benzer sekilde bazi bakteriler de yine tip sektöründe antibiyotik yapiminda kullanilirlar. Streptomycin adi verilen bir bakteri türü Bacitracin,Polymyxin, ve Erythromycin adi verilen antibiyotikler üretmektedir ve bu antibiyotikler hastalik önleyici olarak çok zaman insanlar tarafindan kullanilmaktadir. <br />Bakteriler kimi zamanda besin yapiminda sikça kullanilmaktadir. Birçok bakteri türü fermantasyon adi verilen süreç sonucunda kimyasal degisikliklere sebep olmaktadir. Örnegin peynir ve yogurt bu tür kimyasal degisikliklerin sonucu ortaya çikmis yararli besinlerdendir. Ayrica yine Clostridium bacterium adi verilen bir bakteri türünün fermantasyonu süreci sonunda ortaya çikan bütül alkol ve asetone kimya sektöründe çok kullanilan degerli kimyasal maddelerdendir. Yine benzer sekilde insan kaninin plazmasinda bulunan Dextran adli yararli bir madde de yine Leuoconostoc adli bir bakteri tarafindan yapilmaktadir. Saymakla tükenmeyecek faydalari olan bakterilerin son bir yararindan da bahsetmek gerekirse, bazi bakteri türleri bazi hayvanlarin bagirsaklarinda özellikle selülöz sindiriminde kullanilmaktadir ve bu selülözün karbonhidratlarin temel tasi olan glikoza indirgenmesini saglar ve böylece hücreler için gerekli olan enerji de bulunmus olur. <br />Aslinda hep kafamizda zararli yaratiklar olarak yer edinmis olan bakterilerin faydalari sayilacak gibi degildir ama bu kadari bile insanlari sasirtmaya yetmektedir. Bizim zararli olarak nitelendirdigimiz bu monera aleminin nerdeyse 1 mikrondan küçük bu savasçilari, bizim onlari zararli ve yok edilmesi gerekilen küçük yaratiklar olarak nitelendirmelerimize aldiris etmeden hep bizim yararimiza çalismaktadirlar ve ileride de bizim emrimizde çalisacaklardir; her ne kadar biz onlarin faydalarin farkinda olmasak da...dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-36422622195005293652007-10-04T12:36:00.002-07:002007-10-04T12:38:09.680-07:00YETİŞKİNLİĞİN TANIMIYETİŞKİNLİĞİ TANIMI<br /><br /><br /><br />Yetişkin (adult) sözcüğü, Latince’de büyümek anlamına gelen “adolescere” fiilinin geçmiş zamanından türetilmiştir. Yani yetişkin “büyümüş kişi” anlamına gelmektedir. Yetişkinliğe “olgunluk dönemi” de denir. Çünkü bu dönemde yetişkin kişinin fiziksel ve psikolojik açıdan olgunlaştığı kabul edilir. Olgunluk ise; bireylerin yaşamın gereklerine ve zorunluluklarına başarılı bir şekilde uyum sağlamaları, bunun içinde sürekli değişim gösterebilme yeteneğidir. Olgunlaşma süreci, de insanoğlu ile dünya arasındaki uyum arayışıdır. <br /><br />Genellikle toplumlar için yetişkinliğin başlangıcı; öğrenim hayatını bitirmiş, iş hayatına atılmış veya evlenmiş olmakla aynı anlama gelir. <br /><br />Diğer taraftan yetişkinliğin yaşlılıkla ya da biolojik ve toplumsal değişimle bir tutulduğunu görmekteyiz. “Biolojik yaşlanma”, insan organizmasının yapı ve işleyişinde zamanla ortaya çıkan değişmeleri; “Toplumsal yaşlanma” ise, bireyin rolleri üstlenmesi ve terk etmesinde zamanla oluşan değişimleri içerir. Oysa birey doğumundan ölümüne kadar hem toplumsal hemde biolojik bir çok evreden geçer.<br /><br /><br /><br /><br />YETİŞKİNLİK KURAMLARI<br /><br /><br />ERİKSON’UN KURAMI<br /> <br />Erikson’un bu kuramı onun klinik gözlemlerine ve kuramsal psikolojisine dayanır. Ancak bu kuram, yetişkinlik konusunda bugüne kadar ileri sürülmüş en kapsamlı açıklamayı içerir. Bunun sebebi de insanın yaşamı boyunca gösterdiği her türlü gelişim ile bağlantı kurmasıdır. Bu kuramın yetişkinlikle ilgili evreleri şöyledir:<br /><br /> MAHRAMİYETE KARŞILIK TECRİT OLMA: Genç yetişkinlik döneminde görülen bir evredir. Ergenlikte başlayan cinsel yakınlık bu dönemde gerçekten yakın ve mahrem ilişkiler geliştirme şeklini alır. Ergenlikte birey romantik ilişkilerle kendini tanıma çabası içindedir. Böylece birey kendi kimliğinden emin olacak ve kimlik karışıklığı sorununu çözecektir. Aksi halde kendini soyutlanmış, yanlız ve tecrit edilmiş hissedecektir.<br /><br /> ÜRETKENLİĞE KARŞILIK DURGUNLUK: Orta yaşlılık döneminde görülen bir evredir. Genç yetişkinlikten yaşlılığa dek uzanan bu devre en uzun evre olabilir. Tüm üretkenliği kapsayan bu evrede birey kendinden genç insanlara yol gösterecek ve yardım edecek şekilde bazı faaliyetlere girmelidir. Böylece yaşamda doyuma ulaşma duygusunu sağlamış olur. Aksi halde kişi kendini durgun, sıkılmış, verimsiz ve değersiz hisseder.<br /><br /> BÜTÜNLÜĞE KARŞILIK ÜMİTSİZLİK: Yaşlılık ya da yetişkinliğin ileri döneminde görülen bir evredir. Bu evrede birey yaşadığı günlerin sınırlı olduğunu ve ölüme yaklaştığı duygusunu yaşar. Bu da bireyin yaşamını ve elde ettiklerini zaman içinde değerlendirerek kendisi için bir anlam ifade edip etmediğine ilişkin bir sonuca varmasına yol açar. Eğer olumlu bir sonuç alıyorsa o zaman bir bütünlük; eğer olumsuz bir sonuç alıyorsa da ümitsizlik ve çaresizlik hisseder. Kişinin önceki evrelerdeki başarıları ve elde ettikleri bu bunalımın daha kolay atlatılmasına yardımcı olur.<br /><br />(Bu bölümde Weiten, 1989:413; Baron, 1996:309-314; Cüceloğlu, 1997:337; Onur, 1986:66-69 ve Kulaksızoğlu, 1999:30-32 adlı kaynaklardan yararlanılmıştır.)<br /><br /><br /><br /><br />LEVİNSON’UN KURAMI<br /><br />Levinson yaklaşık olarak 1950’lerden beri yetişkin gelişimi ile ilgilenmesine rağmen henüz yeterince çok yol kat edilememiştir. O’na göre yetişkin gelişimi psikolojinin tarih, bioloji,sosyoloji gibi çeşitli disiplinlerle bağlantısını oluşturmaktadır.<br /><br /> İLK YETİŞKİNLİĞE GEÇİŞ (17-22 YAŞ): Bu evre ile önyetişkinlik sona erer ve ilk yetişkinlik evresinin temelleri atılır. Yani bu iki evre arasında gelişimsel bir köprü görevi görür.<br /><br /> İLK YETİŞKİNLİK (17-45 YAŞ): 20-30’lu yaşlar biolojik açıdan yaşamın doruk noktasını oluşturur. Toplumsal ve psikolojik açıdan ise toplumda uygun bir yer kazanılması, bir aile kurulması, çağın sonunda da yetişkin dünyasında daha saygın bir konuma ulaşılması gibi faaliyetler görülür. Aşk, cinsellik, tutkularımız, isteklerimiz, aile yaşamı, mesleki ilerleme, yaratıcılık vb. hedeflerin gerçekleştirilmesinde yüksek bir doyum sağlayabilindiği gibi ezici bir stresler de yer alabilir. <br /><br /> İLK YETİŞKİNLİK İÇİN YAŞAM YAPISI GİRİŞİ (22-28 YAŞ): Bu dönemde birey aile odaklı yaşamını terk ederek yetişkin yaşamının ilk biçimini oluşturur ve devamını sağlamaya çalışır. Yetişkin rollerini ve sorumluluklarını öğrenir ve uygular.<br /><br /> 30 YAŞ GEÇİŞİ (28-38 YAŞ): Bu dönemde birey yaşamını yeniden değerlendirir. Onu yeniler, değiştirir. Sonraki yaşam yapısını temellendirme çalışmaları yapar. <br /><br /> İLK YETİŞKİNLİĞİN YAŞAM YAPISINI SONUÇLANDIRMA (33-40 YAŞ): Bu dönem ile ilk yetişkinlik çağı tamamlanmaktadır. Birey artık toplum içinde yerini almıştır. Ancak bu dönem aynı zamanda gençlik dileklerimizi gerçekleştirmemize de aracı olur. <br /><br /> ORTA YAŞ GEÇİŞİ (40-45 YAŞ): 40-45 yaşları arasındadır. İlk yetişkinlik ile orta yetişkinlik arasındaki büyük bir geçiş dönemidir. Aynı zamanda da bir dönüm noktasıdır; çünkü, bu dönemden itibaren değişim süreci başlamakta ve tüm çağ boyunca devam etmektedir Bireyin bu dönemde; daha sevecen, daha düşünceli, daha tedbirli, iç çatışmalardan ve dış baskılardan daha az etkilenmiş olması beklenir. Ancak tersine birey için yaşam anlamsız, saçma, sıkıntılı ve tatsız bir şekilde görülür.<br /><br /> ORTA YETİŞKİNLİK (40-65 YAŞ):. Biolojk kapasite ilk yetişkinliğe nazaran dah düşük olmasına rağmenkişisel olarak doyum sağlayıcı bir enerjiklik görülür. Birey artık sadece kendinden değil, yaşça daha küçük olan bireylerin gelişiminden de sorumludur.<br /><br /> ORTA YETİŞKİNLİK İÇİN YAŞAM YAPISINA GİRİŞ (45-50 YAŞ): Yeni çağa uyumun ilk temelleri sağlanır.<br /><br /> 50 YAŞ GEÇİŞİ (50-55 YAŞ): Mevcut yaşam yapısını değiştirerek iyileştirmek için bir orta yaş olanağı sunar.<br /><br /><br /> ORTA YETİŞKİNLİK YAŞAM YAPISINI SONUÇLANDIRMA (55-60 YAŞ): Orta yetişkinlik çağı böylece sona eriyor.<br /><br /> İLERİ YAŞ (SON YETİŞKİNLİK) GEÇİŞİ (60-65 YAŞ): Orta ve son yetişkinlik arasında yer alır. Her iki dönemi birbirine bağlayıp birbirinden ayıran bir sınır dönemini oluşturur.<br /> <br /> <br /> <br /> İleri Yaş Geçişi: 60-65 <br /> Orta yetişkinliğin yaşam yapısını sonuçlandırma: 55-60 <br />GEÇ YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 60-? <br /> 50 yaş geçişi: 50-55 <br /> Orta yetişkinlik için yaşam yapısına giriş: 45-50 <br /> Orta Yaş Geçişi: 40-45 <br /> İlk yetişkinliğin yaşam yapısını sonuçlandırma: 33-40 <br />ORTA YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 40-65 <br /> 30 yaş geçişi: 28-33 <br /> İlk yetişkinlik için yaşam yapısına giriş: 22-28 <br />İlk Yetişkinlik Geçişi: 17-22 <br /> <br />İLK<br />YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 17-45 <br />ÖNYETİŞKİNLİK ÇAĞI: 0-22 <br /><br /><br />( Bu bölümde Weiten,1989:413; Onur,1986:57-60 71-81; Baron,1996:318-320 adlı kaynaklardan yararlanılmıştır.) <br /><br /><br /><br />GOULD’UN KURAMI<br /><br />Gould’a göre yetişkin gelişimi bir dizi dönüşümden geçerek oluşmaktadır. Bireyler her dönüşümde benliklerini yeniden biçimlendirir ve sorunlarını, çatışmalarını yeniden çözüme ulaştırırlar. Levinson gibi Gould’da yetişkinliği bir değişim zamanı olarak görür. O’na göre yetişkinlik dört evreden geçer:<br /><br /> BİRİNCİ EVRE (16-22 YAŞ): Bireyin anne-babasından ayrıldığı görülür. Ayrıca kişi kimliğini güçlendirir.<br /> <br /> İKİNCİ EVRE ( 22-28 YAŞ): Bireye özerklik yerleşir ve birey amaçlarını gerçekleştirmeye başlar.<br /><br /> ÜÇÜNCÜ EVRE ( 28-34 YAŞ): Bu evre bir geçiş evresidir. Birey amaçlarını, evliliğini yeniden gözden geçirir; değerlendirir.<br /><br /> DÖRDÜNCÜ EVRE (35-45 YAŞ): Orta yaşın yaklaştığının fark edilmesiyle hoşnutsuzluk artar. Bireye yaşam zor, acı ve belirsiz gelmeye başlar. Zaman ne kadar hızlı geçtiğini görmek daha çok baskı yaratır. Bu nedenle de yapılacak değişimler bir an önce yapılmalıdır. Bu evre kararsız, çalkantılı ve sıkıntılı bir evredir.<br /><br />Dördüncü evrenin tersine 45-50 yaşları arası son derece kararlı, sakin ve huzurlu bir dönemdir. Evlilikten alınan doyum artar. Dostlar daha önem kazanır. Para önemini kaybeder. Bu dönemde yaşama daha pozitif bakılır. (Onur, 1986:81)<br /><br /><br /><br /><br />JUNG’UN KURAMI<br /><br />Jung “Yaşam Evreleri anlayışını” klinik çalışmalarına ve psikolojik kuramına dayanarak oluşturmuştur. Jung’a göre insan yaşamı dört aşamadan geçer:<br /><br /> ÇOCUKLUK: Bu dönem doğumdan erinliğe dek sürer. Doğumdan sonraki ilk yıllarda herhangi bir sorun yoktur; çünkü, çocuktaki bilinç henüz örgütlenmemiştir ve geçici bir nitelik taşır. Bu sebeple içgüdüleriyle yaşar. Davranışları denetimden yoksundur. Ebeveyne aşırı bağamlılık görülür. O’na göre çocuk ebeveynine sorun olabilir; ama, kendi sorunu yoktur. Bu evrenin sonlarına doğru bellek sürelerinin uzaması ve kimlik duygusunun oluşmaya başlaması ile çocuk kendisiyle ilgili daha söz sahibi olmaya başlar.<br /><br /> GENÇLİK VE GENÇ YETİŞKİNLİK: Jung’a göre erinlikle birlikte bedensel ve ruhsal değişiklikler de artış gözlenir. Ergenlik genç içinde ailesi ve çevresi içinde oldukça zor bir dönemdir. Bu dönemde genç kendisi ile ilgili çeşitli yargılara varmak ve toplumsal yaşama uyum göstermek zorundadır. Artık çocukluk düşleri sona ermiştir. Genç, yetişkin yaşamının beklentilerine cevap vermeye çalışmaktadır. Eğer genç gerekli hazırlığı yaparak bu döneme geldiyse; bu geçiş dönemini sorun yaşamadan atlatabilir.<br /><br />Buna karşılık genç yetişkinlik döneminde birey bir meslek ve iş seçimi yapmak durumundadır. Yani artık gerçek yaşama atılmıştır. Bu da bireyi korkutur ve bazı sorunların meydana çıkmasına neden olur. Birey büyümek istemez; çocu olarak kalmak ister.<br /><br /> ORTA YAŞ: Bu dönem 35-40 yaşları arasında başlar. Birey artık çevresine uyum sağlamış, meslek edinmiş, evlenmiş ve hatta çocukları olmuştur; yani birey artık toplumun bir parçası haline gelmiştir. Ancak bu dönemde de bazı sorunlar yaşanır. Bu daha çok, yaşamın ikinci yarısına girilmesiyle birlikte bireyin hazır olmadığı manevi nitelikteki yeni değerleri kabul etmesindeki güçlüklerden kaynaklanır. Bu değerler aslında her zaman varolan değerlerdir; ancak, gençliğin hareketliliği nedeniyle ihmale uğramıştır. Birçok insan bu dönemi sağlıklı bir şekilde atlatmayı başaramaz. Mesleklerinde başarılı olmuş, toplumda seçkin bir yere sahip olmuş, ortalamanın üstünde bir zekaya sahip olan birçok orta yaşlı yaşam coşkularını yitirdikleri için bunalıma girmişlerdir. Yaşamlarını son derece anlamsız ve boş bulurlar. Jung’a göre: İnsanlar; toplum içinde yer kazanmak için harcadıkları enerjiyi artık kullanamayacaklarını, amaçlarını gerçekleştirdikleri için artık bu alandan çekilmeleri gerektiğini fark ettikleri için çöküntüye girerler. Kısaca orta yaş, insanın kendisini tanıma ve içsel derinliklerine ulaşabilme zamanıdır.<br /><br /> YAŞLILIK: Bu evre birçok yönden çocukluğa benzer. Birey bilinçdışına gömülür. İleriyi düşünmeksizin sonu bekler.<br /><br />(Bu bölümde Onur, 1986:64-66 ve Gençtan,1996: 193-195 adlı kaynaklardan yararlanılmıştır.)<br /><br /><br /><br />GENÇ YETİŞKİNLİK<br /><br /><br /><br />BEDENSEL GELİŞİM<br /><br />Genç yetişkinler bu dönemde fiziksel gelişimlerinin doruğundadırlar; ancak, zamanla fiziksel-biolojik gerileme yavaş yavaş ortaya çıkar. Birçok erkek yetişkin maksimum boy uzunluğuna yaklaşık olarak 21 yaşlarında ulaşırlar. Kas gücünün, en üst düzeyine de 25-30 yaşlarında ulaşırlar. Bu güclerinin %10’unu 30-60 yaşları arasında yitirirler. 60-70 yaşaları arasındaki en üst güç 20’lerindeki güçlerinin ancak %80’i kadardır. Fiziksel dayanma ya da uzun süre çalışma gücü veya egzersiz yapma da yaşla birlikte bir azalma gösterir. Çok zorlu olmayan işlerde, fiziksel dayanmadaki düşüş kas gücü azalmasından daha yavaş olmaktadır. Ayrıca hareketli insanlarda fiziksel dayanma gücündeki bu düşüş hareket etmeyen insanlara göre daha az görülür (Schiamberg, 1985:503-504). Kısaca fiziksel güç bir tepe noktasına ulaşmıştır. Bu dönemde birey daha uzun süre çalışabilir; daha fazla ağırlık kaldırabilir… Ancak bu fiziksel güç tepe noktasından derece derece azalma göserir. Bu azalma kırklı yaşlardan sonra bir önem kazanmaya başlar.<br /><br />Tepki süresi; bireyin duyduğunda, koku aldığında, dokunduğunda ya da tat aldığında tepkide bulunana kadar geçen oyalanma süresidir. Bu süre; genç yetişkinlik ile yaşlılık arasında derecili bir artış gösterir. Çocukta bu süre çok kısa olmakla beraber genç yetişkinlikte bir platoya ulaşılır. Tepki süresi yirmi yaşın hemen üncesinde en üst düzeyine çıkar. Orta yaşlılık ve yaşlılıkta da gittikçe artar (Schiamberg, 1985:505).<br /><br />İnsan etkileşiminde etkili bir iletişim kurma, çevreye uyum sağlama yetisi büyük ölçüde duyulara bağlıdır. Bütün duyular bu dönemin başında olduğu gibi sonunda da iyi bir şekilde işlemeye devam ederler. Genç yetişkin, uyaranların yoğunluğunun azalması karşısında uyum sağlayabilir. Ancak yaşlı yetişkinler uyaran yoğunluğunun az olduğu durumlarda (hafif bir ses, hafif bir koku ya da az bir ışık) güçlük çekerler. <br /><br />Görme ve görme uyumu yirmi yaşında en üst düzeye ulaşır. Bu yaş aynı zamanda hipermetrop, miyop gibi bazı özürlerin ortaya çıktığı yaştır. Görme ile ilgili olarak şu olaylar gözlenir:<br /><br />1. Sinir sistemi: sinir sisteminin işleyişinde ileri yaşlara kadar belirginlik kazanmayan yavaş bir düşüş vardır. Bu düşüş görme de dahil olmak üzere bütün davranışları etkiler. Hemen hemen bütün işleyiş ve süreçlerde bir yavaşlamaya neden olur.<br /><br />2. Gözbebeği büyüklüğü: Gözbebeği çapında, yaşla birlikte daralma ortaya çıkar. Bu da göze giren ışık miktarını azaltır. Bu nedenle yaşlılar iyi aydınlatılmamış yerlerde görme güçlüğü çekerler.<br /><br />3. Uyum süresi: Yaşlı yetişkinin ışığa uyum sağlaması da genç yetişkine göre daha fazla zaman alır.<br /><br />4. Işık eşiği: Göz karanlığa uyum sağladığında (bu yaşlılarda daha fazla zaman alır) görülebilen en az ışık yoğunluğunda yaşla beraber bir düşüş vardır. En az ışık yoğunluğunun yetişkin tarafından görülebilmesi için yirmi yaşından sonra her on üç yılda iki kat artması gerekmektedir.<br /><br />5. Görme keskinliği: Görme keskinliği çocukluk ve ergenlikte artış gösterir. 20-50 yaşları arasında ise kararlılık gösterir. Elli yaşından sonrada yavaş fakat artan bir düşüş gösterir.<br /><br />6. Merceğin uyumu: göz merceğinin kas hareketleri ve esnekliği imgenin retina üzerine düşmesini sağlar. Ergenlikte mercek uyumunda çok az bir değişiklk olmasına rağmen, 20-50 yaşları arasında mercek esnekliğinde azalma görülür. Elli yaşından sonra ise mercek uyumundaki bu azalma daha kademeli bir düşüş gösterir.<br /><br />7. Kontrast: yetişkinler yaşları ilerledikçe nesne ile arka planı arasında daha fazla kontrasta gereksinim duyarlar.<br /><br />Sonuç olarak; genç yetişkinlikte görmeyle ilgili çok az değişiklik görülmektedir. Degişiklilerin çoğu kırk yaş civaraında ortaya çıkmaktadır (Schiamberg, 1985:504-505).<br /><br />Genç yetişkinlikte işitmede de çok az değişiklikler olur. Bu değişiklikler daha çok erkeklerde görülmektedir. Çoğu zaman şiddetli bir gürültü gibi çevresel faktörler nedeniyle işitmede yitimler görülebilir.<br /><br />Bu dönemde dokunma, tatma, koku alma duyularında belirgin bir değişim söz konusu değildir.<br /><br />Bütün bunlar ışığında genç yetişkinlik dönemi; fiziksel açıdan bireyin yaşamının tepe noktasını oluşturur. İşte bu nedenle bu döneme “kararlılık dönemi” de denebilir.<br /><br /><br /><br /><br /><br />İHİNSEL GELİŞİM<br /><br />Birey bu dönemde bilişsel gelişminin platosuna ulaşmıştır. Genç yetişkinlikte zekayı etkileyen tek faktörün yaş olmadığını belirtmek gerekir. Eğitim ve bireyin geçmişinin sağlıklı, mutlu olması yetişkinlikteki zekayı etkileyen diğer faktörlerdir. Ayrıca bu dönemde hafıza ve yaratıcılık da tepe noktasına ulaşmıştır. Çeşitli testlerle genç yetişkinlerin zeka seviyeleri ölçülmeye çalışılmıştır. Ancak, testlerin çoğunluğu çocuk ve ergen testleriyle karşılaştırma yoluyla sonuca vardığında çeşitli yanılgılara neden olur. Çok az sayıda test yetişkinlerin edindiği ve gerçek yaşam koşullarında beceri ve uzmanlığa uygun düşmektedir. Bu testler bireyin en yüksek zeka seviyesini ölçer; ama, gerçek hayatta bu seviyenin daha altında da hiçbir sorun olmadan yaşanabilmektedir. Dolayısıyla testlerde puanlar yaşla birlikte bir düşüş gösterse de bunun günlük yaşama hiçbir etkisi olmayabilir. <br /><br />Yapılan boylamsal araştırmalar, 20-40 yaşları arasındaki bireylerin zihinsel becerilerinde oldukça yüksek bir kararlılık olduğunu gösterir. Kesitsel araştırmalar ise yetişkinlikte yeteneklerde bir düşüş olduğunu ortaya koyar. Yine bazı araştırmalara göre; çocukluk ve ergenlikte zihinsel bakımdan çok yetenekli olan bireylerin genç yetişkinliğe geldiklerinde bir platoya ulaştıklarını göstermektedir. Diğer taraftan da daha az yetenekli bireylerin daha yavaş öğrenirler, platoya dah erken ulaşırlar ve sonrada hızlı bir düşüş gösterirler (Schiamberg, 1985:509).<br /><br />Zihin gelişiminin evreleri ergenlikte tamamlanmıştır; ancak, yetişkin düşüncesi birçok yönden ergen düşüncesinden farklıdır. Yetişkin düşüncesi daha az kendine dönük, daha akılcı, daha pratik olduğu kabul edilir. Yetişkinlikteki bu bilişsel örüntüler, bireyin yetişkin yaşamında üstlendiği sorumlulukların ve kurduğu bağlantıların sonucunda oluşur.<br /><br />Sonuç olarak; bu dönemde bireyin entellektüel kapasitesinde,öğrenmesinde, zihinsel faaliyetlerinde platoya ulaşılmıştır ve bundan sonra da yüksek bir kararlılık görülmüştür. <br /><br /><br /><br />TOPLUMSAL GELİŞİM<br /><br />Genç yetişkin artık çocukluk ve ergenliğin gerektirdiği bağlarında kopmuştur ve önceki yıllardaki fiziksel, zihinsel ve toplumsal gelişiminin bir birikimi olarak özerklik kazanmıştır. İşte bütün bunlardan ötürü genç yetişkinlikte bireyin temel çabaları dış dünyaya yönelmiştir. Birey ailede, iş hayatında ve arkadaş topluluğunda yeni ilişkiler içine girmiştir. Ancak, yetişkinlerin hemen hepsi zamanlarının çoğunu aileye ayırırlar. <br /><br />Bu dönemde genç anne-babasından aile bir ev hayatına geçer; ama, yine de aile bağları korunur. Genç evlenir,kendi ailesini oluşturmaya ve kendi evini idare etmeye başlar. Bu oluşum sırasında anne-babalar yeni çiftlere yardım ederler. İlerde gerektiği zaman da yeni çiftler anne-babalarına yardım ederler. Bu oluşan yeni aile yapısı geleneksel aileden de çekirdek aileden de farklı bir yapı gösterir. Bu yapı daha çok her iki aile yapısının da ortasında yer alır. Bu nedenle adına “genişletilmiş çekirdek aile” denir. Bu aile yapısında eski kuşaklarla ve yeni kuşaklarla bağımsız, hareketli ilişkiler kurulmaktadır (Onur, 1986:124; Morgan-King-Weisz-Schopler, 1983:484 ve Weiten, 1989:418). <br /><br />Genç bu dönemde artır anne-babasından ayrılmış olu kendi yaşamını kurmaya başlamıştır. Doğal olarak da yaşamını sürdürebilmek için çalışması gerekmektedir. Meslek seçimi ergenliğin sonunda gerçekleşmiştir ve birey genç yetişkinlikte çalışmaya başlamıştır. <br /><br />Bu dönemde önemli olan başka bir konu da toplumsal ilişkilerdir. Bu bireylerin ve ailelerin koşullarına göre değişiklik gösterir. Kişi ailesinden koparak yeni insan ilişkilerine girer ve toplumsal katılıma yönelme gösterir. Genç yetişkin artık bağımsız bir birey olarak kişiler arası ilişkilere girer; toplumsal, kültürel, siyasal etkinliklere katılım gösterir. Bu katılım ile birey günlük yaşamın sıradanlığından kurtulur.<br /><br />Bir diğer önemli konu da ahlak gelişimidir. Yetişkinlikteki ahlak gelişimi daha önce kazanılmış ahlak yapılarının bir bütünlük içerisinde kullanımını ve yaşama uygulanabilmesi olarak nitelenebilir. Şu halde yetişkinlikte oluşan değişimler, kişinin daha önceleri oluşturdukları kalıpları daha tutarlı bir biçimde kullanmaları sonucu oluşur. Yani daha önce ulaşılan en yüksek evrenin tutarlılık kazanmasıdır (Onur, 1986:158-159).<br /><br />Ayrıca, hayatın belli dönemlerine özgü birtakım gelişme ödevlerinin olduğu görülür. Bunlar yaşamın başından sonuna kadar varlıklarını sürdürür. Bu dönemdeki başlıca gelişme görevleri şöyledir:<br /><br /> Bir eş seçme<br /> Eşle<br /> Birlikte yaşamayı öğrenme<br /> Çocuk sahibi olma ve ebeveyn rollerini üstlenme<br /> Çocuk yetiştirme<br /> Evi idare edebilme<br /> Geçim sağlayacak bir işe sahip olma<br /> Sosyal sorumluluklarını karşılayabilme<br /> Duruma uygun bir sosyal gruba katılabilme (Baymur, 1994: 63)<br /><br /><br /><br />ORTA YAŞ<br />BEDENSEL DEĞİŞİMLER<br /><br />Orta yaşta bireyin dış görünümünde belirgin değişiklikler söz konusudur. Kilo alabilme eğilimi güçlenmiştir. İnsanlar bu dönemde yemeğe düşkündürler. Giderek şişmanladıklarını, hatta bu sebeple hastalandıklarını görseler bile yemekten kendilerini alamazlar. Ergenlikte yağlar bedenin %10’unu kaplarken orta yaşta bedenin %20’sini kaplar. Bu yağlanma nedeniyle karın ve kalça büyür; göğüs ve omuzlar da daralır. Ayrıca yağlanma, bedenin duruşunun değişmesine ve hareketlerinde yavaşlamasına neden olur (Schiamberg,1985:547).<br /><br />Bu dönemde; en büyük organımız olan derimiz, esnekliğini ve doğal yağlarını bir miktar kaybettiği için incelir. Bu nedenlede cildin bazı bölgelerinde sarkmalar görülür. Kasların sert ve gergin tutulabildiği bölgelerde sarkmalar daha az olmakla beraber, yüz gibi bazı bölgelerde derinin sarkması kaçınılmazdır. Ayrıca derinin incelmesiyle damarlar ve lekeler daha belirginleşir. Deri kurumaya başlar ve terleme miktarında bir azalma görülür. Bu dönemin başlarında kırışıklıklar olmasa da, sonlara doğru ortaya çıkar. Bu yaşlanmanın doğal bir sonucudur (Mayo Clinic, cilt 1 sy244)s.<br /><br />Özellikle erkeklerde orta yaşta saçlarda değişim gözlenir. Genellikle 50’li yaşlarda insanların çoğunun saçları büyük oranda kırlaşmış olur. Bu kırlaşma şakaklarda başlayıp yavaş yavaş yukarıya doğru yayılır. Alın açılmaya başlar; kellik ortaya çıkar (Mayo Clinic, cilt 1 sy244).<br /><br />Duyular içinde, yaşlanma nedeniyle en belirgin değişiklik göstereni görmedir. 40 yaş civarında birey; göz bebeğinin küçülmesi, ışığa uyum, mercek uyumu gibi ortaya çıkan değişimlerin aniden farkına varır. 65 yaşından önce yetişkinlerin nerdeyse yarısı gözlük kullanmaktadır. 65 yaşından sonra ise on yetişkinden dokuzu gözlük kullanmaktadır.<br /><br />25 yaşın altında işitmede azalma %1 olmak üzere oldukça azdır; ancak, 45 yaşından sonra bu oranda artış görülür. İşitme yitiminin büyük bir kısmı yüksek ses frekansında olur. Erkekler kadınlara göre düşük frekansları, kadınlar da erkeklere göre yüksek frekansları daha iyi duyarlar. 50 yaşından sonrasında da erkekler kadınlara göre daha çok işitme yitimine uğrarlar. Bunun nedeni erkeklerin kadınlara oranla daha yüksek mesleki sese maruz kalmaları olabilir.<br /><br />Tat almadaki azalma 50 yaşından sonra belirginlik gösterir. Bunun sebebi de önce yanaklardaki daha sonra da dil kökündeki tat duyusu alıcılarının azalmaya başlamasıdır. Yaşlılıkta tatlılara duyarlılık genç yetişkinliğe nazaran üç kez daha azdır. <br /><br />Koku duyarlılığı da 40 yaşından sonra önemli ölçüde azalma gösterir. 60 yaşındaki birinin kokuları ayırt etme yeteneği 20 yaşındakinin yarısı kadardır (Schiamberg, 1985:548). <br /><br />Orta yaş döneminde hareketlerde önemli bir azalma ve yavaşlama görülür. Welford’un sözünü ettiği davranışsal işlevdeki yaşlılık belirtileri şunlardır:<br /><br />1. Tepki zamanında artış görülür. Tepki zamanı, breyin bir uyarıcıyı alışı ile ona tepki verişi arasındaki süredir. Birey yaşlandıkça uyarıcıya tepkide bulunma süresinde artış gözlenir. Ayrıca bireyin bir işi yapma süresinde de artış görülür.<br /> <br />2. Bireyin performans değişkenliğinde yaşa bağlı olarak bir artış görülür.<br /><br />3. Daha karmaşık işlerin yapımında önemli ölçüde başarı düşüşü görülür; çünkü, beynin bilgi biriktirme ve iletme kapasitesinde yaşlanma nedeniyle bir azalma olmuştur.<br /><br />Bunun sonucunda; orta yaşa gelmiş bireyler çabuk yapması gereken işlerde gereken çabukluğu gösteremezler. Hareketlerinde yavaşlama olur (Schiamberg, 1985:548).<br /><br />Orta yaşta; insanlarda uzun süreli ve tedavi edilemez hastalıklar olan kronik hastalıklar, kısa süreli ve tedavi edilebilir hastalıklar olan akut hastalıklara göre daha çok görülür. 40 yaşlarından sonra mafsal iltihabı, 50-60 yaşlarında özellikle erkeklerde şeker hastalığı sıkça görülen kronik hastalıklardır. Ayrıca bu dönemde dolaşım sistemiyle ilgili sorunlar da ortaya çıkabilir. Yaşlandıkça kalpte ve damarlarda çeşitli değişiklikler olur. Kalp kasının ve kan damarlarının esnekliği azalır. Metabolizma da kalp için gerekli enerjiyi üretemez. Kalbin pompalama yeteneği giderek azalır ve kalp aynı işi yapmak için daha çok çalışmak durumunda kalır. Kalp küçülür, ağırlığı azalır. Kalbin işlevini kontrol eden, kasılmasını sağlayan hücrelerde azalma görülür. Kalbi besleyen damarlarda daralabilir. Bunun sonucu angina (göğüs ağrısı) veya kalp krizi oluşabilir. Kan basıncının uzun süreli olarak yükelmesi hipertansiyona (yüksek tansiyona) neden olur. Yaşlanmayla birlikte dolaşım sisteminde yavaş yavaş meydana gelen bu değişikliklere rağmen, kalbimiz vücudumuzun ihtiyacını karşılayacak güce sahiptir (Mayo Clinic cilt 1 sy242-243).<br /><br />Sindirim sistemindeki değişiklikler çok belirgin değildir ve orta yaşın sonuna kadar fark edilemiyebilir. Yemek borusunda yutma hareketleri giderek yavaşlar; fakat, bu olay fark edilemeyecek kadar hafiftir. Sindirilmiş yiyeceklerin bağısaklarda ilerleyişini sağlayan hareketlerde de yavaşlama görülür. Bağırsakların iç yüzündeki çıkıntıların şekillerinin değişmesi sonucu emilimde azlma olur. Mide, karaciğer, pankreas ve ince bağırsaktan salgılanan sindirime yardım eden salgılarda azalma görülür. Bu değişiklikler önemsiz olmakla beraber sindirim sürecinde herhangi bir soruna neden olmaz. Ayrıca alınan suyun yetersizliğinden kaynaklanan kabızlık da oldukça sık görülür (Mayo Clinic, cilt 1 sy243). <br /><br /><br /><br /><br /><br />CİNSEL DEĞİŞİMLER<br /><br />Orta yaşta erkeklerde ve kadınlarda ortaya çıkan cinsel değişikliklere verilen isim “yaşam değişimi” şeklindedir. Yaşamın bir döneminin terk edilip bir diğeri başlaması anlamına gelir. Climacteric (yaş dönümü) ise; orta yaşta hem kadında hem deerkekteortaya çıkan hormonal değişimlere eşlik edenfiziksel ve duygusal değişmelerin geniş bir bileşimidir. Kritik bir evrenin başlıca dönüm noktasını oluşturur. En çok görülen değişiklik ise erkek ve kadınlarda üretim yeteneğinin giderek azalmasıdır. Yaş dönümünün sonu kadınlarda daha etkilidir; çünkü, ay halinin durması gibi çok açık bir işaretle belirginleşir. “menopoz” kadın yaş dönümünün son noktasıdır. Erkek yaş dönümü ise erkek üretkenliğinin derece derece azalmasıdır (Schianberg, 1985:548-549).<br /><br /> Menopoz: Kelime Yunanca aylık anlamına gelen “men” ve kesilme anlamına gelen “pausis”den türetilmiştir. 40-55 yaşları arasında gerçekleşir. Kadında yaş dönümünün son noktasıdır. Östrojen hormonunun durması yumurtalama sürecini sona erdirir. Dolayısıyla aylık kanamalar da durur. Artık gebe kalma yani çocuk doğurabilme yeteneği kalkar. Ancak cinsel hormon salgısı birden bire kesilmez; yavaş yavaş olmak üzere 1-2 yılda tamamlanır. En belirgin belirtileri; sıcaklık basması, aşırı terleme, baş dönmesi, baş ağrıması, hafif tansiyon yükselmesi, kalp çarpıntısı, yorgunluk, uykusuzluk, sinirlilik, ağlama, histerik bayılmalar, depresyon vb.dir. bu can sıkıcı belirtiler menopozun sonuna kadar sürer (Okyayuz, 1999:189-197).<br /><br />Bu dönem kadınlarında bazı ruhsal değişiklikler görülür. Bu değişiklikler; kadının özel kişiliğine, çocukluk ve kızlık zamanında huzurlu ve dengeli ruhsal bir hayat geçirmiş olup olmamasına, kendi isteği ile evlenip evlenmemesine, hormonal işlemlerinin düzenli veya düzensiz olmasına bağlıdır. Menopoza kadar az çok mutlu bir hayat geçiren kadınlarda bu dönem daha az sorunlu geçer. Heyecanlarla geçen, kompleksli bir çocukluğa sahip olanlarda ise bu dönemde melankolik depresyona varmak üzere psikoz derecesinde bozukluklar ya da çeşitli nevrozlar görülür. Yani bu gibi bozukluklar daha çok öncesel uygun bir yapıları olanlarda olur. Ancak, bu tür duygularla depresyona giren kadınlar yalnızca küçük bir gruptur (Adasal, 1977:145-146).<br /><br />Ay halinin kesilmesi cinsel faaliyetin kalkması anlanına gelmez; ancak, vajen duvarının incelmesi, üretim organlarının zayıflaması, uyarılma sırasında vajen ıslaklığın azalması kimi kadınlarda cinsel ilişkiyi zorlaştırmaktadır.<br /><br />1960’larda menopoz belirtilerini denetleyebilmek için kadınlara östrojen hormonunun verilmesi son derece yaygın bir yöntemdi. Fakat bugün bu yöntemin rahim kanseri olasılığını dört ila yedi kat arttırdığı bilinmektedir. Olumsuz yanlarına rağmen bu tedavinin olumlu yönleri de vardır (Onur, 1986:212).<br /><br /> Erkeklerde yaş dönümü (Andropoz): 45-55 yaşları arasında gerçekleşir. Yaşlanan bedende hem sperm üretimi hem de testosteron üretimi azalmaktadır. Fakat bu azalma, erkek üretkenliğini hiçbir zaman bitirmeyecek şekilde derece derece olur; testosteron ve sperm azalmasına karşın ileri yaşlara dek sürer. Bu yönüyle kadının menopozundan farklılık gösterir (Schiamberg, 1985:549).<br />Sertleşme’un (erection) eskisi kadar çabuk olmaması, boşalma (ejaculation) süresinin ve gücünün azalması gibi cinsel güce ait bazı sıkıntılar ve cinsel arzunun azalması belli başlı şikayetlerdir. Bununla ilgili olarak geçici bir nevrastenik hal söz konusu olabilir. Buna “yalancı nevrasteni” denir. Ayrıca, bu duruma meslek ve çalışma koşulları da etki eder. Bu durumdaki erkeklerde çalışma isteksizliği, irade gevşemesi, baş ağrıları, uykusuzluk, çabuk sinirlenme, bir şeyin etkisinde kalma gibi belirtiler görülür. Kadınlardakinden daha az olmakla beraber melankolik çöküntü ve özellikle fazla içki içenlerde paranoid derecede kıskançlık reaksiyonları görülebilir. Bu dönemde cinsel yorgunluk ve başarısızlık olabildiği gibi; yıllarca sevilen ve sayılan eşe karşı soğukluk, çevrenin hayretle karşıladığı bir Don-juan’lık veya çok genç bir kızla evlenme davranışı görülebilir. Fakat bu durum erkeğin eşinin psikolojik anlayışı ile bir süre sonra geçebilir.<br /> <br /> Görülüyor ki; genel olarak sinir sistemleri kuvvetli ve dengeli olan, psikoz önceleri bir yapıları olmayan, anlayışlı bir aile ve meslek çevresine sahip olan erkeklerin çoğu bu dönemi daha iyi atlatabilmektedir. Ancak; kötü bir ergenlik dönemi geçiren, daima istekli ve karamsarlı bir gelecek kaygısıyla yaşayan erkekler bu dönemde biolojik ve psikolojik etkenlerin katılımıyla affektif krizler geçirebilirler (Adasal, 1977:148-149). <br /><br />ZİHİNSEL DEĞİŞİMLER<br /><br />Orta yaşlıların zihinsel yeteneklerinde genç yetişkinlik dönemine kıyasla problem çözmede,entellektüel açıdan bir şey üretmede durağanlık olduğu görülüyor. Ancak; daha önceki yaşantıların birikimesiyle oluşan tecrübelerin bireye sağladığı avantaj, zihinsel kapasitenin anlamlı bir kayba uğramamasını sağlamaktadır (Cüceloğlu,1997:365 ve Weiten,1989:419).<br /><br />Yaratıcılık da orta yaşlarda belirgin bir azalma göstermemektedir. Hatta bazı yaratıcı kişilerin, çeşitli etkinliklerini yaşlılık yıllarına kadar sürdürebildikleri gözlenmiştir. Bu da tepe noktasına ulaşmanın bundan sonra bütün yeteneklein hızlı bir düşüş göstereceği anlamına gelmemektedir. <br /><br />Bu dönemde uzun süreli bellek yavaş bir düşüş gösterir; ama, bu durum 55 yaşına kadar belirgin değildir. Bu nedenle orta yaştaki bir bireyin bir konuyu öğrenebilmesi için ona yeterli zaman verilmelidir. Bireyin bilgiyi uzun süreli belleğine kaydetmesi daha fazla zamanını alır. Bir şeyi öğrenebilmesi konusunda bireyin kendine güvenmesi de çok önemlidir. Knox’a göre; yetişkinlikdeki öğrenmeyi etkileyen etkenler şunlardır:<br /><br /> Koşullar: Fiziksel olarak sağlıklı olma yada olmama; görmenin, işitmenin azalması gibi duyusal kısıtlanmalar öğrenmeyi etkileyebilir.<br /><br /> Uyum: Kişisel veya toplumsal bir uyumsuzluk söz konusu olduğunda bireyin öğrenmeyi kolaylaştırmasında zorluklar yaşanır.<br /><br /> Uygunluk: Öğrenilecek şey anlamlı ve yarar sağlayacak bir şey ise bireyin motivasyonu ve işbirliği artış gösterir.<br /><br /> Hız: Zaman kısıtlamaları ve baskı öğrenme başarısını azaltır. Birey kendi hızına bırakılırsa öğrenme daha yüksek olur.<br /><br /> Statü: Kişinin sosyo-ekonomik durumu, istemler, baskılar, öğrenmeyi etkileyebilecek değerler ile yakından ilişkilidir.<br /><br /> Görünüş: Kişisel görünüş, bireyin özel öğrenim türleri ile ilgilenmesini sağlayabilir. (Schiamberg, 1985:555-559)<br /><br />TOPLUMSAL GELİŞİM<br /><br /> Orta yaş ailede değişikliklerin olduğu bir dönemdir. Çocuklar yüksekokula ya da yeni bir hayata başlamak için evden ayrılabilir. Bu, orta yaştaki bireylerin yaşamlarında maddi ve duygusal deişikliklere neden olabilir. Ayrıca; yaşlanan ebeveynlerle ilgilenmek ve yarattıkları sorunların üstesinden gelmek de orta yaştaki bireylerin önemli sorumluluklarındandır. <br /><br />Emeklilik yaklaşmaktadır ve birey de kendini bu duruma hazırlamaya çalışır. Ekonomik açıdan zorluk çekmeyecek şekilde kendini ayarlamaya çalışır. Orta yaşta ve öncesinde bireyin ne kadar çok ilgi alanı varsa, emeklilik de o kadar rahat geçer. Çünkü bireyin kendini oyalayacak oldukça çok sayıda uğraşı olacaktır. Bu da depresyona girme olasılığını azaltır (Mayo Clinic cilt 1 sy 238-240).<br /><br />Orta yaşta insanların toplumsal ilişkileri, onların toplumsallaşma yeteneklerinin de anlatımıdır. Toplumla ilgili etkinlikler sosyo-ekenımik düzeyle ilişiklidir. Gelir düzeyi yüksek olanların toplum içinde daha etkin oldukları görülmektedir. Bu döenmde arkadaşlık ilişkileri de önem kazanmaktadır.<br /><br />Orta yaşlılıktaki başlıca gelişim görevleri şunlardır:<br /><br /> Yetişkinlere özgü sosyal ve ulusal sorumlulukları yükümlenebilme<br /><br /> Ekonomik yaşam koşullarınıkurup sürdürebilme<br /><br /> Çocuklarına gereken rehberliği yapma<br /><br /> Uygun boş zaman uğraşları geliştirebilme<br /><br /> Kendine özgü bir kişi olarak eşi ile ilişki kurabilme<br /><br /> Orta yaşlarda görülen fizyolojik değişikliklere uyum gösterme<br /><br /> Yaşlanan anne-babalarına uyum gösterebilme (Baymur, 1994:63)<br /><br /><br /> <br /><br /> <br /><br /><br />ORTA YAŞ KRİZİ<br /><br />Gençlik yıllarında, her bireyin kendine ait belli hedefleri vardır ve yaşamları boyunca bu hedefleri doğrultusunda yol almaya çalışırlar. Orta yaş geldiklerinde de yaşamlarının sonuna yaklaştıklarını fark ederler. Geriye dönüp de neler yaptıkalrına bakarlar. Eğer gördüklerinden memnunlarsa o zaman ortayaş krizi diye bir şey söz konusu olmaz. Ama eğer hiç memnun değillerse işte; o zaman sorun var demektir. Hedeflerine ulaşamamış ya da ulaşmış ama mutlu olmamış olabilirler. Bazıları da artık eskisi gibi genç olmadıklarını anladıkları için krize girerler. Orta yaş krizinin daha birçok sebebi bulunmaktadır. Buradan da anlaşıldığı gibi herkes orta yaş krizine girecektir diye bir zorunluluk yoktur. Kendine güveni olmayan, çocukluğunda ya da gençliğinde sorunları olan bireyler krize girmeye daha yatkındır.<br />KAYNAKÇA<br /><br />Adasal, Rasim. Medikal Psikoloji. İstanbul: Minnetoğlu Yayınları 1977<br /><br />Baron, Robert A. Essentials of Psychology. Boston: Allyn & Bacon Com. 1996<br /><br />Baymur, Feriha. Genel Psikoloji. İstanbul: İnkılap Kitabevi 1994<br /><br />Cüceloğlu, Doğan. İnsan ve Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi 1997<br /><br />Gençtan, Engin. Psikanaliz ve Sonrası. İstanbul: Remzi Kitabevi 1996<br /><br />Kulkasızoğlu, Adnan. Ergenlik Psikoloji. İstanbul: Remzi Kitabevi 1998<br /><br />Mayo Clinic. Mayo Foundation for Medical Education and Research. 1995<br /><br />Medicana. İstanbul: Ana Yayncılık A.Ş. 1993<br /><br />Morgan, C. ; King, R. A. ; Weisz, J. R. ; Schopler, J. Introduction to Psychology. Newyork: McGraw-Hill Book Com. 1983<br /><br />Okyayuz, Ülgen H. Sağlık Psikolojisi. Ankara: Türk Psikologlar Derneği 1999<br /><br />Onur, Bekir. Gelişim Psikolojisi-Yetişkinlik Yaşlılık Ölüm. Ankara: İmge Kitabevi 1986<br /><br />Schiamberg, B. Lawrence. Human Development. Newyork: Macmillan Publishing Com. 1985dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-47424291714286905212007-10-04T12:36:00.001-07:002007-10-04T12:36:25.683-07:00YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASIYILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />1. YILDIRIMIN TANIMI<br />2. OLUŞUMU<br />3. YILDIRIMIN ETKİLERİ<br />4. YILDIRIMDAN KORUNMA YÖNTEMLERİ<br />4.2.1. FARADAY KAFESİ<br />4.2.2. PARATONER<br />4.2.2.1. RADYOAKTİF P.<br />4.2.2.2. PİEZZO ELEK. P.<br />4.2.2.3. ELEKTROSTATİK AKTİF PARATONER<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 1<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002 1. YILDIRIMIN TANIMI<br />Havanın iyi bir iletken olmaması bünyesinde yüksek gerilimli bulutları oluşturur. Fiziki sebeplerden ötürü, bulutun yüklenmesi sırasında yere yakın olan kısmı negatif değerle şarj olmuştur (%85 ihtimal). Bu sırada yer de bulut boyunca pozitif yüklenir. Bazı koşullarda bunun tersi yüklenme de olabilmektedir (%15 ihtimal). Fırtınanın artmasıyla buluttaki negatif yük oranı ve buna bağlı olarak da yerdeki pozitif yük ayrışması hızlanarak devam eder. Bulutla yer arasındaki potansiyel fark arttıkça aradaki havanın da delinmesi kolaylaşır ve belli bir değerden sonra havanın delinmesiyle oluşan iletken kanal boyunca buluttan toprağa veya topraktan buluta deşarj başlar.<br />Bulutla bulut arasında olan deşarja şimşek ve bulut – toprak deşarjına ise yıldırım denir.<br />2. YILDIRIMIN OLUŞUMU<br />Yıldırımın oluşması için öncelikle yıldırım bulutunun oluşması ve sonrasında bu bulutun elektriksel olarak yüklenmesi gerekmektedir. Günümüzde yıldırım bulutunun oluşumu rahatlıkla açıklanabilse de bu bulutun elektriksel olarak nasıl yüklendiği konusunda kesin bilgiler yoktur. Ancak bu durum bazı teoriler ile açıklanabilmektedir.<br />2.1.1. YILDIRIM BULUTUNUN OLUŞUMU<br />Yıldırım boşalmasının çıkış noktası, atmosferde yüksek miktarda nem bulunması ve sıcak hava akımları yardımıyla yüklü bulutların oluşmasıdır. Hava akımları, yere yakın hava tabakalarının iyice ısınması ile oluşur. Çok büyük yüksekliklerden aşağı inen soğuk hava ile bu hava tabakası yer değiştirir. Nem ise yüksek sıcaklıkta buharlaşma ile meydana gelir. Hava, yukarı çıkışı sırasında soğur ve belirli bir yükseklikte su buharına doyacağı bir sıcaklığa erişir. Daha fazla yükselmesi kondenzasyona sebep olur ve bulut oluşur.<br />Yıldırım bulutunun oluşumunda üç aşama söz konusudur.<br />Gençlik<br />Olgunluk<br />Yaşlılık<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 2<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />Gençlik aşamasında aşağıdan yukarı doğru ve kenarlardan ortaya doğru hava akımları artar. Bu durum yaklaşık 10 - 15 dakika sürer.<br />Olgunluk aşamasında yağmurlar oluşur. Sıfıra yakın sıcaklık derecelerinde iyice azalan bulut kaldırma kuvveti şiddetli yağmurlara sebep olur. Bu sırada yukarıdan aşağıya hareket eden soğuk rüzgarlar görülür. Bunlar yere ulaştıklarında kısa süreli, şiddetli fırtınalara sebep olurlar. Bu aşama yaklaşık 15 – 30 dakika sürer.<br />Yaşlılık aşamasında ise hava akımları artık son bulmuştur. Yaklaşık 30 dakika sürer.<br />2.1.2. YILDIRIM BULUTUNDA ELEKTRİK YÜKLERİNİN MEYDANA GELİŞİ<br />Yıldırım bulutlarında elektrik yüklerinin nasıl oluştuğu henüz net bir şekilde bilinmemektedir. Tarih boyunca bu konuda çeşitli teorilerle bulutların yüklenmesi açıklanmaya çalışılmıştır. Bu teorilerden biri Simpson ve Lomonosow’ un teorisidir. Bu iki araştırmacıya göre bulutlardaki yükler hava akımı yardımıyla oluşmaktadır. Sıcak ve soğuk havanın yer değiştirmesi sonucunda oluşan hava akımı bulutlardaki su damlacıklarını harekete geçirir. Hareket halindeki su damlacıkları, birbirleriyle sürtünmesiyle, yüklü hale geçerler.<br />Bulutlardaki hava akımları su damlacıklarının dağılmasına ve tekrar birleşmesine sebep olurlar. Yapılan labaratuvar çalışmalarında dağılan su damlacıklarından küçük damlacıkların negatif, büyük damlacıkların ise pozitif olarak yüklendiği gözlenmiştir. Bu bilgilere göre büyük su damlacıkları yani pozitif yüklü damlacıklar bulutun alt kademelerinde ve rüzgar hızının büyük olduğu bölümlerde olmalılar. Küçük, negatif yüklü, su damlacıkları ise rüzgar tarafından itilmeli ve bulutun daha yukarı kısımlarında dağılmalılar.<br />Yıldırım bulutundaki yüklerin bu şekilde meydana geldiği kabul edilecek olursa bulutun alt kısımları pozitif yüklü olacağından yıldırım deşarjı da pozitif kutbiyette olacaktır. Yapılan gözlemler pozitif kutbiyetteki yıldırım deşarjlarının %5-20 civarında olduğunu, deşarjların yaklaşık %80-95’ inin negatif kutbiyette olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Simpson ve Lomonosow’ un teorileri yıldırım bulutlarındaki elektrik yüklerinin meydana gelişini tam olarak açıklayamamaktadır.<br />Bu konuda ikinci bir teori de Elster ve Geitel tarafından ortaya konulmuştur. Onlara göre bulutların yüklenmesi tesirle elektriklenme ile açıklanmaktadır.<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 3<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />Dünya yüzeyindeki elektrik yükü –5x105 C kabul edilirse bu yükün içinde bulunan su damlacıkları alt uçları pozitif ve üst uçları negatif olmak üzere kutuplanırlar. Yerçekimi etkisiyle aşağıya doğru düşen büyük su damlacıkları havanın oldukça yavaş hareket eden iyonlarına yaklaşırlar ve bu sırada su damlacığının pozitif alt ucu havanın negatif iyonunu absorbe ederken pozitif iyonu da iter. Böylece ağır su damlacıkları negatif elektrikli parçacıklar haline gelir. Aynı şekilde kutuplanan küçük su damlacıkları yukarıya doğru hareket ederken havanın pozitif iyonlarını absorbe ederler ve negatif iyonları iterler. Böylece hafif su damlacıkları da pozitif elektrikli parçacıklar haline gelirler.<br />Bu teoriye göre bulutun alt kısımlarında negatif yükler bulunmaktadır. Teori negatif kutbiyetteki yıldırım deşarjlarını açıklayabilmektedir gibi gözükse de aslında eksik yanları mevcuttur.<br />Bir yıldırım bulutunun su damlacıklarından çok buz kristalleri ve kar parçacıklarından oluştuğu düşünülürse, bu buz kristalleri ve kar parçacıklarının dünyanın elektrik alanı ile kutuplanma olasılıkları oldukça düşüktür.<br />Bu konu üzerine üçüncü bir teori de J. I. Frenkel tarafından ortaya atılmıştır. Frenkel’ e göre havada her iki işaretli iyonlar var olduğundan, dünyanın negatif elektrik yükleri kaçmaya ve iyonosferin pozitif elektrik yükleri ile birleşmeye yatkındır. Dolayısıyla dünyanın azalan elektrik yükünü sürekli olarak takviye edecek bir olayın olması gerekmektedir. Dünyanın elektrik yükünün sabit kalmasında en önemli rolü negatif yıldırım deşarjları sağlayacaktır. Bu teoriye göre her iki işaretli iyonlardan oluşan hava ile küçük su damlacıkları veya buz kristallerinden meydana gelen bir ortam göz önüne alınır ve havanın negatif iyonlarının daha küçük su damlacıklarına veya buz kristallerine konduğu var sayılır. Buna göre bulut, negatif elektrikli su damlacıkları ve pozitif iyonlu havadan oluşur. (negatif iyonlar su damlacıkları tarafından yutulmuştur).<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 4<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />Yıldırımın Oluşumu<br />Bir yıldırım boşalmasının oluşabilmesi için elektrik alan şiddetinin 2500kV/m değerine ulaşması gerekmektedir. Buluttaki elektrik alan şiddeti değeri yeterince arttığında bulut – bulut veya bulut – yeryüzü deşarjı görülür. Eğer yeryüzündeki alan çeşitli sebeplerden ötürü (yüksek kuleler, gökdelenler, v.b.) bozulmuşsa bu takdirde de yeryüzü bulut deşarjı görülebilmektedir.<br />Bulut yeryüzü deşarjı, bulutun pozitif veya negatif yüklü bölgelerinden aşağıya veya yeryüzündeki pozitif veya negatif yüklü sivri uçlarından yukarıya başlayabildiği için, dört çeşitte olabilir.<br />Yukarıya Çıkan Yıldırım<br />Bu tip yıldırımlar genelde yerin pozitif yüklü sivri bölgelerinden, bulutun negatif yüklü bölgesine başlayan ön boşalmalar şeklinde görülür. Deşarjlar genelde düzgün araziler üzerindeki çok yüksek yapılardan (GSM kuleleri), veya yeryüzünün yüksek dağlık kesimlerinden başlarlar. Bu yüksek kesimlerin sivri uçlarından buluta doğru ön boşalmalar başlar. Bu sırada 1 ila 10kA arasında değişen akımlar görülür. Deşarj tam olgunlaştığında akım değeri 10kA’ i bulur.<br />Aşağıya İnen Yıldırım<br />Bir bulutun alt kısmındaki enerji yeterli seviyeye geldiği zaman toprağa doğru bir elektron demeti harekete geçer. Birinci demet 10 ile 50 metrelik mesafeyi 50 000 – 60 000 km/sn arasındaki hızla kat eder. 30 ile 100 mikron saniye süren bir aradan sonra ikinci bir deşarj birinci deşarjın yolunu izler ve birinciden 30 ile 50 metre arası daha ileri gider. Daha sonra üçüncü deşarj ardından dördüncü deşarj meydana gelir. Her bir deşarj öncekinden 30 ile 50 metre ileri giderek şimşeğin ucunun yeryüzüne yaklaşmasını sağlar. Ön boşalma yere yaklaştıkça elektrik alanı havanın delinme dayanımı üzerine çıkacak kadar artar. Böylece yeryüzünün sivri bir noktasından bir boşalma yukarıya doğru ilerleyerek ön boşalma ile birleşir. Yaklaşık 50.000km/sn’ lik bir hızla aşağıdan yukarıya doğru iyonizasyonlu ve kanalda depo edilen yükü toprağa boşaltır. Bu deşarj esnasında 200 000 Ampere kadar çıkan akım 100 milyon voltluk bir gerilim ile toprağa akar<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 5<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />3. YILDIRIMIN ETKİLERİ<br />3.1. Elektrodinamik Etkisi<br />Yıldırım akım yolunun bir kısmının diğer bir kısmın magnetik alanı içinde bulunması halinde büyük kuvvetler meydana gelir. Bu etki sonucunda ince anten borularında ezilme, paralel iletkenlerde çarpışma, iletken kroşelerinin sökülmesi gibi hadiseler oluşur.<br />3.2. Basınç ve Ses Etkisi<br />Yıldırım kanalı içindeki elektrodinamik kuvvetlerden ileri gelen basınç bu akımın sönmesi ile patlama şeklinde havayı genleştirerek gök gürültüsünü meydana getirir. Bu gürültü yakınlarda bulunanlara patlama etkisi yaratabilir. Cam kırılması gibi olaylarla da karşılaşılabilir. Gök gürültüsünün bir nedeni de meydana gelen ısı enerjisinin oldukça büyük ve ani bir genleşme meydana getirmesidir.<br />3.3. Elektrokimyasal Etkisi<br />Büyük akım şiddetlerinde elektrolit parçalanma sonucu demir, çinko, kurşun gibi metaller açığa çıkar.<br />3.4. Işık Etkisi<br />Yıldırım deşarjı sırasında oluşan iletken kanal etrafına çok parlak bir ışık yayar. Bu ışık yakın mesafelerde göz kamaşması veya geçici görme bozukluğu meydana getirebilir.<br />3.5. Isı Etki<br />Yıldırım boşalmasının ısı etkisi akımın geçtiği iletkenlerde bir sıcaklık artışı ortaya çıkartmasıdır. Akım yüksek değerlerde olmasına rağmen süresinin çok kısa olması sebebi ile iletkenlerde çok büyük bir ısı artışı olmaz.<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 6<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />4. YILDIRIMDAN KORUNMA YÖNTEMLERİ<br />Bu bölümde binaların yıldırımdan korunması için tarih boyunca kullanılmış ve günümüzde de kullanılmakta olan yöntemlerden söz edilecektir.<br />Yıldırımdan korunma günümüzde iki şekilde yapılmaktadır.<br />a- Pasif yakalama uçları<br />b- Aktif yakalama uçları<br />Yıldırımı çekme özelliği olmayan, sivri çubukların kullanıldığı pasif yakalama uçları yıldırımdan korunma yöntemleri arasında en eski olanıdır. Bu konudaki ilk çalışmalar 1760 lı yıllarda Franklin tarafından yapılmıştır. Franklin, korunacak olan yapının üzerine sivri uçlu bir demir koyup, iletkenlerle de toprağa irtibatlayarak ilk yıldırımdan korunma sistemini kurdu.<br />O dönemlerde konulan çubuğun etkinlik sahası, çubuk boyunu yarıçap kabul eden bir daire olarak kabul edilmişti. Günümüzde ise koruma çapı çubuk boyu olarak kabul edilmektedir.<br />Franklin çubuğu kullanılarak yapılan bu koruma daha sonraları 1884 lerde Melsens tarafından daha da geliştirilerek günümüzde sıklıkla kullanılan Faraday kafesi oluşturuldu.<br />4. 1. FARADAY KAFESİ<br />Faraday’ ın, yapmış olduğu çalışmalarla iletken bir kafes içindeki elektrik alanın sıfır olduğunu belirlemesi üzerine Melsens 1884 de korunacak hacmi iletken bir kafes içine alma fikrini ortaya atmıştır. Melsens’ in kuracağı bu kafes sistemi şu şekilde olacaktı.<br />Korunacak olan yapı, çatısı ve yan duvarları iyi iletkenlerle (bakır)yatay ve dikey bir şekilde sarılarak , bakır kafes içine alınacaktır. Çatı üzerinde belirli aralıklarla dikey sivri çubuklar konulacak, tabanda ise iletkenler çok noktadan topraklanacaktı.<br />Bu şekilde binanın her noktası eş potansiyel hale gelecek ve herhangi bir yıldırım deşarjında tehlikeli akımlar tamamen örülen bakır kafes üzerinden toprağa akacağından binaya bir zarar gelmeyecektir. Bu açıdan bakıldığında gerçekten de iyi bir koruma gibi düşünülen Faraday Kafesi sistemi uygulamadaki zorluklar ve bilinçli veya bilinçsiz yapılan yanlış uygulamalar sonucu efektivitesini kaybetmektedir. Faraday kafesinin güvenliği kafesin gözlerinin boyutlarına bağlıdır. Bu gözler nekadar küçük olursa kafes okadar güvenli olacaktır.<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 7<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />Günümüzde daha az iletken kullanma, gözlerin aralıklarını büyük tutmakla işi daha çabuk bitirme, işçilik maliyetini azaltarak daha fazla kar etme gibi düşünceler yüzünden Faraday kafesi doğru olarak kurulmamaktadır. Gerektiği gibi kurulmayan kafes ise yıldırıma karşı iyi bir koruma sağlamayacaktır.<br />İyi kurulmuş bir faraday kafes sistemi ise gerek işçilik gerekse maliyet olarak oldukça pahalıdır. Ayrıca kurulan kafesin, ek yerlerindeki oksitlenme veya başka sebeplerden ötürü, periyodik bakımı yapılması gerekecek bu da ilave masraflara yol açacaktır. Bakım ekibinin çatıda dolaşması belki de çatı açısından farklı masraflar ortaya çıkartabilecektir.<br />İyi kurulmamış bir kafes sistemine örnek vermek gerekirse Mont Blanc Gözlemevi gösterilebilir. Burada binanın toprağa oturan yatay yüzünün de sarılması gerekirken bu yapılmayıp kafesin buradaki kapanışı için toprağın iletkenliğine güvenilmiştir. Halbuki bu iletkenlik çoğu zaman yetersiz kalmaktadır. Bu sebeplerden ötürü gözlem evinde yıldırım darbelerinden dolayı öldürücü kazalar olmuştur.<br />PARATONERLER (AKTİF YAKALAMA UÇLARI)<br />Pasif yakalama uçlarının aksine paratonerler, buluta doğru iyonize bir yol açarak veya iyon göndererek, yıldırımı çekme özelliği gösterirler. Kendi aralarında da çalışma prensipleri açısından farklılık gösteren paratonerler bu bölümde üç başlık altında anlatılacaktır.<br />4.2. RADYOAKTİF PARATONER<br />M. Dauzere’ nin (1930) yıldırımın çokça görüldüğü yerlerde havanın normal şartlara göre daha yüksek bir iyonizasyona sahip olduğunu gözlemlemesi ile iyonize edici paratonerlerin kullanımlarının başlangıcı olmuştur. Bu konudaki ilk deneyi Szillard yapmıştır. Szillard iletken bir çubuğun üzerine radyum koyarak yaptığı denemelerde başarılar elde etmesi ise radyoaktif paratonerlerin başlangıcı olmuştur.<br />Temel olarak içerdiği radyoaktif elementin yaydığı radyasyon ile havayı iyonize eden radyoaktif paratonerlerin gövdesi içinde kurşun bir hazne bulunur. Bu küresel kurşun haznenin üzerinde ışımanın engellenmemesi için delikler bulunur. Radyo element bu kurşun hazne içinde konur. Işıma, kurşundan geçemeyeceği için üst kısımlardaki deliklerden havaya doğru yönelecektir. Bu saçılan pozitif iyonlar belli bir çap içindeki yıldırımı kendisine çekerek<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 8<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />koruma sağlayacaklardır. Koruma çapının belirlenmesinde kullanılan radyoaktif elementin miktarı belirleyici faktördür. Kullanılan element nekadar fazla ise koruma çapı da o oranda artar. Radyoaktif madde çok fazla arttırıldığı halde koruma yarıçapında doğadaki bazı sınırlamalardan dolayı artış olmadığı belirlendiğinden, üretimlerinde en fazla koruma çapı 200m olacak şekilde planlanmaktadır.<br />Paratonerde kullanılan radyoaktif element alfa, beta ve gama ışıması yapar.<br />Radyasyon tarafından havanın iyonize olma miktarı alfa ışımasının kinetik enerjisiyle orantılıdır. Bu sebeple radyoaktif paratonerlerin üst kısımlarında ışımanın hızını yavaşlatmayacak şekilde boşluklar vardır. Işıma hızının azalması alfa partiküllerinin iyonlama gücünü nerdeyse tamamen yok ederler. 1mgr radyumun saniyede 136 milyon alfa partikülü ürettiği ve her bir partikülün 187 bin iyon çifti meydana getirdiğini dikkate alacak olursak, içinde 1mgr radyum bulunan bir radyoaktif paratonerin bir saniyede 25,4 x 1012 tane pozitif iyon çifti meydana getirdiği görülür.<br />Meydana gelen bu yüksek iyon sayısı kimi zaman, yıldırım düşürecek kadar fazla yüklü olmayan bulutları da tetikleyecek ve gereksiz yere risk oluşturabilecektir.<br />Gama ışınlarının yıldırımı yakalamada bir rolü olmasa da paratonerde kullanılan radyoaktif element bu ışımayı da doğal olarak yapar. Gama ışıması insan sağlığı için son derece tehlikelidir. Yüksek seviyeli bir gama ışımasına karşı önlem alınmadığı taktirde mide bulantısı ve kusma ile başlayan rahatsızlıklar hücre bölünmesinde düzensizlik, kanser, DNA yapısında bozukluklara (mutasyon) ve ölüme kadar ilerleyecektir.<br />Bu paratonerlerde radyoaktif element olarak Americium 241 ve Radium 226 kullanılmaktadır. Bu elementlerin yıldırımı yakalamak için yaptıkları alfa ışımasının ömrü en iyi (kuru, yıprandırıcı olmayan) hava koşullarında 10 yıl iken doğal hava şartlarında 5 yıla kadar düşebilmektedir. Beş ila on yıl arasında yıldırım yakalama ömrü olan radyoaktif paratonerin ışınlarının insan sağlığına zararları ise çok daha uzun yıllar boyunca sürer.<br />Montajı ve periyodik bakımları sırasında yanına yaklaşırken dahi dikkatli olunması ve çıplak elle katiyen temas edilmemesi gereken, mümkünse özel eldivenler ve giysilerle yaklaşılması gereken bu paratonere maalesef yurdumuzda bu hususlara hiç dikkat edilmeden bilinçsizce davranılmakta ve zaman zaman istenmeyen olaylar yaşanılmaktadır.<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 9<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />Paratoner içindeki radyoaktif elementin tutulduğu kurşun kılıfın yıldırım deşarjı anındaki yüksek sıcaklıktan erimesiyle oluşabilecek tehlike son derece ürkütücüdür. Serbest, koruyucu kılıfsız kalan radyoaktif element küresel bir şekilde ışıma yapacak ve paratonerin yaklaşık koruma çapı kadar olan bölgede radyasyon değeri istenmeyen biçimde artacaktır.<br />Yıldırım riskine karşı önlem alırken bizi çok farklı tehlikelerle yüz yüze getiren radyoaktif paratonerler, 1982 yılından beri Avrupa ve Amerika’ da kullanımı yasaklanmış olup ülkemizde de, TAEK’ in 31-03-2000 tarihli yazısıyla, kullanımına sınırlama getirmek amacıyla üretiminde kullanılan radyoaktif elementlerin ithalatına bu kurum tarafından izin verilmemektedir. Bu gelişimi takiben kullanımına da yasak getirilmesi beklenmektedir.<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 10<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002<br />4.3. Piezzoelektrik Prensibi ile Çalışan Paratoner<br />Piezzoelektrik elementler basınca maruz bırakıldığında yüksek gerilim üreten elementlerdir. Elementin bu özelliği paratoner üreticileri tarafından kullanılmış ve piezzoelektrik prensibiyle çalışan paratonerler imal edilmişlerdir.<br />Rüzgar etkisiyle salınım yapan paratonerin gövdesi, içerisindeki piezzoelektrik kristallerini basınca maruz bırakır ve yüksek gerilim darbeleri oluşur. Bu darbeler paratonerin yakalama ucu üzerindeki ark boynuzlarına gönderilir ve burada ark etkisiyle hava iyonizasyona uğratılır.<br />Paratonerin rüzgar enerjisi ve ark boynuzu ile çalışması en büyük dez avantajıdır.<br />(Bkz Seminer Notları)<br />4.4. ELEKTROSTATİK AKTİF PARATONER PULSAR<br />Yıldırımdan korunma teknolojilerinden en gelişmiş olanı elektrostatik aktif paratonerdir. Yıldırımdan daha iyi bir korunma sistemi için onun yapısını, oluşumunu detaylı bir şekilde inceleyen üreticiler buluttan yeryüzüne doğru inen yıldırım kolunu, yeryüzündeki herhangi bir sivri noktadan olan atlama ile birleşmeden önce, yakalayıp deşarjı güvenli bir şekilde toprağa aktarma yöntemi ile ilgili çalışmalar yapmışlardır.<br />Fransız Helita firmasının başlattığı bu çalışmalarda başarılar elde edilince, yıldırımı tüm sivri uçlardan olacak atlamalardan daha önce yakalayan ERKEN AKIŞ UYARILI aktif paratonerlerin (ESE, Early Streamer Emmission) üretimine başlanmıştır.<br /> Çalışma prensibi elektrik alan şiddetinin arttırılmasına dayanan PULSAR patentli tasarımı ile negatif ve pozitif tüm yıldırım çeşitlerinde aynı etkinlikte koruma yapan TEK PARATONERDİR.<br /> Havadaki elektrostatik yük ile çalışan Pulsar ESE (Erken Akış Uyarı) ünitesi, havanın SADECE yıldırım riskinin oluşabileceği yüksek elektrik alan değerlerinde çalışarak koruma bölgesine doğru gelmekte olan yıldırıma iletken bir yol açarak, herhangi bir sivri uçtan ve diğer TÜM PARATONER<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 11<br />YILDIRIM DARBELERİ OLUŞUMU VE KORUNULMASI 13.04.2002 ÇEŞİTLERİNDEN çok daha önce yakalar. Dolayısı ile yıldırımın düşmeyeceği herhangi bir (E) eşik alan şiddetinde havayı ionize ederek lüzumsuz deşarjlara sebebiyet vermez.<br /> Yakalama hızı (.t) gerek Helita gerekse diğer bağımsız labaratuvarlarda belirlenmiş ve en yakın rakiplerinden çok daha hızlı olduğu belgelenmiştir. (Bkz LCIE ).<br />(.t değeri bir paratonerin herhangi bir sivri uca göre yıldırımı nekadar daha süratli yakaladığını gösteren değerdir. .t büyüdükçe paratoner koruma sahasına doğru gelen yıldırımı diğer sivri uçlara göre daha çabuk yakalar ).<br /> 2 metre uzunluğundaki som çelik ünite bakım gerektirmez ve çalışma esnasında ark çıkarmaz.<br />TEKOM ELEKTRİK-ELEKTRONİK VE HAB. SİS. SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. 12dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-73811301769686734752007-10-04T12:33:00.001-07:002007-10-04T12:33:54.825-07:00YOĞURTYoğurdun Tanımı ve Gıda Maddesi Olarak Önemi <br /> Yoğurt, simbiyoz olarak yaşayan süt asidi bakterileri ile aşılanmış sütten meydana getirilen ekşi bir süt ve ürünüdür.<br /> Gıda maddeleri tüzüğünde yoğurt şöyle tanımlanmaktadır : “ Yoğurt, en az 90 C’ de ısıtılıp mayalanma derecesine kadar soğutulmuş sütün , yoğurt mayası katılarak laktik asit mayalanmasına tabii tutulmasıyla elde edilen özel kıvamdaki süt ürünüdür”.<br /> Son yıllarda hiçbir süt ürününde talep yoğurt kadar yükselmemiştir. Bu yükseliş çeşit sayısının fazlalığı, meyveli yoğurtların piyasaya sunulması ile açıklanabilir. Her ne kadar bazı ilim adamları yapıldığı yeri ve yapan milleti çok farklı gösterirlersede diğer tüm dillerde de adı Türkçesi gibi olan yoğurdun ilk önce Türkler tarafından Orta Asyada yapıldığı ve oradan yayıldığı bir gerçektir. Bugün yoğurt aynı isimle Avrupa’da , Amerika’da , Asyada ve afrikada tanınmaktadır. 60 yıl önce Pasteur Enstitüsunde Prof. Metchnikow tarafından ileri sürülen teori sonucunda yoğurt moda yiyecek olarak tüketilmeye başlanmıştır. Buna göre yoğurt ve karbonhidratça zenin yiyeceklerin tüketilmesiyle insan ömrünün önemli derecede uzayabileceği bildirilmektedir. Metchnikow '‘a göre bu cins gıda maddelerinin alınmasıyla damar sertliği ‘nin sebebi olarak şüphelenilen kalın bağırsaktaki artıklarla mücadele edilmesine ve bunların en az seviyeye indirimesine yardımcı olmaktadır. Her ne kadar Metchnikow ‘ un bu teorisi bir çok yönlerden müsbet etki yapmasına rağmen , bu güne kadar bunun doğruluğu için kesin bir isbat getirilmemiştir.<br /> 1935-1940 yıllarından önce , bu ekşi süt ürünü Balkanların dışındaki Avrupa ülkelerinde çok az miktarda tüketilmekteydi . bundan başka ekseriyetle mide ve bağırsak hastalıkları için doktor reçetesine göre alınmaktaydı. Son 30-40 yıl içinde şüphesiz yoğurdun besin değerinin anlaşılmasıyla tüketimde büyük bir sıçrama görülmüştür. <br /> Bu ani artışın nedenleri kısaca şöyle açıklanabilir:<br />- Her şeden önce gıda değerinin önemi daha çok anlaşılmıştır.<br />- Diyetetik etkisi olduğu kesin olarak anlaşılmıştır.<br />- Pazar çok fazla yoğurt ürünlerinin değişik çeşitleri getirilmektedir. Bu gün özellikle Avrupa’da meyveli ,aromalı yoğurtlar tüketiciye çok zengin bir seçim imkanı sağlamaktadır.<br />- Kalite düzeltilmiştir.<br />- Amaca uygun reklamlar, v.s yapılabilmektedir.<br />Günümüzün yoğutçuluğu yalnız kalite ve çeşit bakımından değil , işleme tekniği bakımından da büyük gelişmeler göstermiştir. 30-40 yıl öncesinre kadar kültürle iğne ile kuyu kazarcasına sütün ayrı ayrı küçük kaplara konulup tek tek aşılanması , bir sürü emek ve zaman kaybına sebep olmaktaydı . Ayrıca bu işleme şekliyle bir partide farklı kalitelerde ürünler elde edilmekteydi . bu işleme şekli artık günümüzde değişmiş olup, devamlı pastörize süt yapan tesisler gibi sürekli çalışan yoğurt fabrikalarıda kurulmuştur. Bu modern tesislerde : süt koyulaştırılmış süt katılmasıyla yada vakumda suyunun uçurulmasıyla arzulanan koyuluğa kolayca ulaşabilmektedir. Böylece sütün kazanlarda saatlerce ısıtılması masraf ve zahmetlerinden kurtulmuştur. Yine bu metotlarda ısıtma işleminin amacı , sadece zararlı mikroorganizmayı imha etmek olmuştur. Bu amaçla da ısı transfer irinin çok daha verimli olduğu pastorizatörler geliştirilmiş ve kullanılmıştır. Yine starter olarak, karışık olmayan saf starter kültürler kullanılmasıyla kalite standarttı sağlanmıştır. İnokule olan süt ambalaj metaryallerine doldurulduktan sonra, sıcaklığı sabit olan inkübasyon odalarında yoğurdun olması sağlanmıştır. Daha sonra soğuk odalarda yararlanılarak hem inkübasyon kontrol altına alınmış hemde yoğurdun kıvamı daha düzgün şekle sokulmuştur.<br /> Bu şekilde modern tekniğin yoğurt işleme kapasitesi çok artmış ve her zevke uygun düşecek kalite ve aromada çeşitli yoğurtlar uygun ambalajlar içerisinde tüketiciye sunulur hale gelmiştir. <br /><br />YOĞURDUN TARİHÇESİ<br /><br /> Yoğurdun ilk defa nasıl yapıldığına dair yeterli miktarda bilgi mevcut olmamakla beraber HZ.İBRAHİME melekler tarafından öğretildiğine bundan sonra baban oğula sır haline intikal ettiğine dairhikayelerde vardır. Eski türkçede yoğurt kelimesi bazen yoğurt bazen de yogrut şeklinde ancak sekizinci Y:Y dan sonraki metinlerde görülmektedir.<br /> Yoğurt kelimesinin geçtiği utgarca kelimeler taklamakan çölünün kuzey doğusuna düşen bu günkü tufan karahoca (eski adı Hoçu) civarında bulunmuştur gezegenlere sunulması gereken kurbanlara yemek olarak gelince güneşe; süt ve lapa, aya ; yoğurtlu yemek, saturne; yeşil , kırmızı fasulye , ruhu gezegenine ; susam yemeği ve ballı yemek sunulmaktadır.<br /> Ayrıca Maytrisimit adlı uygurca bir ikdidai tyatro unsurlarını havi eserlerde bir defa yoğurt kelimesi geçiyor cekennemdekiler bu eserde konuşturulur son derece canlı ve renkli cehennem tasvirleri arasında , cehennemdekilerden biri aynen şöyle demektedir; biz burada birbirimizin kafalarını yarıp beğnimizi yoğurt gibi yedik.<br /> Kaşkarlı mahmut tarafından 10 asırda yazılmış bulunan Divanı Lügatı Türk ve balas gumlu Yusuf hacip tarafından Kutagu bilig adlı eserlerinde yoğurt kelime4sine bu günkü mana da rastlanmaktadır. Yoğpurdun avrupada yayılışyla ilgili ensari malumata fıransız tıp tarihinde rastlanmaktadır. 16. Asırda Fransa kırallarından 1. Fransua ateşli ishal hastalığına yakalanmıştır. Kıralın doktorlarının bütün gayretlerine rağmen iyi edememişler. Kıralın annesi Kanuni Sultan Süleymandan bir doktor istemiş. İstanbuldan Fransaya gemi ile gönderilen Türk doktor birlikte götürdüğü keçinin sütünü sağıp yoğurt yapara k kırala ilaç olarak yedirmiş kıral kısa bir tedaviden sonhra iyileşmiş ve yoğur da ebedi hayata sütün ismini vererek tıp talebelerinin bu harika ilacı öğrenmeleri için emir vermiştir.<br /> Avrupa bihassa Amarikada yoğurda bulgar sütü adı verilmektedir. Bunun sebebi M.Grikoraff adında bir bulgar doktorun 19. Asrın sonunda İsviçrenin geneve şehrinde yaptığı araştırmada yoğurttaki laktobacillus bulgarıcus mikrobunu keşfetmesidir. Yoğurdun Avrupada esaslı olarak yayılması pasteur enstitusunde çalışan robel mukafatı almış bulunan rus bakteri oğlu Metchnökoff’ un ileri sürdüğü nazari sağlanmış dır. Metchnökoff yoğurdun bağırdsaklardaki kokutucu bakterileri öldürdüğü ve faliyetlerine mani olduğu için hayatı uzattığnı ileri sürmüş ve misal olarak Kafkasya balkanlar ve tükiyedeki uzun ömürlü insanların hep yıoğurtla beslendiği belirtilmiştir. <br /> Avrupada bu suretle yayılan yoğurt amarikeya götürülmüştür. 1932 yılında Dr. J:M Rosell kendi adı ile kurduğu enstitüde yoğurt kültyürü yapmaya başlamı ştır.Holiwood sinema yıldızlarına beslenme uzmanı Dr . Gaylod Houser sağlık , gençlik ve güzelliğin muhafazası için yoğurt yenmesini tavsiye etmiş ve bu suretle yeni dünyada yoğut imali birden bire artmıştır. <br /> Eski dünyadan Asya ve Afrika’da yoğurdun yayılışı Türklerin görüşleriyle birlikte olmuştur. Hindistan, İran, Mısır, Lapant, Icelant, İskandinavya ve moğalistan bu arada zikredilebilir. Çinde yoığurt yendiğini Marco Polo yazmaktadır. Mikroskobun mevcut olmadığı bir devirde mikroskopların faliyetiniş tes bit ve kontrol imkanı bulan Türkler çok önemli buluşları ile insanlığa hizmet etmişlerdir.<br /><br />YOĞURDUN BİLEŞİMİ<br /> Yoğurt, bileşimi yönünden süte fazla benzeyen bir süt ürünüdür. Diğer süt ürünlerinde sütün bileşimine katılan maddelerin miktarında , süte nazaran büyük bir değişiklik görülür. Halbuki yoğurttaki değişiklik pek fazla değildir, sütle yoğurdun bileşim farkı , yoğurdun ve kullanılan hammaddenin çeşidine göre : genellikle kuru madde ve süt şekerinde kendini gösterir. Sütün işlenmesi sırasında pişirilmesi veya konsantre süt ürünlei ile takviyesi sonucunda, yoğurdun kuru maddesi ve onu meydana getiren maddelerde şeker hariç , genellikle %5-10 oranında bir yükselme olur. Fermentasyon sonunda şekerin bir kısmı parçalandığından yoğurdun sadece şeker oranında bir azalma meydana gelir. <br /> Buna karşılık şekerin parçalanması sonucu meydana gelen süt asidi miktarı yaklaşık 5 kat artmaktadır. Yoğurdun bileşimiyle ilgili veriler çok farklılık gösterir. Çünkü kullanılan hammadde ve işleme tekniğinin değişikliği birkaç değişik bileşimde yoğurtla karşı karşıya bırakmaktadır. Genel olarak şöyle bir bileşim tablosu verilebilir; <br /><br /><br /><br /> <br /> <br />BİLEŞİM MİKTAR<br /> SU 80-86<br /> KURU MADDE 14-20<br /> YAĞ 2-8<br /> PROTEİN 4-8<br /> SÜT ŞEKERİ 2-5<br /> MİNERAL MADDE 0,8-1,2<br /> ASİTLİK 0,9<br /><br /> YOĞURDUN BESİN DEĞERİ <br />İnsan diyetinde önemli bir yeri tutan yoğurdun kimyasal bileşimi üretimde kullanılan çiğ sütün bileşimine ve laktik asit fermantasyonu sırasında süt bileşenlerinde meydana gelen gelişmelere bağlıdır. Yoğurt yapımı sırasında sütün bileşimini etkileyen faktörler yağ ve kuru madde standardizasyonları ile ısıl işlemdir.<br /> Kuru madde standardizasyonundan dolayı süt bileşenlerinin miktarı arttığından yoğurdun beslenme açısından önemi bir kat daha artmaktadır. Uygulanan ısıl işlem sonunda bazı vitaminlerin (C, B1, B6, B12 ve folik asit) miktarı azalmaktadır.<br /> Laktik asit fermentasyonu esnasında süt bileşenlerinde görülen kimyasal değişmeler şöyle sıralanbilir laktoz içeriği azalmakta , oldukça fazla laktik asit oluşmakta, serbest peptit, amino asit ve yağ asitleri miktarı artmakta, bazı vitaminlerde azalır ve artışlar meydana gelmektedir. Yoğurdun kalori değeri, laktozun laktik aside dönüşmesine bağlı olarak %3-4 oranında azalmaktadır. Ancak laktoz intoleransı olan insanlar tarafından rahatlıkla tüketilebilen bir ürün niteliğini kazanmaktadır. <br />İnsan sağlığı açısından yoğurdun yaraları şunlardır;<br />1. Besin değeri süte göre daha yüksektir.<br />2. Önemli bir protein, yağ, vitamin, ve mineral madde kaynağıdır.<br />3. Fermentasyon sırasında laktozun bir kısmı hidrolize olduğu için sütü sindirmekte güçlük çekenler tarafından (laktoz in tolerans) daha rahat tüketilmektedir.<br />4. Sindirimi daha kolay olduğu gibi sindirim sistemini düzenleyici etkiye de sahiptir.<br />5. Yoğurt bakterileri antigonestik etkilerinden dolayı intestinel patojen ve saprofit organizmaların gelişimini in hibe etmektedir.<br />Kolestolü düşürücü etkiye sahip olduğu belirtilmektedir.<br /><br /><br /><br />YOĞURDUN İNSAN SAĞLIĞI ve BESLENMESİNDEKİ ROLÜ ve ÖNEMİ<br />Yoğurt, zengin bir karbonhidrat(laktoz), protein, yağ, vitamin, kalsiyum ve fosfor kaynağıdır. Fermentasyon sırasında sütün , protein, yağ, ve laktozun oluşan kısmı hidrolizasyon nedeniyle sindirimi kolaydır. Ayrıca laktoz intolerans kişilerin tüketime elverişli, antitümör ve antikolesterolemik özellikleri bulunmaktadır. Laktik asit bakterilerinin ürettiği antibiyotikler ve antimikrobiyal meddeler insanları patojen M.O ‘lara karşı korumaktadır. Bu nedenle yoğurt, her yaş grubundaki insanın günlük, beslenmesinde bol ve ucuz bir şekilde yararlanabileceği fermente bir süt ürünüdür.<br /> Yoğurt bakterilerinin faaliyeti sonucu B grubu bazı vitaminler, özellikle riboflavin (B2) sentezi oluşmaktadır. Yoğurdun önemli bir fonksiyonu da gıda azaltmakta görüyoruz. Bu gün bilindiği gibi batı dünyasında herkesin üzerinde hassasiyetle durduğu bir noktada da : kilo almamak, gençlik formunu muhafaza etmektir. <br /> Bunun içinde kilo kazandırmayan, buna mukabil vücut zindeliğini muhafaza ettiren yiyecekler içinde rağbet görmektedir. Yapılan incelemeler, mükemmel ve kolay hazımlı bir yiyecek olan yoğurdun gıda azaltmada da iki önemli fonksiyonunu ortaya çıkartmıştır. Bunlardan birincisi yoğurdun doyurucu ve tatmin edici hassası, diğeride bağırsak hareketlerine tesir yapmasıdır. Mesela iki kilo sütü kolaylıkla içen bir kimsenin birbiçuk kilo yoğurdu güçlükle yediği denemelerle sabit olmuştur.<br /> Yoğurdun gıda azaltmada kiikinci fonksiyonu bağırsak hareketlerine yaptığı tesiride görüyoruz. Bu husuta yapılan araştırmalar yoğurttaki süt asitinin bağırsak mukozasına tesir ederek bağırsağın peristaltik hareketi hafiflettiğini ve buda bağırsaktaki ifrazat ve elektrolik zaiyatını dolayısı ile gıda sarfiyatını azalttığını ortaya koymuştur. <br /> Nihayet 13-01-1957 tarihinde Tokyo’ da açılan ve binlerce Japon bilim adamının katıldığı atom enerjisi konferansına sunduğu bir raporda Prof. Hsukehıhen Huguşi radyo aktivitelerin sebep olduğu hastalıkları tedavisi sırasında yoğurdun mükemmel bir önleyici ilaç olduğunu bildirmektedir. Prof. Huguşi insanlar ve fareler üzerinde yaptığı denemeler sonunda bu hususu tesbit ettiğini söylemiştir. Bir yıl müddetle atom ışınlarına maruz kalan ve bu süre için de yoğurdun daima esas teşkil etttiği yiyeceklerle beslenen kimselerde radyoaktivite hastalıklarının arızalarına rastlanmamaktadır. Prof. Göre yoğurdun içindeki müessir bir madde bu hususta organizmayı korumaktadır.<br /><br />YOĞURDUN TÜRKİYEDEKİ YERİ VE ÖNEMİ<br /> Binlerce yıldan beri Türk ülkelerinde işlenen yoğurt toplumumuzun beslenmesinde önemli yeri olan bir süt ürünüdür. Her çeşit sütten yapılabilmesi , basit kap ve usullerle her yerde herkes tarafından işlenebilmesi satış ve tüketimdeki kolaylıklar , onun Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar yayılmasına sebep olmuştur. Bugün bir çok süt ürünleri tanımayan çevrelerimiz vardır. Ama yoğurdu veya onun sulandırılmış şekli olan ayranı bilmeyen mıntıkalarımız yok gibidir. Bu bakımdan yoğurt türkiyenin milli bir yiyeceği kabul edilir. Türk toplumu onu çok eski devirlerdn beri besleyici ve sağlığını koruyucu bir yiyecek olarak tanımış , çeşitlerini yapmış , hastalarını ve sindirim bozukluğu çekenleri onunla beslemiş , bazen sulandırarak ayran haline sokarak , ferahlatıcı bir içecek haline sokmuş , bazen torbalarda süzmüş tuzlamış, peynir gibi kahvaltıda kullanmış , bazen de suyunu bir hayli azaltarak , kışın bile ihtiyaçlarını karşılayacak elde hazır dayanıklı bir yoğut özü haline getirmiş ve uzun kış devresinde protein ihtiyacının önemli kısmını %65 gibi çok yüksek oranlarda protein ihtiva eden , bu değerli besinden sağlamaya çalışmıştır. <br /> Yoğurtçuluğun hammadde yönünden d Türkiye’de ayrı bir önemi vardır. Bilindiği gibi Türkiye’nin süt ürünlerinde 4 tür hayvanın inek, koyun , keçi ve mandanın payı vardır. Bunlardan koyun keçi gibi küçük baş hayvanların sütleri bir çok süt ürünlerinin işlenmesine elverişli olmadıkları gibi , kuru madde miktarı da yüksek olduğundan içimlerde ağırdır. Halbuki yoğurt teknolojisinde kuru maddece zengin süt aranır, batı ülkelerinde olduğu gibi inek sütü kullanmak zorunda olan yoğurtçuluk tesisleri işleyecekleri hammaddeyi ya süt tozu veya koyulaştırılmış süt katmak veya uzun uzun pişirmek suretiyle kuru maddece zenginleştirmeye çalışmaktadırlar. Türkiye nin ise kurumaddece zengin yoğurt için elverişli,küçük baş hayvan süt üretimi,toplam üretimin yarısına yaklaşacak bir düzey göstermektedir.<br /> Yoğurt Türkiye’de yalnız sütten işlenen bir ürün değildir. aynı zamanda,hatta çok kere sütten daha geniş ölçüde sütçülük artıkları,özellikle yagsız süt,yoğurda veye ayrana işlenerek değerlendirilmektedir. <br /> Ayrıca birçok mıntıkalarımızda,tereyağda da yoğurttan işlenmektedir. yani türkiyenin diğer önemli bir süt ürünü olan tereyağın yapılışında da yoğurdun önemli bir yeri vardır. yani yoğurt birçok mıntıkalarda tereyağcılığın ikinci bir hammaddesi durumundadır. bu çevrelerde süt önce yoğurda işlenir yoğurtta yarı yarıya sulandırılır ve yayıklanarak tereyağı haline getirilir. bu işlemde arta kalan ayran ,güneydoğu Anadolu’da işçiye verilmektedir ,para gibi mübadele aracı da olabilmektedir.<br /> Bilindiği gibi Türkiye’de sütün doğrudan doğruya tüketimi çok düşük bir seviyededir. Şehir sütü enstitüsünün gelişmemiş olması ,halkın alışkanlığı, yıllık 4 milyar kilogramı bulan süt hasılatımızın büyük bir çoğunlukla süt ürünlerine işlenmesini zorunlu kılmaktadır. Memleketimizde süt ürünleri arasında da yoğurdun ayrı bir yeri vardır. Bu konuda devlet planlama teşkilatının süt ürünleri tüketim tahminleri, yoğurdun tür toplumunun beslenmesinde önemini açıklıkla ortaya koymaktadır. Bahir konusu teşkilatın süt ürünleriyle ilgili tüketim tablolarına öğrenildiğine göre, Türkiye de 1962 yılında nüfus başına tüketim:<br /><br /> Kilogram<br /> Pastörize süt ........................................0.130<br /> Kaşar peynir.........................................0.390<br /> Beyaz peynir.........................................2.000<br /> Tereyağı................................................3.000olmasına karşılık <br /> YOĞURT..............................................20.000 a ulaşarak<br /><br />Diger süt ürünleriyle kıyaslanamayacak bir düzey göstermektedir. Diğer taraftan sütün tereyağını veya sade yağının işlenmesinde tek unsurdan yani yağdan yararlanılır. diğer önemli besin maddeleri, bu arada proteinli maddeler , süt şekeri , mineral maddeler ve bunlara bağlı olan vitaminlerin bir kısmı artıklara geçer. Peynircilikte de süt şekeri ve mineral maddelerin çoğu artıklarda kalır. Yurdumuzda üretim ve işleme , çok küçük çapta , dar imkanlar içerisinde yürütüldüğünden çoğunlukla artıklardan yararlanma mümkün olmamaktadır. Süt teknolojisinin en önemli görevi şüphesiz ,sütün hiçbir unsurunu israf etmemektir. Buda bugün için Türkiye’de sütün yoğurda işlenmesiyle gerçekleştirilebilmekte ve toplumumuz fazla yoğurt tüketmekle, içme sütü gibi sütün bütün değeri unsurlarından tam manası ile yararlanabilmektedir. Yoğurdun bu özelliğinin , teknik imkanları ,özellikle soğutma düzenleri yetersiz olan Türkiye de küçümsenmeyecek bir önemi vardır. Yoğurdun toplumumuzun sağlığını korumaktaki fonksiyonunu da unutmamak gerekir yoğurdun öteden beri bilinen bir çok hastalık bozukluk ve düzensizliklere karşı şifakar etkisi yanında bir sürü hastalık etkenlerine karşı antibiyotik niteliği yani hem bakteriyostatik hemde bakterisidi özelliği toplumumuzun sağlığının bozulmasında önemli bir faktör olmuştur ayrıca yoğurt işlenirken süt pişirildiğinden bu gün başta yağ ve peynir olmak üzere bir çok süt mamullerinde sık sık görülen hastalık mikroplarına yoğurttan hemen hemen rastlanmamakta ve yukarıda belirtildiği gibi imalatı takip eden devrede de fazla asit ve koruyucu maddeler bulaşmadan mütevelli tehlikeye en düşük seviyeye indirmektedir.<br /> Yoğurt birçok besinlerin hazırlanmasında yararlanılan bir maddedir. Sarımsakla karıştırılarak bir çok yemeklere çeşni vermesi yanında tahıllarla karıştırılarak yapılan çorbalar bu arada Türk toplumunun en önemli besinleri arasında tarhananın yapılışında yoğurdun önemli bir yeri vardır. Yoğurt birçok bölgemizde pişirilerek yani ikinci bir işleme tabii tutularak daha dayanaklı bir şekle sokulur. Kış yoğurdu pişmiş yoğurt gibi değişik adlarla bu tip dayanıklı yoğurtlarda uzun kış devresinde bölgedeki halkın yoğurt ihtiyacının önemli bir kısmını karşılar Türkiye de işlenen yoğurt miktarı hakkında bilgimiz yetersizdir. Bu konuda verilen değerler hep kaba tahmin sınırını aşamamaktadır , gerek kürsümüzde yapılan tahminler ve gerekse devlet planlama teşkilatının verdiği değerlere göre 1962 yılında Türkiyenin yıllık yoğurt üretimi yaklaşık 600.000 ton civarındadırlar. Bunun aşağı yukarı ¼ ‘e yakını yani 130.000 tonu sanayi tesislerde işlenmekte geri kalanıda aile işletmesi içerisinde yapılmaktadır. Özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerimizde sanayi karakterdeki tesisiler süratle çoğalmakta ve bu şehirlerin gün geçtikçe artan isteklerini karşılamaya çalışmaktadırlar bu sebeple sanayi üretimi kısa bir zamanda gerek sayı gerekse kapasite bakımından çok artacağı muhakkaktır.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />HAMMADDE (ÇİĞ SÜT)<br /> Bütün süt ve ürünlerinde olduğu gibi yoğurt üretimindede hammaddenin özellikleri kaliteyi büyük ölçüde etkilemektedir. Bu nedenle yoğurda işlenecek çiğ sütün yoğurt üretimine elverişli özelliklere sahip olması gerekmektedir. Bu özellikleri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz.<br />1. Yoğurtta işlenecek süt temiz olmalıdır. İçerisinde toz, toprak , gübre ,sinek ve benzeri maddeler bulunmamalıdır. <br />2. Yoğurda işlenecek süt taze olmalıdır,sütün yüksek derecelere ısıtılması nedeniyle bu ısıya dayanabilmesi gerekmektedir.<br />3. Yoğurda işlenecek süt normal olmalıdır, kendisine has tat ve kokusu renk, kıvam , görünüş olmalıdır. Laktasyon sonu ve ağız sütleri ile kötü tat ve kokuya sahip sütlerden yoğurt yapılamaz.<br />4. Yoğurda işlenecek sütte süt hilesiz olmalıdır. Su , soda, nişasta katılmış yağı alınmış sütlerden kaliteli yoğurt elde edilemez.<br />5. Yoğurda işlencek sütte inhibitör madde bulunmamalıdır yani antibiyotikler, şap aşısı, herbidis maddeler deterjan ve dezenfektanlar prazervatif maddeler. Bu maddeler yoğurt oluşumu8nda görev alan mikroorganizmaların üremelerini durdurarak veya yavaşlatarak yoğurdun kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir. <br />6. Yoğurda işlencek sütlerde bakkteri yükü 1 ml de hiç koli bulunmamalı 0,1 ml de maya ve küf bulunmamalıdır.<br /> Yoğurda işlenecek çiğ sfdütün yoğurt kalitesi üzerindeki etkisi şöyle sıralaya biliriz. <br /> Sütün Yoğurdun Tadı ve Kokusu Üzerine Etkileri<br />- hijyenik olmayan koşullarda sağılan tenmiz olmayan kaplarda taşınan sütlerin kötü kokuları yoğurttada hissedilebilir. <br />- Değişik kokulara sahip yemlerin kokuları süte geçtiğinde yoğrttada bu yem kokulrı bulunabilir. <br />- Çeşitli hayvan hastalıklarında sütün bileşimi değiştiğinde özellikle mastitisli sütlerden yapılan yoğurtlatrda tuzlu bir tat oluşur. <br />- Lajktasyon başlangıcında ağız sütünde sütün bileşimi değiştiğinden dolayı acı bir tat oluşabilir. <br />- Gecikmiş laktasyon sütlerinde aynı neden den dolayı yoğurtlarda tuzlu bir tat oluşabilir.<br />- Yüksek bakteriyel içeriği olan sütlerden yapılan yoğurtlarda istenmeyen tat ve kokular oluşur. <br />Sütün Yoğurdun Kıvam ve Viskozitesi Üzerine Etkisi<br />- Erken laktaswyon döneminde sütün kuru maddesi az olduğundan dolayı böyle sütlerden yapılan yoğurtların yapısı zayıf olur. <br />- Laktasyonun sonunda isesüt yüksek kuru madde içeriğinden yoğurdun kıvamı daha iyidir. <br />- Mastitisli antibiyotik ve prezarvetif maddeler içeren sütlerde yoğurdun kıvam ve viskozitesini olumsuz yönde etkler. <br />Sütün Yoğurttaki Asit Üretimine Etkisi <br />- sütün bileşimindeki değişmelerin asit üretimi üzerine etkileri vardır sütün bileşimindeki değişmeler hayvanın berslnemesine bağlı olarak mastitis olaylarında ve temizlik maddelerinin kalıntıları çiğ sütün depolama koşullarına bağlı olarak oluşmaktadır.<br />Sütün Yoğurdun Mikrobiyolojik KaliteÜzerine Etkisi<br />- yüksek bakteriyel içeiğine bağlı olan sütlerden üretilen yoğutların yoğurtların mikrobiiyolojek kalitesi düşük olur. Böyle yoğutlar dayanıksız olacağından dolayı çabuk bozulurlar.<br />Sütteki Antibiyotik Kalıntılarının Yoğurt Üzerine Etkisi <br />- Hayvanların tedavisi amacıyla sık sık yararlanılan penisilin sitrettomisin gibi antibiyotikler hayvanın sütüne geçerek süt asidi bakterilerinin faaliyetlerini güçlendirtmekte ve hatta belli bir konsantırasyondan sonra inhibe atmekte aktivitelerini tamamen durdurmaktadır. Dolayısı ile fermente süt ürünlerinde yetersiz asit üretimine sebeb olarak düşük kaliteli hatta bozuk ürün elde edilmesiine yol açmakta ve sonuçta ekonomik açdan önemli kayıplar meydana gelmektedir. <br />- Antibiyotiğin çeşidine ve sütteki miktarına bağlı olarak bazen yoğurt üretimi hiç gerçekleşmemktedir. <br />- Yoğurt bakterileri üzerinde en etkili antibiyotik penisilindir. Yoğurt yapimi için gerekli olan Lb.bulgariccus ve Str cocus termopilus bakterileriantibiyotiklere karşı son derece duyarlıdırlar. <br />Ekonomik kayıplardan kurtulmak için : <br />1. Yoğurt üretiminde antibiyotiksiz süt kullanılmalıdır. <br />2. Yoğurt üretiminde penisilin kalıntılarını inaktive edebilmek için süte penisilinaz yada bunu üretebilen mikroccus sujları ilave edilmeli.<br />3. Isısya dayanıklı antibiyotiklerin yıkımlanmasını sağlayacak sıcaklık ve zaman normları seçilmeli .<br />4. Starter kültür üretiminde antibiyotiklere dayalı kültür sujları kullanılmalı .<br />KLARİFİKASYON<br /> Klarifikasyon süt işlemedeilk işlem basamağıdır. Ilk olarak kaba süzgeçlerden geçirilen süt görünen kirlerden arındırılır. Daha sonra temizleme seperatörlerine gönderilir. Klarifikasyon işleminin amacı : sütten lökositleri , hücre ve epitel parçalarını , kir maddelerini uzaklaştırmaktır. Bu işlem , klarifikatör adı verilen santrafujlü temizleme sparatörlerinde ve standart süt separatörlerinde yapılır.<br /><br /><br />YAĞ STANDARDİZASYONU<br /> Yağ yönünden standardizasyon gerçekleştirilirken önce çiğ sütteki yağ oranı belirlenir. Belirlenen bu değer yoğurtta istenen yağ oranı ile karşılaştırılır. Öncelikle sütün yağı krema separatörlerinden geçirilerek ayrılır ve çeşitli yöntemler kullanılarak yağ standardizasyonu gerçekleştirilir. <br /> Bu yöntemler:<br />1. Süt Yağının Tanklarda Ayarlanması : bu standardizasyon aşağıdaki şekilde yapılabilir ;<br />- yağsız süte krema ilavesi <br />- yağsız süte yağlı süt ilavesi<br />- yağlı süte yağlı süt ilavesi <br />- yağlı süt ile yağsız sütün belirlenen miktarlarda karışımı <br />2. Süt Yağının Direk Standardizasyonu : yağsız süt ile kremanın kısmı olarak karışması ve fazla kremenın ayrılması ile gerçekleştirilir. <br />Buda iki şekilde yapılmaktadır: <br />- elle kontrol <br />- otomatik standardizasyon <br />Elle Kontrol :bu tip standardizasyon daha küçük küçük işletmelerde kullanılır. sütün yağ oranının tam ayarlanması için önceden bir depolama tankı içinde yağsız süt yada krema ilavesiyle yağ belirli bir değere getirilir. <br /> Bu sistemde yağsız süt çıkış basıncı , kremanın ve sütün yağ içeriği ile yeniden eklenecek kremanın akışı bilinmeli .<br />Otomatik Standardizasyon : bu standardizasyon sürekli olup büyük işletmeler için uygundur. Iki yöntem kullanılmaktadır:milikotestler de her 20 sn de yağ içeriği sürekli ölçülür ve süt içinde ihtiyaç duyulan yağı elde etmek için MTC (milikotestler kontrol ) kontrol edici yağ ve yüksek yağ araasındaki oranı düzenler. <br /> Diğer sistem ise, kremanın yağsız süte ilavesi için akış kontrol ünüteleri ve süt içinde yağın en iyi standardizasyonu için ayarlayıcı vanalar, kremada yağ içeriğinin sürekli ölçülmesi için yoğunluk kontrollerini yapısında bulunduran bir sisitemdir. <br />Yağ Standardizasyonunda Yapılan Hesaplamalar: <br />1. Sütteki yağ oranı yoğurtta istenenden düşük ise : süte krema ilave etmek gerekir. İlave edilecek krema , miktarın pearson karesi yönteminden yararlanılarak hesaplanır. <br />Sütteki yağ oranı yoğurtta istenenden yüksekse: sütten krema çekilir yada süte yağsız süt ilave edilir.<br /><br />KURUMADDENİN STANDARDİZASYONU<br /> İstenilen kuru maddenin sağlanabilmesi için aşağıdaki işlemlere başvurulur. <br />1. Vakumda suyun azaltılması.<br />2. Mebran filtrasyon ile suyun azaltılması.<br />3. Süt tozu veya süt konsantıratı ilave edilmesi<br />4. Peynir suyu tozu ilavesi.<br />VAKUMDA SUYUN AZALTILMASI <br />Buharlaştırma ile suyun azaltılması basınça altında gerçekleştirilir. Bununla düşük buharlaştırma sıcaklığında sütün muamelesi ve düşük enerji yüksk randıman sağlanmaktadır. Sütün koyulaştırılmasında yararlanılan tesislerin bölümü ve çalışma sistemi gösterilmiştir. Yoğurda işlnecek sütün evaparasyonunda genellikle %10-25 arasında suyun ayrılması sağlanır. Bu koyulaştırma işlemi yoğurdun kalitesi açısında n iyi sonuç vermektedir eveparasyonla sütte oluşan değişiklikler şunlardır:<br />a. Sütteki kalsiyum kazeinat fosfat kompleksi etkilenmekte ve misillerin optimal sitriktürü kazanmasıyla yoğurdun kıvamı artmakta ve tat iyileşmektedir.<br />b. Sütte kuru madde oranı artmaktadır. %10 luk evaparasyon %1-3 lük sütozu ilavesine eşit etki yapmaktadır. <br />c. Sütün titrasyon asitliği artmaktadır.<br />TABLO : vakumla çalışan tesislerin bölümleri ve çalışma sistemleri <br /><br />Tesisin bölümleri Yapısı Çalışma durumu <br />1. Denge tankı Silindirik şeklinde Monte edilen şamandıra <br /> şamandıralı. Subabı geçişin debisini <br /> ayarlar. Böylece sabit bir<br /> sıvı seviyesi bulnur.<br />2. Süt pompası dairevi pompa <br />3 çıkışlı süttü plakalı ısı değiştiricilere gönderir.<br />3. Plakalı ısı değiştirici a.ön ısıtma pompa ikiden gelen sütü <br /> b.ısıtıcı ön ısıtıcı vakum tankından<br /> c.soğutucu gelen buharla yaklaşık 65 C<br />kadar ısıtılır ve ısıtıcıda taze buharla 100 C kadar ısıtılır. Soğutucudan vakum tarafından gelen süt 40-45 C kadar soğutulur. <br />4. Vakum tankı Slindirik Isıtıcıdan gelen süt tankın <br /> Çift cidarlı içinde geniş bir yüzeye yayı<br /> Çelik tank. Lır. Burada suyun bir kısmı <br />buharlaşır ve tankın üst parçasından buhar uzaklaştırılır. Buhar bundan sonra ön ısıtıcıya gider ve kondansatör de yoğunlaşır, koyulaştırılmış süt bir boru üzerinden tank dibine geçer.<br />5. Konsantrat dairevi bu koyulaştırılmış sıvıyı çe<br />Pompası pompa ker ve büyük bir bölümünü geri ısıtıcıya arta kalan kısımı soğutucuya basar.sıvının bir kerede geçişinde arzu edilen alışılmış yoğuluğa erişilemeyeceği için onun ısıtıcı vakum tankı konsantrat pompası ısıtıcı geçişi kontrol edilebilir. Arta kalan buhar kondanse eder.<br /><br />6. kondansör arta kalan buharı kondanse eder.<br />7. Vakum pompası sıvı devir buharı ısıtıcı ve kondansötö<br /> daim pompası. r üzerinden vakum tankından çeker ve vakum tankında mutlak sıvı 0,3 barlık bir basınç meydana getirir. <br />8. ayarlama musluğu geçiş muslukları gelen ve giden süt miktadlarını ayarlar.<br />9. üç yollu vana tesisin çalışmaya başlamasında ve kimyasal <br />temizlik sıvısında sıvı ön denge tankına geri gidecek şekilde ayarlanır. <br />ÖRNEK: Saatteki su buharlaştırma kapasitei 260 kg olan bir tesiste %2,5 yağlı ve 1,032 g/cm3 özgül ağırlık kaç kg sütün 1 satte özgül ağırlığı 1,038 getirilebilir.<br /> ÇÖZÜM: <br />a. önce halenke ve möslingere verilmiş olan formulle özgül ağırlık veyağ oranından yaklaşık kuru madde oranı hesaplanır. <br /> Tm= 0,25 (5x fm + ld )<br /> Tm= toplam kuru madde <br /> Ld= lakdodansimetre derecesi<br /> Fm= sütün yağ oranı<br />Sütün başlangıçtaki kuru maddesi Tm1=0,25 (5 x 2,5 + 32) Tm1 =11,12<br />Sütün buharlaşmadan sonraki kuru maddesi<br />Tm2= 0,25 (5 x 2,5 + 38) Tm2 = 12,62<br />Tm1 = 1,32 g/ cm3 özgül ağırlıktaki sütün kuru maddesi = %11,62<br />Tm2= 1,38 g/cm3 özgül ağırlıktaki sütün kuru maddesi =%12,62<br />b. her iki kuru maddenin farkının bulunması.<br />Tm1- Tm2 = Kuru madde farkı <br />% 12,62 - % 11,12 = %1,50 yani süt kuru maddesi buharlaştırmada % 1,5 oranında artacak demektir. Kuru maddede % 1,5 artış sağlamak için bu oranın kaç kg sütte bulunduğu hesaplanırsa; <br /> 100 kg sütte 11,12 kg kuru madde varsa<br /> x kg sütte 1,5 kg kuru madde vardır. <br /> X = 13,50 kg <br /> 100 kg kuru maddesi ayarlı süt için 100+13,5 =113,5 kg süt gerekmektedir. Yani %1,5 kuru madde artışı için 113,5 kg sütün suyu uzaklaştırılarak 100 kg süte indirgendiğinde kuru madde de istenen artış sağlanmaktadır. <br />c. 260kg/ saat kapasiteli tesis için mümkün olan süt miktarı aşağıdaki gibi hasaplanır : <br />113,5 kg sütten 13,5 kg su uzaklaştırılırılıyorsa <br />x kg sütten 260 kg su uzaklaştırılır<br /> x = 2185,9 kg <br />tesiste 2185,9 kg sütün kuru maddesi 1 saatte ayarlanabilmektedir. <br /> MEBRAN FİLTRASYONU İLE SUYUN AZALTILMASI<br /> Burada ya toplam mebran filtresiyle zengin leştirilir, ya da yalnız süt proteini arttırılır. bu metodun avantajı süt bileşenleri denatüre olmaz ve çok iyi bir randıman elde edilir. <br />a. Hifer filtrasyon (HF) : Reverse Osmasis – Ters Osmoz<br />Bu yöntemle yağsız süt ve peynir suyunun konsantrasyonu sağlanmaktadır. İşlem basınçlı filtrasyon işlemidir. Seluloz asedattan yapılmış veya yüksek polimor metaryalden oluşan yarı geçirgen mebran kullanılır. Memranın özelliği belirli özellikteki molokülleri geçirmesi ve diğerlerini tutmasıdır. Bu memranlar su moloküllerini geçirmekte, diğerlerini tutmaktadır. Bu yöntemde düşük sıcaklıkla 30- 40 atu luk basınç uygulanmaktadır. Son yıllarda bu işlemden yararlanarak yağsız süt %15 kuru maddeye kadar yoğunlaştırılarak yoğurt imalatında veya diğer mamullerde kullanılmaktadır. Hiper filtrasyondan geçirilmiş konsantratın bileşimi ; kuru madde %14,7 , protein %5,4, laktoz % 7,2 ve mineral maddeler %1,1 dir. Bu konsantratın kuru madde oranını ayarlamak mümkündür. Konsantrat krema ile standardize edilip, homojenize ve pastorize edilip soğutulur, kültür katılarak inkübasyona bırakılır. Belirli bir süre sonun da soğuk depolara alınır. <br /> ULTRAFİLTRASYON <br />Ultrafiltrasyon yeni bir yöntemdir, yağsız süt ve peynir altı suyunun protein oranını artıran, konsantre haline getiren bir işlemdir. Burada basınçlı bir filtrasyon söz konusudur. Yarı geçirgen bir mebrandan yaralanılır. Memranın yapıldığı madde seluloz asedat gibi yüksek polimer maddelerdir. Ultrafiltrasyonla su, laktoz, mineral maddeler mebrandan geçmekte ve proteinler, yağlar tutulmaktadır.<br />Düşük sıcaklıklarda 3-8 atü lük basınç uygulanmaktadır. Bu işlemle elde edilen konsantratın bileşimi; kuru madde %12,6, protein %6,8, laktoz %4,9, mineral maddeler % 1 ‘dir. Ultrafiltrasyon ile protein oranı istene oranda ayarlanabilmektedir. Bundan sonra gerekli işlemler yapılarak yoğurt elde edilmektedir.<br /><br />ÖN ISITMA<br /> Temizlenerek yağ ve kuru madde standardizasyonu yapılmış sütler homojenizasyon işleminden önce bir ön ısıtmaya tabi tutu_<br />lurlar. Çünkü homojenizatörde yağ küreciklerinin tam olarak parçalanabilmesi için ,süt yağının eriyebileceği ısının üzerinde bir sıcaklılk derecesine ihtiyaç vardır. Bu nedenle sütün homojenize edilebilmesi için 60-70 C’ler arasında bir ön ısıtmaya tabi tutulması gerekir.<br />HOMOJENİZASYON<br />Homojenizasyon işleminde amaç öncelikle büyük yağ globüllerinin parçalamasını sağlamak böylelikle süt içerisinde emülsiyon halinde bulunan yağ globüllerinin yoğunluk farkı nedeni ile yüzeye çıkması ve bir araya gelerek kümelenmesi yani sütün kaymak bağlaması önlenmektedir. Süt içerisindeki yağ globüllerinin çapları doğal olarak ortalama 0.5-1 mm arasında değişir. Homojenizasyon işemi yagın süt içerisindeki dağılımında önemli değişiklikler meydana getirir. Bu değişiklik geniş yüzey alanına ve yüzey aktivitesine sahip çok sayıda küçük yağ globüllerinin meydana gelmesi ile oluşur. ayrıca kazein misillerinde ve sütün diğer unsurların dada Homojenizasyon işleminde değişmeler olur ve ürünün yapısında diğer özelliklerinde büyük ölçüde önemli gelişmelere yol açar.<br /> Karışmayan iki sıvının çalkalanması sonucu meydana gelen karışıma emülsiyon denir. bu karışım kendi haline bırakıldığında yeniden iki faz oluşur. emülsiyon oluşturan sıvılar ya sürekli veya sürekli olmayan faz durumuna göre iki ayrı emülsiyon şeklinde bulunurlar. Bu duruma örnek olarak su damlacıklarının yağ içerisine dağılmasından oluşan su-yağ emülsiyonu ile sürekli faz oluşturan serum içinde yağ taneciklerinin dağılmasından oluşan yağ-su emülsiyonu gösterilebilir.<br /> Emülsiyon oluşturan sıvılar bir süre sonra kendi haline bırakıldığında birleşerek birbirinden ayrılırlar. Emülsiyonun uzun süre bozulmadan kalması için fiziksel veya kimyasal önlemlerin alınması gerekir. Örneğin emilgatör denilen maddeler ilave edilerek emülsiyon uzun süre muhafaza edilebilir. Diğer bir yol ise sürekli olmayan fazın ayrılma hızı, tanecik çapının karesiyle doğru orantılıdır. Bu açıklamalara göre Homojenizasyon;süt içerisinde emülsiyon halde bulunan ve sürekli olmayan faz oluşturan yağ globallerin daha küçük parçalara bölünerek yağın daha satabil hale getirilmesi diğer bir ifade ile emülsiyon çapındaki yağ taneciklerinin sıvı faz içindeki doğal sadimentosyunu durdurmak veya yavaşlatmak amacıyla yapılan mekaniksel bir işlemdir. bu nedenle “ sıvıların kompozisyonunu belirlemesi” şeklinde tarif edilmektedir. faz ayrımı genellikle süt, koyulaştırılmış süt ve kremalarda depolama süresince yüzeyde kaymak bağlama şeklinde ortaya çıkmaktadır. Homojenizasyon işlemi ile yağ iyi bir homejenizasyonda : Homojenizasyon etkinliğinin (HE )<br />10dan daha küçük bir değerde olması gerekir. <br /> Homojenizasyon işlemi ile sütte meydana gelen değişmeler<br /> Süt memede sentezlenirken , yağ taneciklerinin çevresi proteinfosfolipit kompleksinden oluşan 5-10 mm kalınlığında bir zarla kaplanır. Bu zar kompleksi alkali fosfataz ksantindehidraz gibi enzimlerle bazı iz elementleri içerir . bu zar emülsiyon edici maddelerin özelliklerine sahip olup yağ taneciklerinin biraraya gelmesine mani olur.diğer bir ifade ile yağ globalleri kaymak tabakası içinde orijinal formlarını korurlar ve daha büyük yag globülleri orijinal formlarını korurlar ve daha büyük yağ tanecikleri haline dönüşmez yağı ve dolayısıyla sütü stabil tutarlar. Ancak homejenizasyon işlemi bir taraftan yağ tanecikleri hacmini küçültürken diğer taraftan zarın parçalanmasını trigliseritlerin dışarı çıkmasını ve ara yüzey geriliminde artışlara neden olur. Fakat homojenizasyon sırasında sütün ısıtıldığı sıcaklık derecesi ve globül etrafındaki zar yağ globülleri bir araya gelerek tereyağı oluşumuna engel olur. çünkü yüzey aktif maddeleri adsorpsiyonla çok suratli bir şekilde yani bir zar meydana getirirler. yeni oluşan zar için parçalanan büyük taneciklerin zarını oluşturan maddeler yeterli gelmez ve ilk planda serum proteinleri devreye girer. Ancak bu zarların yeniden oluşmasında %25 gibi oldukça önemli oranda kazeininde kullanılması söz konusudur. Böylece ara yüzey gerilimi tekrar düşer. Bu yeni emülsiyon homojenizasyon dan sonra stabildir. homojenize edilmiş sütteki yağ taneciklerinin sayısı homojenize edilmemiş süte oranla 10 000 kat daha fazladır. Bunun sonucunda süt serumu ile yağ tanecikleri arasındaki uzaklık azalmış olur. Eğer homojenize edilen sütün yağı fazla ise yağ tanecikleri arasındaki mesafe az olacağından taneciklerin bir araya gelerek kümeleşme tehlikesi belirir. Homojenize edilen sütün yağ oranı düşükse tanecikler arasındaki mesafe fazla olacagından bileşme için gerekli süre uzayacak ve bu arada yeni zar oluşması tamamlanacağı için gerekli süre uzayacak ve bu arada yeni zar oluşması tamamlanacağı için kümeleşme tehlikesi olmayacaktır. Kazein misillerinde meydana gelen deformasyonlare, peynir teknolojisi ve fermente süt mamulleri açısından yararlı olarak kabul edilir.çünkü deforme olan kazein daha yumuşak bir pıhtı meydana getirdiğinden sindirimi daha kolaydır.<br /> HOMOJENİZASYONUN YARARLARI <br /> Homojenizasyon işlemi ile yağ globülleri çaplarının küçülmesi sonucu globüllerin dış yüzey alanlarında büyük bir artış olur. Yüzey artışı yağ globüllerinin bir araya gelmesini engellediği gibi ışığı yansıtma yeteneğinin artmasına neden olur. Bu durum sütte bazı olumlu fiziksel değişmeler meydana getirir. bu değişmeler şu şekilde sıralanabilir:<br />a) Süt yağının üniforma dağılımı sağlanır. yağın üst yüzeye toplanması engellenmiş olur.<br />b) Sütün viskozitesinde düzelme olur. <br />c) Sütün rengi biraz daha beyaz algılanır.<br />d) Yağ globülleri daha küçük parçalara bölündüğü için yüzeyde önemli ölçüde artış olduğundan süt daha lezzetli algılanır.<br />e) Aynı nedenle süt yağı daha kolay sindirilir.<br />Bu değişiklerden en önemlisi sütün yüzeğinde bir kaymak tabakasının meydana gelmemesidir. Bunun nedeni küçük parçalara bölünen yağ donelerinin bir araya gelmelerinin zorlaşmasıdır. Çünkü sütte bulunan euglobulin, yağ globallerinin bir araya toplanmasında rol almaktadır. Homojenizasyon işlemi sonunda euglobulinin bu özelliği kaybolur. Daha doğrusu yağ globullerinin sayısı o kadar artmıştırki ortamda ki euglobulin miktarı bunları bir araya toplamaya yetmez. Diğer taraftan homojenizasyon işlemi sonucu, euglobulin belli ölçüde denature olur. Denaturasyonunun da kaymak bağlamayı önlediği bilinmektedir. Nitekim 82 0C sıcaklıkta 10 dk ısıl işlem uygulanan sütlerde euglobulin denature olması nedeniyle, kaymak bağlamanın zorlaştığı bilinmektedir. Süt yağının bu şekilde dağılması sütün duysal özelliklerini olumlu yönde etkiler ve süt daha lezzetli olarak algılanır. <br />Homojenizasyon işlemiyle sütün viskozitesinde de hafif bir artış görülür. Bunun nedeni homojenizasyon sonucunda yağ yüreğinin artması sonucu, yağ globülleri daha fazla protein adsorbe ederek, protein parçacıkları hareket kabiliyetlerini kaybetmekte ve sonuç da viskozite de artış olmaktadır. Nitekim yağı alınmış sütler de homojenize edildiğinde viskozitede bir artış olur. Viskozitenin artması sütüün kalitesini olumlu yönde etkiler.<br /> Homojenizasyon sonun da sütün sarımsı beyaz rengi, daha beyaz algılanır. Bunun nedeni, miktarı çok fazla artan süt yağı globüllerinin dispersif biçimde süt içinde yayılmalarıdır. <br /> Normal olarak süt ısıtıldığı zaman : bünyedeki süt yağı, albumin, globulin ve trakalsiyum fosfatın etkisiyle, sütün üst yüzeyinde süt yağının %20-%60 ‘lık bölümünü içeren ince bir film tabakası oluşur. Bu tabaka pek çok tüketici tarafından , ama özellikle çocuklar tarafından pek istenmez ve genellikle atılır. Geride kalan sütün tadı biraz yavanlaşır, oysa sütün homojenize edilmesi durumunda söz konusu bu tabaka ya hiç meydana gelmez veya çok zayıf olarak kendini gösterir böylece parçalanmış yağ globülleri süt içerisinde dağılmış halde, sütün daha lezzetli algılanmasına naden olur bu durum homojenize süt için olumlu bir sonuç olarak kabul edilir. <br />Homojenize sütün yağ taneciklerinin çapı, kadın sütünün çapına yakındır. Aynı şekilde homojenize sütün pıhtılaşma özellikleri arasında büyük bir benzerlik vardır. Bu özellikleri sonucu midede daha çabuk parçalanır ve mideyi kısa sürede terkeder. Bu nedenlerle homojenize sütün sindirimi kolaydır. Ancak bu özellikler homojenize sütün fizyolojik değerinde olumlu ve olumsuz herhangi bir deüişiklik meydana getirmez.<br />Bunların dışında sütün ozmotik basıncında azalma, yüzey geriliminde artma ve donma noktasında çok az bir düşme görülür. Diğer taraftan homojenize sütlerde peynir mayası ile pıhtılaşma süresinde bir kısalma meydana gelir. Pıhtı daha yumuşak olur ve parmaklar arasında daha çabuk ufalanır. Bu durum peynir teknolojisinde bir avantaj olarak görülür. <br /><br />HOMOJENİZASYONUN ZARARLARI<br /> Homojenizasyon işlemi sütün kimyasal yapısında bazı olumsuz değişikliklere neden olur. Bu değişmeler şu şekilde sıralanabilir. <br />a) Lipolitik değişikliklere neden olan mikrobiyal lipaz, temas edeceği yüzey arttığı için daha etkili olur. <br />b) Güneş ışığının etkisi daha fazla hissedilerek ransit, sabunumsu veya oksidasyon tadı gibi tat bozuklukları meydana gelir.<br />c) Isıya karşı stabilitede azalma olur. Bu durum özellikle yüksek ısı uygulaması gerektiren ürünlerde sorun yarattığından, bu gibi ürünlerde homojenizasyon işlemi sterilizasyondan sonra yapılmalıdır. Aksi takdirde uzun depolama sırasında şişe veya kutu diplerinde tortu oluşabilir.<br /><br /><br />SÜTÜN ISITILMASI <br /> Yoğurt yapabilmek için sütün ısıtılması hatta kaynatılması zorunludur. Bu zorunluluk: <br />1. Sütün pastörizasyonunda esas olan patojen mikropların yok edilmesi, <br />2. Yoğurt mayasının çalışmasını kolaylaştırmak ve hızlandırmak , aynı zamanda maya ile sağlanmaya çalışılan homojen bir tat ve aromayı elde edebilmek maksadıyla sütte mevcut diğer mikroorganizmaları yok etmek veya azaltmak ,<br />3. Yoğurun dayanıklılığını arttırmak,<br />4. Yoğurt için lüzumlu kuru maddeyi sağlayabilmek üzere fazla suyu uçurup sütü koyulaştırmak, <br />5. Isıtılması esasında sütte erimiş mevcut erimiş oksijeni uçurmak , yoğurt bakterileri üzerindeki tok sik etkiyi hafifletmek , <br />6. İnkübasyon için gerekli ısıyı önceden sağlamak ve mayaların derhal gelişmeye başlamalarına fırsat vermek , amacıyla uygulanır. <br />Yoğurda işlenecek sütün ısıtılması 3 açıdan incelenebilir.<br />1. halk sağlığı açısından :<br />- Patojenlerin imhası <br />- Diğer mikroorganizmaların redüksiyonu<br />2. Teknolojik açıdan:<br />1. yoğurda işlenecek süt ısıtıldığında mikroorganizma sayısındaki redüksiyon fajların ortadan kaldırılması, enzimlerin inaktifasyonu sonucunda yoğurdun kalite muhafazası geliştirilmiştir. <br />2. Sütün yoğurt kültürü için daha uygun hale getirilmesi ısıyla şöyle sağlanmaktadır.<br />a. yoğurt kültürlerinin gelişmesine takviye edecek maddelerin oluşması örnek: formik asit oluşturur. <br />b. Sütün redoks potansiyeli düşüyor.<br />3. ısı işlemiyle serum proteinlerinin denatrasyonu sağlanmış olur buda <br />a. kıvam ve viskoziteyi geliştirir , su salma önlenir. <br />4. sütün pıhtılaşma süresi kısalır. Soğutmaya hemen geçilir ve inkübasyon sonrası artışı önlenmiş olur.<br />5. Antioksitatif özelliklerin ortaya çıkması.<br />Sağlana yarar: yağ oksidasyonunun önlenmesi özellikle uzun depolama süresi geçecekse önemlidir.<br />3. Beslenme açısından: sütün ısıtılmasıyla serum proteinleri denature olur. Denature olan proteinler daha kolay hazım olurlar kazeinin daha kolay pıhtı oluşturması sağlanıyor.<br />İşlenecek yoğurt tipine göre arzulana serum proteinlerinin denatrasyonu farklıdır. Örneğin : tabi yoğurt işlenecekse sütün kuru madde oranı % 12 civarındadır. Bu taktirde serum proteinleri denatrasyonu fazla olması arzulanır buna karşılık kuru madde oranı % 14 ve daha fazla olan sütten sade ve meyvalı yoğurt işlenecekse serum proteinlerinin denatrasyonu biraz daha az tutulabilir. Kısaca : işlenen sütün kuru madde içeriğine göre serum proteinlerinin de4natroayonunun yüksek veya az olmalıdır. Kuru madde oranı düşükse serum proteinleri denatrasyonu fazla olur.<br /> Türkiye’de bugün yeni kullanılan birkaç tesis bir tarafa bırakılırsa , yoğurt imalinden sütün ısıtılması birinci yolla yapılır. Yani daha önce basit muayeneden geçen süt süzülerek kazanlara alınır. Bazen çevremizde pala olarak adlandırılan tahta yatsı sopalarla karıştırılarak pişirilir. Pişirme işi çok kere 1,5 –2 saat sürere başka bir hammaddenin sulukluk derecesine ve işlenecek yoğurdun özelliği olmak üzere bir çok faktörler bu süreyi de etkiler. En ilkel bir pişmiş şekil olan usul ısıtmanın yeterliliği bazı basit deneylerle anlamaya çalışılır. Bu arada palanın çıkardığı sesle tırnak üzerine alınan süt köpüğünün dayanıklılık durumu incelenir. Bu hususta tabiatı ile en salim yol pişmiş sütün kuru maddesine bakmaktır. Genellikle 1,040 özgül ağırlığında pişmiş bir süt uygun kabul edilir. Ayrıca sütün pişirilmesi esnasında kazanın dip tutmaması , süte toz , toprak, haşarat düşmemesine ,is tadının ve kokusunu sinmemesine çalışır. Sütün açıkça kazanda ısıtılması zararlı mikroorganizma itilafı yanında süt suyunun önemli bir kısmının buğulaşmasına neden olur. Bu hal kuru maddece noksan sütlerden daha kıvamlı bir yoğurt yapabilme imkanı sağlar başka bir deyimle ısıtmasının ikinci amacını gerçekleştirse de randımanı bir miktar aşağı yukarı % 20 oranında düşürür. Diğer taraftan bir haylide zaman enerji kaybına da yol açar. Randımanın düşüklüğü kıvam ve kalite üzerinde faz la durulamadığı hallerde kazan sütünün buğulaşacak kadar su katma suretiyle telafi edilebilirse de basit bir işlemin yani ısıtmanın ine ile kuyu kazarcasına saatlerce sürmesi , hem gündüzün işleme tekniğine uygun düşmemekte işletmenin kapasitesini pek sınırlı bir hale sokmakta ve hemde sütün bünyesinde arzulanmayan bazı bu arada besin değerinin azalmasına yol açmaktadır. Bu sakıncaları iyi bilen bazı yoğurtçuluk tesisleri işletmeleri otomatik ve seri iş yapan düzenlerle donatmışlar bu arada ısıtmayı içerisinde karıştırıcısı bulunan ve buharla ısının pastörize süt kazanlarında yaparak bu işi daha kolay ve emin hale sokmuşlardır. Batı memleketlerinde ve Türkiye’nin ve Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerinde yeni kurulan bazı tesislerde görünen ve yüksek derecede pastörizasyon şeklinde yapılan bu ısıtma süt tesislerine göre değişmekle beraber 85-90 C de 30 dk bırakılmalıdır. Son yıllardaki çalışmalar ham maddenin ısıtılmasında uygulanan ısısının daha önce açıklanan fonksiyonları yanında yoğurt mayasını faailyetine yardımcı olacak bazı maddelerin teeşekkulundede rolü olduğu göstermektedir. <br /> Ashton T.R ‘nin belirttiğine göre yüksek ısının süt bünyesinde meydana getirdiği bazı degişiklikler ve parçalanmalar sonucu ortaya çıkan bazı maddeler bu arada sülf idlerle bazı amino asitler ve bazen denildiği gibi mayayı geliştirici faktörler teşekkülü için en elverişli ısıtma sonucu 85 C ‘de 5 dk veya 90 C de 3 dk.yourt imalinde genellikle belirtilen süre biraz aşılmakta ,yarım saat geçmemek şartıyla 15-30 dakikalık ısıtma normal sayılmaktadır.<br /> Yukarıdaki belirtilen şekilde sütün yarım saatten daha az bir süre içerisindeki ısıtılması bir taraftan imalathanenin çalışma hızını arttırarak,diğer taraftan kazan sütü ile mamul madde arasındaki bileşim farkını azaltarak,faaliyeti daha randımanlı hale getirirse ve kuru madde zayıf suyu ham maddenin bu arada laktasyonunun bazı devrelerdeki inek sütlerinim kıvamlı bir yoğurda işlenmesi mümkün olmaz. Bu mahzuru ortadan kaldırmak için modern işletmeler evvelce denildiği gibi sütün saatlerce ısıtarak fazla suyu buğulaştırmak yerine düşük kuru maddeli süte süttozu koyulaştırılmış süt ,krema vs.. gibi konsantre süt ürünleri katarak su miktarını normal seviyede indirmeye çalışmaktadır. Bu yola başvurulduğun da katılacak konsantre ürününün özellikle bu arada fazla kullanılan süt tozlarının iyi kalitede olması ve hele suda erime niteliklerinin ve üstün olması gerekir. Ham maddeyi takviye etmek daha geniş bir tanımla onu standardize etmek için süt tozu ve diğer maddelerin katılması işlemi süt ılıkken yapılır. Örneğin süttozu katılacaksa kazandaki süt 30-40 C iken süt tozu sütün yüzeye serpilip ve kuvvetle karıştırılarak erimesi temin edilir.<br /> Sütün ısıtılması işleminde göz önüne alınması gereken bir hususta onun homejenizasyonudur. Bugün batı memleketlerinde yoğurt yapımında homejenizasyona daha geniş ölçüde yer vermektedir. <br /> Bilindiği gibi sütçülükte homojenizasyon sütteki yağ taneciklerini kuvvetli bir basınç altında parçalayarak, sütün ve ondan işlenecek mamul maddelerin üste fazla kaymaklı altta yağsız bir durum almamalarını yani homojen bir durum almalarını sağlayan bir işlemdir yoğurda işlene süt özellikle uyuşma devresinde saatlerce beklediğinden yağ yüzeyine toplanmakta veya mamul maddenin alt ve üstünde kalite farklılığına yol açmaktadır. Bu mahsuru önlemek için bu gün modern yoğurtçulukta yağlı kuru madde işlendiğine sütler homojenize edilmektedir. Sütün homojenize edilebilmesi için onun 60 C‘e kadar ısıtılması yağ taneciklerinin ısıtılması gerekmektedir. Bu sebeple homojenize edilecek sütlerin esas ısıtmalarına geçmeden önce ön bir ısıtmaya tabi tutulmaları gerekir. Geniş bir çapta iş yapan yoğurt mamulleri bir ön ısıtmaya daha süratli iş yapan plakalı pastorizatorlerden geçirerek yürütmektedirler böylece tesislerde standardize edilen yani teknik ve yasalarımız yönünden zenginleştirilen süt en iyisi 38-49 C de süzüldükten veya temizleyicilerden geçirildikten sonra plakalı pastorizatorlerden sonra bazen pastörize kazanlarına 60 C’e kadar bir ön ısıtmaya tabi tutulur. <br /> Sonra homojenize düzeninde geçirilir burada 200 kg/cm2 basınç altında homojenize edilerek esas ısıtmanın yapılacağı pastörize kazanına sevk edilir burada 90 C de 15 dk kadar karıştırılarak ısıtılır. Yağsız sütlerin homojenize edilmesine lüzum yoktur homojenize edilen sütten işlenen yoğurtların yüzeyinde kaymak tabakası gözükmez. Yoğurdu her yeri altı ve üstü aynı niteliktedir ve lezzettedir. Yüzeydeki kaymağı yoğurdun kaymağı için bir işaret sayan tüketicinin istekleri ve göz zevkinide tatmin etmek için Fransa’dan bazı yoğurt tesisleri homojenize edilmiş süte biraz yağlı süt veya krema katarak yoğurdun üzerine ince bir kaymak tabakası sağlamaktadır bu usulle yoğurtların yurdumuzda da ilgi göreceği muhakkaktır.<br /><br />SOĞUTMA<br /><br />Isıtma işlemi tamamlantıktan sonra sütün mayalama sıcaklığı olan 42 -45 C’e kadar soğutulması gerekir. Soğutma yaparken şu noktalara dikkat edilmesi gerekir : <br />- soğutma süratle yapılmalıdır, böyleceısıya dayanıklı m.o ların aktif hale geçmesi önlenir. <br />- Soğutma hijyenik koşullarda yapılmalıdır. Eğer her hangi bir kontaminasyon olursa, geriye dönüş olmadığı için üretimde çeşitli aksaklıkların oluşmasına naden olur. <br />- Soğutma, mayalama sıcaklığının 2-3 derece üzerinde bir sıcaklığa ayarlanmaktadır. Böylece, inkibasyona kadar geçecek süre içerisinde sıcaklığın fazla düşmesi önlenmiş olur.<br />Soğutmanın hangi sıcaklık derecesine kadar yapılacağına karar verirken yoğurdun çeşitli ambalaj çeşidi ve miktarı ile mevsim sıcaklığı gibi faktörler göz önünde bulundurulmalıdır. Sıcak yaz günlerinde mayalama sıcaklığı daha düşük tutulur. Küçük ambalajlarda (örneğin; 200 g gibi ) yapılan yoğurtlarda sütün sıcaklığı daha çabuk düşeceğinden mayalam sıcaklığı 45 C den aşağıya düşmemeli hatta daha yüksek tutulmalıdır. Miktar büyüdükçe örneğin 5 kg – 10kg – 20 kg ambalajlarda yapılan yoğurtlarda ise soğutma 41-42 C’e dek yapılabilir.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />7<br /><br /> SAF KÜLTÜRLERİN İŞLETMELERDE ÇOĞALTILMASI<br /><br />İşletmeye gelen sıvı, standart Liyofilize ve dondurulmuşticari kültürlerin içerdikleri mikroorganizma sayıları yetersiz olduğundan, ana kültür , ve işletme kültürü olarak çoğaltılmaları gerekmektedir. Konsantre kültürlerde canlı mikroorganizma sayısı 1g da 100 milyarın üzerinde bulunduğundan bunlar doğrudan doğruya yoğurt yapılacak süte katılırlar veya işletme kültürü olarak tek aşamada çoğaltılarak kullanılırlar.<br /> STARTER KÜLTÜRÜN ÇOĞALTIM AŞAMALARI<br />Kültür üretiminde önerilen ortam, yağsız süt tozundan hazırlanmış %10 kuru maddeli süttür. Eğer süt kullanılacaksa, kesinlikle antibiyotik , nötrleyici gibi yabancı maddeler içermediğinden emin olunan , iyi kaliteli, taze,yağsız süt kullanılmalıdır. Starter kültür hazırlanırken hijyenik koşullara çok dikkat edilmeli, kullanılan alet ve ekipmanlar steril olmalı, tüm işlemler aseptik koşullar altında yapılmalıdır.<br />1. Aşama: Ana kültür hazırlanması:<br />İşletmeye getilen ticari kültürlerden önce ana kültür hazırlanır. Bunun için yağsız süttozundan hazırlanan %10 kuru maddeli süt erlenmayere konarak otoklavda 115 C de 10 dk. Sterilize edilir. İnkibasyon sıcaklığına soğutulduktan sonra, aseptik koşullarda ticari kültür poşeti erlenmayerin içine boşaltılır ve birkaç kez sallayarak kültürün süt içinde erimesi sağlanır. Etüve konarak inkibasyona bırakılır. Yeterli asitliğe ulaştıktan sonra hemen 4 C soğutulur.<br />2. Aşama : Ara kültür hazırlanması:<br />Ana kültürde olduğu gibi hazırlanıp inkibasyon sıcaklığına dek soğutulan süte %1-3 oranında ana kültür aşılanır. Etüvde inkibasyona bırakılır ve yeterli asitliğe ulaştıktan sonra 4 C soğutulur.<br />3. Aşama : İşletme kültürü (bulk kültür) hazırlanması:<br />Aseptik kültür tankında yağsız süt tozundan hazırlanmış %10 kuru maddeli süt 90-95 C de 30 dk tutlarak pastorize edilir. Hızlı bir şekilde inkibasyon sıcaklığına soğutulduktan sonra , %1-2 oranında ara kültürden aşılanır ve iyice karıştırılır. 2-3 saatlik inlibasyondan sonra asitlii kontrol edilir. 4,2-4,3 PH değerine ulaştığında, pıhtı kırılıp karıştırılarak 4 C soğutulur. Böylece yoğurt yapılacak süte maya olarak katılan işletme kültürü hazırlanmış olur. İşletme kültürünün miktarı , üretilecek olan yoğurt miktarına göre belirlenir. Yapılacak yoğurt miktarı 10 ton ise %2 oranında kültür ilave ediliyorsa 200 kg işletme kültürü hazırlanır.<br /><br /><br />KAPLARA DOLDURMA<br /> Modern yoğurtçulukta kültür ilave edilmiş süt hemen kaplara doldurulur. Bu kaplar herşeyden önce çok temiz,sıcağa ve fazla aside dayanıklı,kokusuz,sütü bozmayacak ve sağlığa zarar vermeyecek nitelikte olmalıdır.yoğurtların ambalajlanmasında ;cam kaplar,plastik kaplanmış karton kutular yumuşatıcı içermeyen PVC (Polivinil klorür) veya PS (Polistiren) ve PP (Polipropilen) kaplar kullanılmaktadır.<br /> Kaplara doldurulmuş kültürle aşılanmış sütlerin ağızları hava almayacak şekilde kapatılmalıdır.ayrıca dolum makinalarının temiz olması ve iyi şartlarda muhafaza edilmesi gerekir.kaplara doldurulan sütler inkübasyon odalarına gönderilirler.<br /><br />SOĞUTMA<br />Yoğurtlar uygun PH değerine ulaştıktan sonra inkubasyona son vererek soğutma işlemleri başlatılır. Soğutmanın amacı: bakteri yel gelişme ve enzim atik aktiviteyi hızlı bir şekilde sınırlayarak yoğurtta asitlik artışı ve bu yüzden kaynaklanan problemleri önlemektedir. Ayrıca soğutma ile ürünün sertleşip karakteristik strüktürünü kazanması ve sıcaklıkta daha çabuk oluşan aroma maddelerinin yoğurt jelinde kalması sağlanmış olur.<br />Sıcaklığın aşamalı olarak azaltmak kazein misellerinin kasılma kuvvetinin en az seviyeye indirilmesidir. bu şekilde soğutularak elde edilen yoğurtlarda pıhtı daha ince yapılı olduğundan su salma daha az olmakta ve daha uzun süre dayanmaktadır. İdeal bir soğutma 4 aşamada gerçekleşmektedir.<br />1.AŞAMA: Şok bir soğutma uygulanarak yoğurdun sıcaklığı 42-45 0C de 38-35 0C ‘e düşürülür. Yoğurtların bu sıcaklığa düşmesi, soğutmanın nasıl yapıldığına bağlı olarak 5-30 dk arasında bir sürede gerçekleşmektedir.<br />2. AŞAMA: aktif soğutma uygulanarak sıcaklık 38-35 0C de 20-18 0C’e düşürülür. Kullanılan soğutma sistemine göre bu süre 40-90 dk arasında bir zaman almaktadır. Burada uygulanan soğutma yoğurt bakterilerinin çoğalmasın önlemeye yöneliktir.<br />3.AŞAMA: yoğurtların sıcaklığı 20-18 0C den 12-10 0C ‘e düşürülür. Bura amac mikroorganizmalarda laktik asit üretimlerini etkin bir şekilde yavaşlatmaktadır.<br />4.AŞAMA: yoğurtlar 12-10 0C den depolama sıcaklığı olan 5-10 0C ‘e düşürülür. Bu süre 40-60 dk arasında değişir. Yoğurdun soğutulmasında zamanı çok değişkenlik göstermesi işletmenin soğutma koşullarında kullanılan soğutma sistemine bağlıdır. Soğutmada kullanılan kaynak, kaynağın hareketsiz yada sirkülâsyon halinde olması ve sirkilayon hızı ve soğutulan yoğurdun kitle miktarı önem taşımaktadır. Yapılan araştırmalar sonucu en etkin soğutmanın su ile sağlandığı ve ürünün sıcaklığının iki kat için de 43 0C ‘den 3 0C ‘e düşürüldüğü saplanmaktadır. En yavaş soğutmada 3,5 0C olan buz dolabı koşullarında olmakta ve ürün sıcaklığı 2 saatte 43 0C den ancak 17 0C ye düşürülebilmektedir. Durgun hava koşullarında yoğurdun 5 0C civarında soğutulması ise daha uzun sürede gerçekleştirilmektedir. bu soğutma şekli yoğurtta sonradan oluşan asitliğin artmasından dolayı uygun bulunmamaktadır. Soğuk hava sirkilayonuyla yapılan soğutma işlemleri daha uygundur. Fakat bu tür soğutmalar yoğurtların soğutmanın soğutmanın yakınlığına ve uzaklığına göre sıcaklık ve PH değerinde farklılık görülmektedir. Soğutma kaynağına uzak olan yoğurtlar geç soğumakta ve bu yüzdende asitlikleri daha fazla artmaktadır. Hava hızı arttığından ve sirki losyon iyi bir şekilde dizayn edildiğinde yoğurtlar arasındaki PH değerleri farkı azaltılabilmektedir. Ancak standart kalitede ürün için alınan bu önlemler yeterli olmamaktadır. Son yıllarda geliştirilen yeni soğutma işlemleri ile ürünlerin sıcaklık , PH ve kalite farklılıkları en az düzeye indirilmiştir. Tekniğe uygun şekilde dizayn edilmiş yoğurt soğutma tünellerinde çok kısa bir sürede 42 0C den 5 0C’ e soğutma sağlanmaktadır. Soğutmada kullanıla hava hızının yüksek oluşu hava sıcaklığının düşük oluşu ve soğutma bölümlerinin vantrotör sayısının arttırılması sonucu yoğurt kapları arasındaki sıcaklık farkı 0,05 değerine çekilerek minimuma indirilmiştir.<br />SOĞUK DEPOLAMA<br />Soğutma işlemi tamamlandıktan sonra yoğurdun sertleşmesi, kıvam kazanması ve ayrıca tat ve aroma dengelenmesi için en az 10-12 saat olgunlaştıktan sonra tüketime sunulması gerekir. Ürünün tüketiciye ulaşıncaya dek yoğurtta meydana gelen biyokimyasal reaksiyonları yavaşlatmak veya aza indirmek için son soğutma sıcaklığında depolanması önerilmesi gerekmektedir. Kısa süreli depolamada 10-5 0C ler arasında yeterli olmaktadır. Ürünün çok iyi kalitede olması arzu ediliyorsa 5-0 0C ler arasında önerilmektedir. Yoğurtların uzun süre depolanması 1 0C tercih edilmektedir.<br /><br />İYİ BİR YOĞURDUN TAŞIMASI GEREKEN ÖZELLİKLER<br /> 1.GÖRÜNÜŞ VE KIVAM <br /> Çağımızın pazarlama anlayışına uygun olarak yoğurdun da diğer süt ürünlerinde olduğu gibi, evvela herkesi tatmin edecek şekilde, niteliğini bozmayacak bozmayacak cazip ambalajlarda ve iyi bir durumda tüketiciye sunulması gereklidir. İşlenişinde ne kadar titizlik gösterilirse gösterilsin pis, sırsız, toprak kaplarda, paslı tenekelerde satılan yoğurtlar kaliteli sayılamazlar. Hele yoğurdun üzerinde görülen delik deşik, yarık çatlaklar, özellikle toz, toprak gibi yabancı maddeler, yoğurdun değerini düşürdükleri gibi, sağlık yönünden de sakıncalıdır.<br /> Kıvamda yoğurdun kalitesini yakınan etkileyen bir faktördür. Yoğurtlarda kıvam her ne kadar yoğurdun çeşidiyle ilişkisi olan bir özellikse de, genellikle her çeşit yoğurt da bir dereceye kadar aranır. Kıvamın düzgünlüğü ve özlülüğü her ne kadar yoğurdun kalitesi hakkında bize kesin bir bilgi vermese de, kıvamdaki bozukluklar kötü bir işleme ve taşımanın açık belirtileridir. Kıvamdaki bozukluk, gevşeklik özellikle yarık ve çatlaklar, yoğurt için son derece mahzurlu sayılan “su salma” halini kolaylaştırması yönünden arzu edilmez. <br /> Bu sebeple yoğurt imalathaneleri veya onların ürünlerini kontrolle görevli labaratuvarlar kıvam üzerinde titizlik göstermek ve çeşitli yollarla yoğurdun kıvamını öğrenmeye çalışmaktadır. Yoğurdun kıvamını en basit olarak, yoğurda sokulan bir kaşığa karşı, kitlenin gösterdiği dirençten anlaşılır. Hatta bu direnci ölçmek için özel aletler kullanıldığı gibi, yoğurt kabına bırakılan bir bilyenin düşüş hızından veya ağzı genişçe bir pipete çekilen belirli miktardaki yoğurdun pipetten boşalış süresinden de, yoğurdun kıvamını ölçebilir. Düzgün görünüşlü bir yoğurtta kıvamla birlikte kitlenin de homojen olması arzulanır. Kaymak bozukluğu gibi, kap dibindeki tortu veya yoğurt kitlesinin yapışkan ve ip gibi uzar bir hal alması ve yahut gaz teşekkülü sonucunda görülen kabarcıklar yoğurdun kalitesini düşürür. Ayrıca çeşitli sebeplerle ortaya çıkabilecek anormal renkler de iyi bir yoğurt ta bulunmaması gereken hususlardır. <br />2. TAT VE KOKU<br /> Yoğurdun kalitesini etkileyen en önemli nitelik şüphesiz onun tat ve kokusu yani aromasıdır. Kıvam ve ambalajı ne kadar düzgün olursa olsun aroması bozuk bir yoğurt hiç bir zaman makbul bir ürün sayılamaz. İyi bir yoğurt her şeyden önce hoş ve dengeli bir aromaya sahip olmalıdır. Yoğurdun aromasını sağlayan etkenler hakkında henüz bilgimiz yeterli değildir. Bu konuda araştırma yapanların çoğu yoğurdun aromaında fermantasyon sonunda meydana gelen süt asidiyle, asit aldahit ve bazı buke maddelerin rolleri olduğunu ve bu maddelerin sütün aromalı diğer unsurlarıyla birlikte karakteristik yoğurt aromasını meydana getirdiklerini açıklamaktadırlar. Yoğurt ta aroma teşekkülü üzerinde inceleme yapan Pette Lolkema tipik yoğurt aromasında özellikle aset aldehidin önemli bir rol oynadığını belirtmekte , daha ziyade laktobaillein faaliyetleri sonucunda teşekkül eden ast aldehidin su içerisinde %0.005 oranındaki çözeltisinin bile bariz yoğurt aroması verdiğini yazmaktadır. <br /> Yoğurdun kendisine özgü karakteristik aromasının hissedilebilmesi için asitliğinin fazla gelişmemiş olması gerekir. Özellikle inkübasyon ısısının yüksekliği sebebiyle laktobasillerin daha aktif olması, inkubasyon süresinin uzaması veya bayatlama sonucunda ortaya çıkan fazla asitlik dolayısıyla ekşilik gerçek hoş yoğurt aromasını maskaleyarek onu değersiz ekşi bir hale sokar. Ekşilik yönünden istekler, şahıstan şahısa hatta memleketler arasında bile farklılık gösterir. Genellikle yoğurdun beşiği Türk ülkeleriyle, onu etkisi altında kalmış memleketlerde ekşiliğin bariz yoğurtlarla ilgi gördüğü halde batı memleketlerinin çoğunda ekşilikten kaçınılmakta, normal asitlikteki yoğurtların bile ekşiliğini azaltmak için bazı çarelere başvurulmaktadır. Bu çarelerin çoğunda inkibasyonu eken kesme yoğurdu soğukta saklama, şeker veya meyve özleri katma önemle yer almaktadır.<br /> Asitliğin yoğurtta, normalden aşağı olamaması da gerekmektedir. Asidi çok düşük yoğurtlar, inkübasyonda olumlu şartlarda yürütülmemişse diğer bir aroma kusuru olan “yavanlık” a sebep olabilir.<br /> İşleme tekniğindeki aksaklıklar yoğurtta hoş olmayan bazı tat ve kokularında belirmesine amil olabilir. Bunların en önemlileri: yanık isli tat ve koku, pis kokular, sabunumsu veya metalimsi tatlardır. İyi bir yoğurtta bu anormal bozuklukların bulunmaması gerekmektedir. <br />3. DAYANIKLILIK<br /> İyi bir yoğurdun dayanıklı olmalı, yani niteliğini bir süre koruyabilmesi lazımdır. Yoğurt yapıldığı anda tüketilmez birkaç saat hatta işlendiği akşam bekletilir. Soğukta muhafaza edildiği taktirde bu bekletmenin kıvam ve tat üzerinde olumlu etkisi vardır. Yoğurdun dayanıklı olmasında bir çok faktörler, özellikle hammadde ile yoğurt mayasının durumu inkübasyon ambalaj ve muhafaza etkilidir. Yoğurdun hava ilişkisini kesen kapalı ambalajlar, küf teşekkülünü ve su kaybını önlemekte, yoğurdun dayanma süresini artırmaktadırlar. Normal yoğurtların dayanma süresi sınırlıdır. Muhafaza şekline yakınan ilişkisi lan bu süreyi ir miktar arttırmak mümkünse de uzun bir süre yoğurdu işlendiği andaki nitelikleri ile korumak mümkün değildir. Bir müddet sonra yoğurtta ekşime, kirlenme acıma ve bünye bozuklukları görülebilir. Onun için normal yoğurtların belirli bir süre içerisinde tüketilmesi zorunludur. Daha dayanıklı yoğurt yapmak için , normal yoğurt işlemesi dışında, bazı çalışmalar yapmak bu arada fermantasyonu geliştiren etkenleri ortadan kaldırmak, yani yoğurdun ikinci bir işleme tabi tutarak tuzlamak veya pastörize etmek ve ambalaj durumları elverişli olmayanların da yüreğine zeytin yağı parafin ve sade yağ gibi, tecrit edici maddelerle kaplayıp hava ile ilişkisini kesmek gereklidir. <br /><br /><br /><br />4. HİJYENİK KALİTE<br /> Yoğurtta diğer süt ürünleri gibi her türlü zararı özellikle patojen organizma karşı hassa bir süt ürünüdür. Her ne kadar yoğurttaki asitlik ve ileride göreceğimiz antibiyotik aktiflik onda bulunması gereken muhtemel bazı patojen organizma ortadan kaldırabiliyorsa da yoğurdun bu niteliğini mübalağalandırmak hele bazılarında işittiğimiz gibi “yoğurtta mikrop barınmaz” şeklindeki bir yargıya varmak doğru değildir. Yapılan incelemeler verem gibi bazı tehlikeli hastalık etkenlerine yoğurtta uzun müddet kalabildiğini ve dolayısıyla sağlığımız için tehlikeli sonuçlar doğurabileceğimizi göstermektedir. Bu sebeple kaliteli bir yoğurdun düzgün görünüş kıvam, üstün aroma ve dayanıklılığı yanında zararlı ve patojen organizmadan arındırılmış olması şarttır. Bunu sağlamak içinde sütün ısıtılmasına mayanın safiyetine dikkat etmek, yoğurdun işlenmesinde görevli personeli yakınen kontrol altında tutmak, bulaşmayı önleyecek her türlü tedbirleri almak gereklidir.<br /><br />YOĞURT ÜRETİMİNDE STABİLİZATÖRLERİN KULLANIMI<br /> Stabilizatörler yoğurt ve benzeri fermente süt ürünlerinde pıhtı sıklığı ve viskoziteyi arttırmak , serum ayrılması azaltmak dolayısıyla laktik asit jeline sıtabilite kazandırmak amacıyla kullanılmaktadır. <br /> Stabilizatörlerin üç etkisi gerçekleşmektedir. <br />1. Serumun hidrasyon suyu olarak bağlanması <br />2. Sütün bileşenleriyle özellikle proteinlerle reaksiyona girerek hidrotasyon derecesinin arttırılması<br />3. Proteinlerle oluşturulan ağımsı yapı nedeniyle jelin stabilitesini arttırp serbest suyun hareketinin engellenmesi <br />BAZI YOĞURT YAPIMINDA KULLANILANSTABİLİZATÖRLER<br />Hayvansal kaynaklı hidrokolloidler:Bunlar içerisinde kazein ve jelatin sık olarak kullanılmaktadır.<br />JELATİN:Kemiklerden ve kıkırdaktan üretilen bir polipeptitdir.Ssoguk suda şişer,40 0Cve üzerindeki sıcaklıklarda viskoz bir çözelti oluşturur .%1-3 oranlarındaki sogutulmuş çöçzeltileri yumuşak , %6-8 lik çözeltileri ise katı jeller oluşturu. Yoğurt üretimind eçoğunlukla % 0,2 _1 oranında kullanılmaktadır. <br /> BİTKİSEL KAYNAKLI HİDROKOLLOİDLER<br />Keçi Boynuzu Çekirdeği Unu : %0,3 _ 0,5 oranlarında kullanılmaktadır.<br />Hububat Nişastaları: komleks bir polisakkarit olan nişasta pek çok bitkinin kök ve tohumlarında bulunmaktadır. Nişasta , ağırlığının 15 misli suda kaynatıldığında kolloidal bir çözelti oluşturur. Bu çözelti soğutulduğunda beyaz renkli bir jel meydana getirir. Eriyebilir nişasta % 0,5- 1,5 oranında kullanılmaktadır.<br />Pektin: Olgunlaşmamış meyve ve sebzelerin etli kısımlarında bulunun propektin maddesinden elde edilen bir bitki eksratıdır. Ticari olarak sıvı ve toz halinde bulunur. Jel oluşu için kullanılması gereken miktar %1 civarındadır.<br />Agar: Komleks bir karbonhidrat olup , deniz yosunlarından elde edilen bir ekstrattır. Soğuk suda çözünmez , kaynar suda çözünür , çözelti 32-40 C ‘ye soğutulduğunda sıkı , elastik bir jel oluşturur. Gıdalarda kullanımı % 0,5-1 arasında değişir. <br />Karboksimetil selüloz (CMC): çok kullanılan bir seluloz türevidir. Selülozun sodyum hidroksi_kloroasetik asitle muamelesi sonucu elde edilir. CMC arzu edilen özellikleri sağlaması eksik olmaması ve kolay sindirilebilmesi nedeniyle besinlerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu stabilizatörler tek olarak kullanıldıkları gibi kombinasyon halinde de kullanılabilmektedir. Yoğurt sütüne ilaveleri ısıtma işleminden önce yapılmaktadır.<br /> Üretim teknolojisi içinde pıhtının parçalanması ve ısı uygulamasını kapsayan pıhtısı kırılmış yoğurt meyveli ve pastörize yoğurt üretimi ile ayran üretiminde stabilizatör kullanılması zorunludur ancak set tipi yoğurtlarda stabilizatör kullanımı pek gerekli değildir. Zaten gıda maddeleri tüzüğünü göre katı tip yoğurtlarda stabilizatör kullanılması yasaktır ayranlarda da aynı kural söz konusu olmasına karşın yapılan araştırmalar ayranda stabilizatör kullanımının gerekli olduğunu ortaya çıkarmıştır. <br /> Genelde ayran üretiminde hammadde kaynağı yoğurttur yoğurt üretiminde uygulanan teknolojik işlemlere bağımlı kolleidel yapıda değişmeler ortaya çıkmaktadır bısı uygulaması sonucu serum proteinlerinin asitlik gelişimi sonucu kazein miselleri koloidal niteliklerini kaybederler ayran üretiminde karıştırma işlemi ile yoğurt işlemi kırılmakta ve oluşan parçacıklar serum fazında süspansiyon halde bulunmaktadır. Özellikle koloidal niteliklerini kaybeden proteinler nedeniyle ayranda depolama sırasında hızlı serum ayrılması ortaya çıkmaktadır. Uzun ömürlü ayran üretiminde uygulanan pastörizasyon sonucunda ise parti küller birbirine yapışarak topaklaşmalar oluşmaktadır böylece üretilen ayranda depolama sırasında hızlı serum ayrılmasına ilave ten kumumsu diye tanımlanan bir bozukluk belirtilmektedir.<br /><br /><br /><br /><br />YOĞURT KÜLTÜRLERİ VE NEDEN OLDUĞU HATALAR<br /> Yapılan araştırmalar yoğurt yapımı için , yoğurt bakterileri olarak bilinen Lb. Bulgaricus, Str. Thermophılus un gerekli olduğunu bunların dışındaki mikroorganizmaların yoğurtlarda arzulanmayan tat ve görünüş oluşturduğu, asitliği arttırdığı, dolayısıyla yoğurtların dayanımını olumsuz yönde etkilendiği saptanmıştır.<br /> YOĞURT FİLORASI ÜÇ GRUPTA TOPLANABİLİR ;<br />1. Esas mikroflora ;<br />a. Str. Thermophilus<br />b. Lb. Bulgaricus<br />2. Esas olmayan mikrofilora ;<br />a. Str. Thermopilus ve Lb. Bulgaricus un dışındaki homofermentatiflaktik asit bakteriler.<br />b. Homofermantatif laktik asit bakteileri.<br />3. Kontaminantlar; <br />Esas olmayan mikrofilora içinde yer alan, homofermantatif laktik asit bakterileri özellikle ortamda bulunması halinde yoğurt kalitesinin azalmasına neden olur. Bunlardan laktik streptococuslar, düşük derecelerde depolama koşullarında bile asitlik gelişimine neden olur.<br />KÜLTÜRLERİN NEDEN OLDUĞU HATALAR<br /> YOĞURDUN GEVŞEK YAPIDA OLUŞU<br />- Starter kültürün düşük aktivitede oluşu <br />- Starter kültür miktarının az olması<br />- Çok fazla asit oluşturan kültür kullanımı <br />YOĞURTTA GRANÜLLÜ YAPI OLUŞUMU <br />- Kültürün süte tam karışmaması<br />GAZ OLUŞUMU, KABARMA, ACI LEZZET<br />- Coliform bakteri kontaminasyonu<br />- L. Bulgaricusun aşırı üremesi<br />- Starter kültürün aşırı proteolotik aktivitesi<br />- Proteolik kontaminantların gelişmesi <br />YOĞURDUN ASİTLİĞİNİN VE LEZZETİNİN OLUŞMAMASI<br />- L. Bulgaricusun iyi ürememesi<br />- Starter aktivitenin düşük omaı<br />- Yetersiz kültür ilavesi<br />YOĞURDUN EKŞİ LEZZETTE OLMASI<br />- Kültür aktivitesinin yüksek oluşu<br />- Kültür oranın eşit olmaması ve L. Bulgaricusun miktarının yüksek oluşu <br />- L. Bifermentas kontaminasyonu<br /> ZAYIF AROMA<br />- Starter kültürün yetersiz aroma oluşturması<br />- Starter miktarın azlığı<br />- L. Bulgaricusun yetersiz oluşu<br />YUMUŞAK YAPI<br />- Çok az miktarda kültür ilavesi <br />SÜNÜCÜ YAPI<br />- Sütte ve saf kültüre yabancı mikroorganizma bulaşması<br />YAKICI, PİŞMİŞ TAT<br />- Yoğurt yapılacak süt veya kültür yapılacak süt yüksek derecelerde veya uzun süre ısıtılmıştır. <br />MAYAMSI TAT<br />- Kültüre veya yoğurda maya bulaşması olmuştur.<br />TEMİZ OLMAYAN KOKU<br />- Kültürün istenmeyen süt asidi bakterileri ve coliform bakterilerle kontaminasyonu<br />KÖK GİBİ SAÇAK OLUŞUMU<br />- Str. Thermopilusun dejenere olmuş soylarından ileri gelir<br /><br />DÜŞÜK ASİTLİK<br />-Kültürde bakteriyofaj vardır.<br /> YAVAN TAT<br />- Streptococusların tek taraflı gelişmesi<br /><br />YOĞURT MUAYENE ve ANALİZLERİ<br /><br />Türkiye sütçülüğünde önemli bir yeri olan yoğurt bilindiği gibi süt asidi fermantasyonu sonucunda pelteleştirilmiş ekşi bir süt mamulüdür. Bileşim bakımından işlendiği sütün hemen hemen aynıdır. Ancak işleniş sırasında süt suyunun bir kısmı buğulaştığı ve fermantasyon sonucunda da asitlik geliştiği için yoğurtta kuru madde biraz fazla, asitlik derecesi ise süte nazaran en azından 5-6 kat daha yüksektir.<br />Yoğurt pelteleşmiş ekşi bir süt mamulü olduğuna göre muayene ve analizi sütün hemen aynıdır. Yalnız süte göre daha kıvamlı olması ve ekşiliğinde yüksekliği bazı yolları izlememizi ve metotları seçmemizi gerektirmektedir.<br />Yoğurdun en fazla yapılan ve dolayısıyla bilinmesi gereken muayene ve analizleri; Organoleptik muayeneler , kuru madde, yağ ve asitlik dereceleridir. Bunları sırasıyla görelim ancak daha öncede numune olma üzerinde kısaca duralım.<br />ÖRNEK ALMA ve DUYUSAL ANALİZLER<br /> A maddeleri tüzüğümüzde de belirtildiği gibi, 500gr ‘ a kadar küçük kaplardaki yoğurtlar kabıyla birlikte , numune olarak alınır. Bunlardan fazla miktarda olan yoğurtlar dikey olarak kesilen 200 gr’ lık bir parçası kaynağı ile beraber alınır. Yoğurt konulmasına izin verilecek tedbirler alınarak en seri araçla labaratuvara ulaştırılır. Kap üzerine yapıştırılacak etikette yoğurdun özelliği hakkında bilgi vermek gereklidir.<br /> TSE’ ye göre örnek alınırken : Tipi, ambalajı büyüklüğü ve imal tarihi ile seri/kod numarası aynı olan ve bir defada muayeneye sunulan yoğurtlar bir parti sayılır ve numune partiden alınır. Partiden numunenin 1kg'’an büyük oluşuna ve ambalaj sayısına göre yeterli sayıda örnek alınır.<br /> Örnek alınırken de partiyi meydana getiren ambalajlar, birden başlayarak 1,2,3......N şeklinde numaralanır. N/n=r değeri bulunur r tamsayı değilse , 0.5’ ler tama yükseltilmek suretiyle tam sayıya tamamlanır ve n’ inci ambalaj , numune alınmak üzere ayrılır. Sayma ve ayırma işlemine gerekli sayıda numune alınana kadar devam edilir. <br /> Gıda maddeleri tüzüğümüzde de belirtildiği gibi , Kimyasal muayene ve analiz için ambalajı 500 gr’ a kadar olan yoğurtlardan bir kap , daha büyük kaplarda olanlardan , kapaklı ve yoğurt konulmasına uygun kaplara tabana kadar kesilerek , yağsız yoğurtlarda ise homojen hale getirildikten sonra 250 gr: bakteriyolajık muayene ve analiz için ise ambalajı 500gr’ a kadar olanlardan bir kap , daha büyükkablarda olanlardan steril kaplara, aseptik koşullarda 250 gr numune alınır.10 C nin altında en kısa sürede labaratuvara gönderilir.<br /> Duyusal Muayeneler :<br /> Yoğurt hoş, ekşimtırak ve aromatik koku ve tada sahip olmalıdır. Yapımının sağlamlığına dikkat edilmeli , çorbamsı yapı kusurlu bulunur. Üst yüzey aynı şekilde kontrol edilmeli ve tadın toplam yekun değerlendirilmesinde dikkate alınmalıdır. <br /> Renk :<br />Yoğurt numunesinin yüzeyinden dibine kadar kesiti alınarak rengine bakılır. Normal yoğurt, beyaz veya çok hafif kremimsi olması o yoğurdun daha ziyade inek ve koyun sütlerinden işlendiğini gösterir. Manda yoğurtlarında ise beyazlık gayet barizdir bu renklerin dışında yoğurtta görülebilecek esmerimsi renk daha çok hammadde ve işleme hatasından ileri gelebilir. Süt ya kirlidir veya pişirilirken iyi karıştırılmadığından yanmıştır. Nadirde olsa bazı mikroorganizma ve bu arada küfler de yoğurdun rengini değiştirebilir. <br /> <br /><br /><br />Koku ve Tat:<br /> Yoğurdun kalitesini etkileyen en önemli nitelik şüphesiz onun tat ve kokusu yani aromasıdır. İyi bir yoğurt herşeyden önce hoş ve dengeli bir aromaya sahip olmalıdır. Fakat yoğurttaki bu aroma bir çok faktörlerin etkisiyle çeşitli özelliklere bürünebilir. İşte bunu anlamak amacıyla yoğurt kitlesinin orta yerinden bir parça alınır , koklanır, tadılır ve hissedilenler raporda belirtilir. Yoğurtların koku ve tatlarında çoğunlukla hissedilen kusurlar : bunların en önemlileri , yanık isli tat ve koku , pis kokular , sabunumsu veya metalimsi tatlarıdır. İyi bir yoğurtta bu anormal bozuklukların bulunmaması gereklidir. Bunların çoğu işlenme ve saklanmadaki yetersizliklerinden ileri gelmektedir. <br /> Kıvam: <br /> Kıvam yoğudun kalitesini yakinen etkileyen bir faktördür. Yoğurtlarda kıvam her ne kadar yoğurdun çeşidiyle ilişkisi olan bir özellikse de, genellikle her çeşit yoğurt da bir derecye kadar aranır. Kıvamın düzgünlüğü ve özlüğü her ne kadar yoğurdun kalitesi hakkında bize kesin bir bilgi vermese de , kıvamdaki bozukluklar kötü bir işleme ve taşımanın açık belirtileri dir. Kıvamdaki bozukluk gevşeklik özellikle yarık ve çatlaklar , yoğurt için son derece mahzurlu sayılan “su salma “ halini kolaylaştırması yönünden de arzu edilmez bu sebeple yoğurt imalathaneleri veya onların ürünlerini kontrolle görevli labaratuvarlar kıvam üzerinde titizlik göstermek ve çeşitli yollarla yoğurdun kıvamını öğrenmeye çalışmaktadırlar. Yoğurtlarda kıvam muayenesi , ya ona bir kaşık daldırıp gösterdiği veya doğru sonuç almak için , yoğurt kitlesine bırakılan bir biyenin düşüş hızından, ve yahut da ağzı genişçe bir pipete çekilen yoğurdun pipetten boşalma süresinden faydalanılarak yapılır. <br /> Görünüş:<br /> Çağımızın pazarlama anlayışına uygun olarak yoğurdunda diğer süt ürünlerinde olduğu gibi , evvela herkesi tatmin edecek şekilde, niteliği bozmayacak cazip ambalajlarda ve iyi bir durumda tüketiciye sunulması gereklidir. Renk ve kıvam muayenesi ile birlikte yoğurt numu7nesinin görünüşünede bakma gereklidir. İyi homojen görünüüşü olmalı , bünyede yarık, delik, ve deşiler , çatlaklar, özellikle toz, toprak gibi y6abancı maddeler, yoğurdun değerini düşürdükleri gibi , sağlık yönündende sakıncalıdırlar. İşlenişinde ne kadar titizlik gösterilirse gösterilsin pis , sırsız , toprak kaplarda , paslı tenekelerde satılan yoğurtlar kaliteli sayılmazlar.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /> Hafif Belirgin Kuvvetli Çok Kuvvetli<br />TAT 3 2 1 0<br />ACI 3 2 1 0<br />YAVAN - 3 - -<br />MEYVEMSİ 3 2 1 0<br />YEMİMSİ 3 2 1 0<br /><br />MAYAMSI 3 2 1 0<br />PEYNİR TADI 3 2 1 0<br />MALT 3 2 1 0<br />UNUMSU 3 2 1 0<br />METALİK TAT 3 2 1 0<br />YAĞIMSI 3 2 1 0<br />RANSİT TAT 2 1 0 -<br />EKŞİ - 3 2 1<br />KOKU: <br />HATALI 3 2 1 0<br />GÖRÜNÜŞ <br />HATALI 3 2 1 0<br />YAPI: <br />TORTULU 3 2 1 0<br />DANELİ 3 2 1 0<br />SU ALMA 3 2 1 0<br />YAPIŞKAN 3 2 1 0<br />ÇORBAMSI 3 2 1 0<br /><br />TABLO:Yoğurt ve diğer süt ürünlerinin duyusal değerlendirme şeması.<br /> KURUMADDE TAYİNİ<br /> Yoğurdun esas cevherini , yani hülasasını anlamak ve hele onun gıda maddeleri tüzüğümüzde sınırlandırılan yağsız kuru madde miktarını bilmek amacıyla yoğurtlarda sık sık kuru madde tayini yapılır.<br /> Gıda maddeleri tüzüğümüze göre: yoğurtlarda yağsız kuru madde oranı 100 gr da en az 12 gr olacaktır.<br /> Yoğurdun kuru maddesini bulmak için önce numune iyice karıştırılır. Önceden etüvde kurutularak desikatörde soğutulmuş ve darası alınmış kapaklı kaplarda 5 g yoğurt tartılır ve yoğurdun kabın içerisinde ince bir tabaka halinde dağıtılması sağlanır. 103 2 C celik bir etüvde ağırlığı değişmeyinceye kadar takriben bir saat kurutulur. Bu esnada ısının yükselmemesine , özellikle şekerin karamalleşmemesine dikkat edilmelidir. Yoğurt kurutulduktan sonra desikatöre alınır, soğutulur ve tartılır. Darası çıktıktan sora bulunan ağırlık tartılan 5 gr yoğurdun kuru ağırlığı, yani kuru maddesidir. Bundan % kurumadde oranı hesaplanır. Yoğurdun kuru maddesinden yağ miktarı çıkartılırsa “yağsız kuru madde” bulunmuş olur. <br /> YAĞ TAYİNİ <br /> Yağ yoğurttada her zaman aranan bir maddedir . Gıda maddeleri tüzüğümüz yoğurtlarımızı yağ bakımından “tam yağlı” , “yarım yağlı” diyerekten gruplandırılmış ve çeşitli tür sütlerinden yapılan yoğurtlar için en az yağ miktarını sınıflandırılmıştır. <br /> Tüzüğümüze göre çeşitli hayvan sütlerinin karışımıyla yapılan yağlı yoğurtların 100 gr da en az 3gr , yarım yağlılarda en az 1,5 gr süt yağı bulunacak; 1,5 gr dan az süt yağı bulunan yoğurtlar yağsız yoğurt olarak k satışa çıkarılacaktır. <br /> TAM YAĞLI YARIM YAĞLI<br /> Yağ (litrede/g) Yağsız kurumadde (litrede/g) Yağ (litrede/g) Yağsız kurumadde (litrede/g)<br />İnek yoğurdu 30 80 20 80<br />Koyun 50 100 40 100<br />Manda 60 90 46 80<br />Keçi 40 85 30 85<br /><br />TABLO.gıda maddeleri tüzüğümüze göre çeşitli tür sütlerden işlenen tam ve yarım yağlı yoğurtlarda kaymak tabaksı dahil, kullanılması gereken en az yağ ve yağsız kurumadde miktarları <br /> Tüzüğümüzde eşit olarak karıştırılmak şartıyla iki tür hayvan sütündende yoğurt yapılmasına izin verilmiştir . böyle sütlerden işlene yoğurtlardaki yağ ve yağsı kuru madde miktarları iki tür yoğurtlarında belirtilen sınırların ortalamasında aşağı olmamalıdır. Torba yoğurtları yukarıda belirtilen yağ normlarının dışında tutulduğundan yağsız sütlerdende işlenebilmektedir.<br /> Yoğurt ta yağ tayin etmek için peynir bütürometrelerini andırır. Özel yoğurt bütürometreleri alınır. bu bütürometrelerin iki ucu açık olduğu gibi gbövde kısmını kapatacak tıpanın ortasına küçük bir behercik yerleştirilir.<br /> 10 ml sülfirik asit(yoğunluğu 20 C de 1.820 2/ml)bütürometrelerin boğazına bulaştırmadan konor. Örnek kabı 3-4 defa karıştırılır en iyisi yoğurt 1-1 oranında sulandırılır. Sonra 11 ml numune pipetle alınır ve dikkatlice bütürometreye konur. Ayrıca 1 ml amil alkol(yoğunluğu 20 C de 0,8 11gr/ml)ilave edilir. Karıştırmadan bütürometreler lastik tıpayla kapatılır . bütürometreler sehbaya yerleştirilir ve üzerine bez parçası konularak protein parçalanması için karıştırıcı çalıştırılır. Tam olara eritildikten sonra sıcak bütürometreler santrıfüje yerleştirilir. 5 dk döndürülür, sonra bütürometreler sıcaklığı ayarlı su banyosunda en az 5 dk tutulur ve taksimatında % gr olarak yağ miktarı okunur.<br /> Özel yoğurt bütürometreleri yoksa, yoğurt % 10 oranında amonyak veyahut’ ta yarı yarıya su katılaraktan sulandırılır ve süt bütürometresi önce gösterildiği şekilde sütte olduğu gibi yağ tayin edilir. Ancak % 10 oranında amonyaklar sulandırılmışsa aşağıdaki fomül uygulanarak yoğurt yarı yarıya sulandırılmışsa bulunan sonuç 2 ile çarpılaraktan düzeltme yapılmalıdır. <br />Yağ oranı (%)=y(m+a)/ m<br /> Y=amonyakla sulandırılmış yoğurtta % yağ miktarı<br /> M=yoğurt miktarı <br /> A=katılan amonyak miktarı(genel olarak yoğurdun %10)<br /><br /><br /><br /><br /><br /> ASİTLİK TAYİNİ(SH)<br /> Yoğurdu sütten ayıran önemli faktörlerden biride onunasitlik derecesi yani eksikliğidir. Yeni yapılan bir yoğurtta bile bu asitlik çoğunlukla 40 sh derecesinin üzerindedir. Beklemiş hele kötü şartlarda sıcakta saklanmış yoğurtlarda asitlik süratle gelişerek yuoğurdun hoş aromasını maskeler bu bakımdan yoğurt analizinde numunen<br />İn sık sık asitli derecesine bakılır. <br /> PRENSİP<br /> Asitlik derecesinden 100ml ürünün 0.25 sodyumhidroksit ile tirrasyonu sonucu harcanan miktar anlaşılmaktadır<br /> Kullanılan Kimyasal Maddeler<br />• 0,25 N sodyum hidroksit<br />• fenol fitoleyin çözeltisi, fenol fitoleyn %96 lık alkol içerisin de eritilir ve 100 ml ye tamamlanır.<br />• Kobalt çözeltisi <br />Aletler<br />• 0.1 veya 0.05 ml taksimatlı büret <br />• Bolonlu pipetler 25 ml ve 50 ml <br />• Pipet 2.1ve 0.5 ml lik<br />YAPILIŞI<br />Yoğurdun asitliğini bulmak için iyice karıştırılmış numunesinden 100ml bir erlen içine 10 gr kadar tartılır, üzerine kaynatılarak 40 C kadar soğutulmuş distile suda 100 ml ilave edilerek bir cam baget ile ezilip karıştırılır. Fenul fitoleyn çözeltisinde 0.5 ml katılarak sodyum hidroksit çözeltisi ile 30 sn kaybolmadan pembe renk meydana gelinceye kadar titre edilir.<br /> Yoğurttaki titre edilebilir asitlik, kütlece % süt asiti cinsinden aşağıdaki fomülle hesaplanır.<br /> A=S x f x 0,009 x 100 /m<br /> Burada :<br />A= titre edilebilir asitlik , kütlece yüzde asidi cinsinden ,<br />S= titrasyonda harcanan 0.1 N lik sodyum hidroksit çözeltisi , ml <br />M= titrasyona katılan deney numunesi miktarı , g<br />F= NaOH çözeltisi faktörü <br /> Genel olarak 70(SH)derecesinin üzerindeki yoğurtlar ekşi sayılırlar. Çeşitli yoğurtlar üzerinde yapılan denemeler aşağıdaki cetveldende görüleceği üzere, ekseri yoğurt numuneleri üzerinde aromayı maskeleyecek miktarda asitlik derecelerinin gelişmiş olduğunu göstermektedir.<br /> (SH)Derecesi %(süt asidi cinsinden)<br /> En az ortalama En çok En az ortalama En çok <br />Yoğurt 45 87,5 122 1,02 1,97 2,74<br />Torba yoğurt 75 123,0 277 1,90 2,80 6,20<br />kurut 8,6 21,2 35 0,19 0,48 0,79<br /><br /> Gıda maddeleri tüzüğüne göre yoğurtta asitlik süt asiidi cinsinden % 1,6 vdan fazla %0,8 dan az olmalıdır.<br /> YOĞURT BAKTERİLERİNİN ARANMASI<br /> Yoğurdun oluşumunun streptecocus thermophillus ve lactobacillus bulgaricus bakterileri sağlamaltadır. Her iki bakterinin eş<br />İt oranda bulunmaları ve gelişmeleri yoğurda hep bir tat, koku ve aroma sağlamaktadır.<br /> Her ne kadar yoğurt bakterilerinin oranlarının direkt mikroskobik sayım ile belirlemek mümkün isede bu sayımda canlı ve ölü bakteriler beraberce sayılmaktadır.<br /> Canlı bakterilerin sayımı için Lee’s agar(L’s A) ihtiva ettiği laktoz ve sakkoroz bu iki baketri için bazı ayrıcalıklar meydana getirmektedir.<br /> Örnekten dilisyonlar hazırlanır 10-6 dilisyonlar, L’s A bulunan petri kutusunu 0.1 ml konu ve eğik cam çubukla bütün yüzeye yayılır. 37 C de 48 saat CO2 inkibatörde gelişmeye bırakılır inkibasyon sonucunda S.Thermopilus lar ortamdaki laktoz ve sakkorozu kullanamazlar ve beyaz koloni oluşturular. <br /> NİŞASTA ARANMASI<br /> ALET VE KIMYASAL MADDELER<br />• Deney tüpleri(16ml çap ve 166 mm uzunlukta )<br />• Pipetler 55ml ‘lik<br />• Lügol çözeltisi : 1 g iyot 2g patasyum iyadur ve 300g damıtık su ile hazırlanır.<br />ANALİZİN YAPILIŞI<br /> Bir deney tüpüne 2-3 damla yoğurt örneği alınır, üzerine 2-3 damla logul çözeltisi damlatılıp karıştırılır. <br /> SONUCUN DEĞERLENDİRİLMESİ<br />Oluşan mavi renk nişaştalı madde katıldığını, sarı renk katılmadığını gösterir. <br /> JELATİNİN ARANMASI<br /> ALET VE YARDIMCI MADDELER<br />• Erlen (100 ml’lik)<br />• Deney tüpleri (16 mm ve 160 mm uzunlukta)<br />• Süzgeç kağıdı <br />• Pipet (10 lik 200 ml ‘lik)<br />• Cam huni <br />ÇÖZELTİLER<br />• Asit hg (NO3 )2 çözeltisi : ağırlıkça bir kısım hg ağırlıkça iki kısım HNO3 içinde çözünür. Çeker ocakta saf su ile katılarak karışım hacmi 25 katına çıkarılır.<br />• Suda doymuş nikrik asit çözeltisi 100 ml sıcak saf suda 2 g nikrik asit çözünerek hazırlanır. <br />ANALİZ TEKNİĞİ<br />Erlen içine 10 ml yoğurt örneği alınır üzerine 10 ml hg (NO3)2 çözeltisi katılır ve iyice çalkalanır sonra 20 ml saf su katılarak yeniden çalkalanır ve beş dk kendi haline bırakılır daha sonra karışım süzgeç kağıdından süzülür.<br /> Fazla jelatin varsa süzüntü bulanıktır, deney tüpüne süzüntüden 0,5 ml alınır üzerine 5 ml doymuş nitrik asit çözeltisi katılır karıştırılır. Önemli miktarda (%1)jelatin varsa sarı çökelek az miktarda jelatin varsa bulutlanma görülür ayrıca deneyin jelatinsiz bir yoğurt örneğinde paralel olarak tekrarlanır.<br />TÜRKİYE’ DE AVRUPA TOPLULUĞUNDA SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ İÇİN UYGULANAN DESTEKLEME POLİTİKALARININ KARŞILAŞTIRILMASI<br /><br /> Her hangi bir ülkede süt ve süt ürünleri için uygulanan destekleme politikaları, o ülkedeki genel sütçülük politikasının bir alt bölümünü oluşturmaktadır.<br /> Buradaki sütçülük sözcüğü ile; süt üretimi, üretim için gerekli girdilerin etkin şekilde temini, sütün çeşitli süt ürünlerine işlenerek değerlendirilmesi, süt ve süt ürünlerinin kaliteye göre fiyatlandırılması ve pazarlanması ile nihayet süt ürünlerinin tüketimi ve onu etkileyen çeşitli faktörlerin tümü kapsanmaktadır. Dolayısıyla, ham maddeden başlayıp üretim, işleme, pazarlama ve değerlendirme, örgütleme ve tüketimide kapsayacak şekilde, sütçülük bir bütün olarak ele alınmaktadır. <br /> Sütçülük politikası da ; ülkede bu alandaki mevcut ve potansiyel kaynakları kullanarak, gerçekçi şekilde belirlenmiş hedeflere, ülkenin koşullarına uyan bir takım araçlar vasıtasıyla, ulaşmak üzere yapılan uygulamaların bütünü şeklinde tanımlanabilir.<br /> İşte konuya bu çerçevede yaklaşıldığı zamanda, üreticinin sütü işleyen farklı bir tip ve nitelikteki endüstiri kuruluşlarının, pazarlama işlemi yapan aracıların ve nihayet tüketicilerin, ortak çıkarlarını ortaya koyabilecek ve ülkenin kaynaklarını etkin bir şekilde değerlendirebilecek bir sütçülük politikasının gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Şüphesiz bu politikada , kendisini oluşturan ve birbirleriyle uyumlu olan üretim, pazarlama, fiyat ve destekleme, tüketim politikaları gibi alt politikalardan meydana gelmek zorundadır.<br /> Gerçekten, sütçülüğü ileri satılan, ABD, Yeni zellanda, Kanada, Avusturalya, İsviçre ve Avrupa Topluluğu (AT) gibi ülkelerde sütçülük politikalarının biraz önce tanımlandığı şekilde konulduğu ve yürütüldüğü, böyleliklede karşılaştırılan bir çok zorlukların üstesinde geldiği görülmektedir.<br /> Çünkü; bu ülkelerin çoğunluğunda ulusal sütçülük politikaları daha 1930’ lu yıllarda belirlenmiş ve gerekli örgütler kurulmuş, uygulama üretici işleyici, pazarlamayı yapan aracı ve tüketilenlerin ortak çıkarları esasına göre düzenleniştir. Süt ve ürünlerinin insan beslenmesindeki önemi devlet tarafından kabul edilmiş ve üretim, pazarlama ve tüketim bir takım düzenlemelere tabi tutulmuştur. Dağınık ve fazla sayıdaki süt üreticileri, sütü işleyen sanayi kesimi ve tüketiciler dikkate alınarak, sütçülük adeta bir devlet politikası biçiminde belirlenmiştir. Bir takım yasal ve kurumsal düzenlemelerle sütçülük politikaları hükümetler üstü düzeyde nitelenmiş ve bu politikalar gelen her hükümete bir bakıma uygulama zorunluluğu getirilmiştir denilebilir.<br /> Devlet, özellikle gelişmenin başlangıç yıllarında, süt ve ürünlerini destekleme programları içinde üreticilere belli bir gelir düzeyini sağlamayı hedef almıştır. Rekabet sütçülük ekonomisinde canlanmasında etkili olacağı kabul edilmekle beraber fiyatların hiç bir kesim için zararlı veya sömürücü olmaması içinde getirilen Yasal ve Kurumsal düzenlemeleri ile gerekli önlemler alınmıştır.<br /> AT ‘da dahil ülkelerin bazılarında daha Topluluğa girmaden önce benzeri uygulamaların varlığı dikkati çekerken, bizzat AT’ da da 1968 yılından bu yana Sütçülük ile ilgili özel politikalarının uygulamaya geçirildiği ve özellikle de destekleme politikalarının yaygın ve yoğun olarak uygulandığı görülmektedir.<br /> İşte bu yazının temel amacı da ; gelecekte AT’ un tam üyesi istediğinde olan türkiye bakımından, süt ve ürünlerinde hem AT’ da hemde Türkiyede uygulanan destekleme politikalarının karşılaştırılması, farklılıkların saptanılması ile ortaya çıkan veya ileride çıkabileceği düşünülen bazı sorunların belirlenerek, bunlara ilişkin bazı çözüm önerilerinin getirilmesine çalışılmaktadır. Karşılaştırmalar bulunabilen verilerin elverişliliği ölçüsünde yapılmış olmakla beraber, okuyucuyu daha fazla rakamsal ayrıntıya sokmadan konunu esasına ilişkin hususlar üzerinde durulmaya özen gösterilmiştir. <br /> Daha geniş ve ayrıntılı olduğu için önce, AT’ daki destekleme üzerinde durulmuş ve sonrada türkiyedeki uygulamalar ele alınmıştır. Bunları takibende karşılaştırmalar genel bir yaklaşımla yapılmışlır. Süt ve ürünleri sektörleri yapısının karşılaştırılması, iç piyasaya yönelik uygulamaların veya desteklemenin kurumsal finansman düzeninin karşılaştırılması yada , destekleme ödemelerinin düzeyi ve buna benzer gibi altbaşlıklara göre bunların yapılması mümkün olmakla birlikte , zamanın sınırlılığı dikkate alınarak , genel bir inceleme yapılması zorunlu görülmüştür.<br /><br />TÜRKİYENİN YOĞURTÇULUK SORUNLARI, YOĞURTÇULUĞUN GELİŞMESİ İÇİN ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER<br /> Bilindiği gibi yoğurt binlerce yıl önc Tüeklein insanlığa armağan ettiği değeli bir besindir. Çok eski devirlerdn beri Türk ülkeleriyle Türk kültürünün etkisi etkisi altında aklmış memleketlerde yoğurt yapılmakta ve çeşitli şekillerde bol bol tüketilmektedir. Ancak bu kadar eski bir geçmişi olmasına rağmen yoğurtçuluğumuzun gelişmesini hatta eski ilkel durumunu hala koruduğunu ve arzulanmayan bu muhafazekarlık sonucunda yoğurtlarımızın kalitesinin de düşük olduğunu söylemek zorundayız. Bu gün Türk yoğurtçuluğunu temsil edemeyen birkaç yeni ve kapasitesi genel üretime göre çok sınırlı sınai karekterdeki tesislein ürünleri bir tarafa bırakılacak olursa satılan yoğrtların pek büyük bir çoğunluğu yağsız, doğal bir yoğurt aromasından yoksun, bazen yavan fakat çoğunlukla çok ekşi, görünüş ve kıvamı bozuk, ambalaj durumu yetersiz ve dayanıksız bir halde karşımıza çıkmaktadır. Buna karşılık Y:Y başında yoğurdu tanımayan Batı ülkelerinde ise yoğurt teknolojisinde görülen süratli gelişmeyle paralel olarak son derecede kaliteli ve her zevkte insanı tatmin edecek çeşit ve nitelikte yoğurtlar işlenmekte, yoğurdun beşiği olan memleketimizde yapılanlarla kıyaslandığında alınan sonuçlar bizi üzmektedir. Yoğurtçuluk sorunlarımıza genel açıdan kısaca değindikten sonra, bu sorunların kaynağına inerek ve düzenlenmesi için alınması gereken tedbirler üzerinde tartışmak yerinde olur. <br /> Türkiye de yoğurtçuluğun geri olmasının başlıca nedeni, işletmenin bir düzende yürütülmemesi, diğer bazı süt ürünlerininde de olduğu gibi, her süt üreticisinin sırasında hiçbir kayda tabii olmadan yoğurt yapması ve satabilmesidir. Kalite bilgi ve tekniğin ürünüdür. Ütün niteliğini bilmeyen yoğurt işlemeyi basit bir mayalama sayan en basit alet ve edevattan yoksun köy kadınının çok kere sütçülük artıklarından yaptığı yoğurtta kalite beklemek beyhudedir. Köy kadınının yoğurt işleme tekniği yönünden aydınlanması da bu geniş sorunu çözemez. Tek başına bilgi kaliteyi yükseltemez bilgiyle birlikte işleme araçlarına da ihtiyaç vardır. Diğer süt ürünlerinin işlenmesinde yaralanılan araçlar ucuz değildir. Üretimi belirli bir yüzeyden yukarı olanlar için bir anlamı vardır. Haftada birkaç kilo yoğurt işleyen köy kadınına bu araçları öğütlemek gülünçtür. Bu durumda yapılacak yegane şey , köy kadınını kendi ihtiyacı dışında yoğurt ve diğer süt ürünleri gibi çok titiz ve hassas çalışmayı gerektiren besin maddelerinin işlenmesine müsaade edilmemelidir. Ancak bu tedbirlerin gerçekten fayda verebilmesi için köy kadınının yaptığı yoğurda muhtaç olan kasaba ve illerimizde modern anlamda yoğurtçuluk tesislerinin kurulması gerekir. Yoğurtçuluk karlı bir branştır , bu anlamda ilgililerin biraz yardım ve teşviki , bu tesislerin süratle kurulmasını sağlayacaktır. <br /> Büyük şehirlerimizin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla , kurulan tesislerin durumu da yeterli değildir. Herkesin her durum ve şartta yoğurt işlemsine müsaade edilmemelidir. Tüketicinin kaliteli mala karşı ilgisi veya kalitesize karşı direnişi henüz yetersizdir. Tüketicinin daha çok ucuz yoğurda alaka göstermesi, kontrolün arzulanan şekilde yapılmaması, kaliteli yoğurt işleyenlerin emeğinin değerlendirilmemesi , pazarlarımızı kalitesiz yoğurtlarla dolduruştur.<br /> Denetleme organlarının yoğurtçuluk üzerinde daha titizlikle durmaları zorunludur. Bu tesislerin gösterişten ziyade fonksiyonlarını yapabilecek genişlikte bir binaya, tekniğin icaplarını yerine getirebilecek alet ve ekipmana ve nihayet bunları iyi bir şekilde kullanabilecek bilgili hatta belgeli elemanlara ihtiyaçları vardır. Bir binanın samanlığında veya bir apartmanın dar bir bodrumunda, derme çatma birkaç kazan ve teneke kaplarla, bir mevsim inşaat işçisi, bir mevsim kalaycılık yapan muvakkat ve acemi kimselerle işlenen yoğurtlarda kalite ve standardizasyon aramak hatta onlara sıhhî yönden güvenmek doğru değildir. Standart ve kaliteli mal çıkarmak için , pis yerlerden uzak temiz ve ferah bir yerde kurulması, satın aldıkları sütü kontrol edebilecek küçük bir labaratuvar bulunması, hammaddeyi iyi ir şekilde ısıtacak, mayalayacak, ve kaplara dolduracak kazan , soğutucu, mayalam kabı, ve dondurucularla donatılmış olması , ayrıca tesiste sabit ısıyı sağlayacak soğuk odalarında yer alması şarttır. Bunların dışında tesiste kapların ve personelin temizliğini sağlayacak kısımlarında bulunması gereklidir. Bugün daha ziyade büyük şehirlerimizde faaliyet gösteren çok kere kapasitelerinin çok üstünde iş yapmaya çalışan yoğurtçuluk tesislerimizin sorunlarımızın en önemlilerini 4 noktada toplanmak mümkündür : <br />1. İşlenen süt,<br />2. Maya <br />3. İşleme tekniği<br />4. Ambalaj ve satış <br />1. Yoğurtçuluk tesislerinde işlenen sütlerin durumu çoğunlukla kaliteli bir yoğurt işlemeye elverişli değildir. Süt çok dağınık ellerden toplanmaktadır. Bu sütler çok kere uzun bir yol katederek asidi yükselmiş olarak tesise gelmiştir. Hileli olanlar özellikle yağı kısmen çekilmiş veya bir miktar su katılmış sütler vardır. Mevsimler göre tüketicinin istekleri de değişmektedir. Hammaddeyi işlemeye dayanıklı hale sokmak, ayrıca standardize etmek yoğurtçuluk tesislerinin başlıca görevidir. <br />2. Türkiye yoğurtçuluğunun beklide yoğurdun keşfinden beri çözüm beklenen, önemli bir sorunuda mayadır. Bugün Türkiye de maya olarak hala bir gün önce işlenen sulandırılmış yoğurt kullanılmaktadır. Yoğurt doğrudan doğruya maya olarak kullanıldığında başarı tesadüflere bağlı kalır ve çok kere kaliteli bir yoğurt yapılamaz. Bilindiği gibi yoğurtta yoğurt florasının yanında ilgili bölümlerde de değinildiği gibi, tatsızlığa, yapı bozukluğuna sebep olabilen bakteri, küf veya veya mayalarda bulunabilmetedir. Bu zararlı mikroorganizma ihtiva eden yoğurdu maya olarak kullanırsak, inkubasyonda bunları da üretmiş gerçek yoğurt florasını bozmuş ve karıştırmış oluruz. Nitekim yoğurtlar üzerinde yapılan incelemeler, mayalarımızda yoğurt florasından başka mikroorganizma da bulunduğunu göstermekte hatta yerli bazı araştırıcıları yoğurt mayasında bu gün artık kesinlikle bilinen iki yoğurt organizmanın dışında bazı küf, maya, ve bakteriler de vardır, şeklinde yanlış bir yargıya vardırmaktadır. <br />Maya olarak kullanılan yoğurtlarda bulunanlar gerçek yoğurt florası değil, bulaşma sonucunda yoğurda ve dolayısıyla mayaya geçmiş kaliteyi bozan işlemeyi güçlendiren mikroorganizmalardır. Bunlardan korunmak içinde iki yol vardır. Birincisi saf maya kullanmak ikincisi de kültür hazırlamak . henüz Türkiyede saf yoğurt mayası endüstrisi kurulmamıştır. Dışarıdan ithal etmekte oldukça pahalıdır ve kapasiteleri sınırlı yoğurtçuluk tesislerine tavsiye edilemez. İkinci yani kültür hazırlama yolu Türkiye şartlarına en uygun olanıdır. Yoğurtçuluk tesislerinin ilgili bahislerle açıklandığı şekilde yoğurt kültürlerini kendilerinin hazırlamaları gereklidir. Böylece bir çok işleme güçlükleri ortadan kalkacak, kaliteli standart ve her şeyde önce emin bir yoğurt yapmayı kolaylaştıracaktır. <br />3. Bugün yoğurtçuluğumuz en önemli sounlarından biriside işleme tekniğinde ilkeliktir. Henüz uyguladığımız yoğurt işleme tekniği, bu günkü Dünyanın süratl ive sürekli iş yapma anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Modern yoğurt teknolojisinde iğne ile kuyu kazar gibi sütü saatlerce ısıtmak, küçük kaplara boşaltmak, soğumasını beklemek, her kabın, çanağın bir bir mayalamak, üzerini örtmek v.s gibi çok zahmetli, masraflı, kısır ve vakit alıcı işlere yer yoktur. Böyle bir işleme sonucunda standart ve kaliteli bir ürün elde etmeye imkan olmadığı gibi, fazla emek ve zamanın. Buna karşılık çok sınırlı imalatın maliyetide yükseleceğide, bundan da hem imalatçının ve hemde alıcının zarar göreceği tabiidir. Bu bakımdan dedelerimizin binlerce yıl önce insanlığa armağan ettiği bu değerli Türk yiyeceğinin işlenişini bir düzene koymak, günümüzün işleme tekniğine uyugn metotlar seçmek zorundayız. Bunu sağlamak için özellikle sütün ısıtılması, mayalnması, kaplara doldurulması, otomatikleştirilmelidir. Böylece buluşmada önlenecek ve sağlığımız yönünden de yaralı olacak tır.yerine ve şartlara göre bazı değişiklikleride gözden ırak tutmayarak, yurdumuzda oldukça geniş ölçüde imalat yapacak bir yoğurt hane için de çok yararlı olabilir. <br />Yoğurt imalathanesine gelen süt önce (A) kısmına alınır muayene edilip otomatik kantarla tartıldıktan sonra (B) temizleyicisinden geçirilir. Buradan sütün pisliği ve yabancı maddeleri ayrılır sonra ( C1, C2 )ile gösterilen çift cidarlı bekleme tanklarına gönderilir. Süt ya burada soğutulur veya daha önce soğutulmuş olarak tanklara doldurulur. Bekleme tanklarında yeterli miktarda hammadde toplanınca süt ısıtıcılara gönderilir (D1) ile işaretlenen plakalı ısıtıcıdan 60-70 C dereceye kadar bir ön ısıtmaya tabii olur. Sonra homojenizatörden (D3) geçirilerek yağ denecikleri parçalanır sonra esas ısıtıcıya (D2) alınır. Paletli bir pastorizasyon kazanı olan bu ısıtıcıda süt 90 C derecede 15-30 dk tutulur. Sonra 45 C dereceye soğutulur. Ardından (E) mayalama kabından geçirilerek %1-3 oranında yoğurt kültürüyle mayalanır. Daha sonra (F)doldurma makinasına gönderilecek, mayalanmış sütplastik, parapinlenmiş karton veya agzı geniş cam kaplara doldurulur. A ğızları hava almayacak sekılde sıkıca kapatılır.son olarak kaptan (G)inkübasyon odasına alınır. Bu odada ısıtıcı , ve hava bosaltım düzenleri varmıdır. Daha önce 42-44 C ye ısıtılmıs bu odada 2-3 saat bekletılen mayalanmıs sütler belırlı bır asıtlik derecesine ulasınca yogurlasır.bundan sonra sıvak hava bosaltılır, sogutucular calıstırılarak oda sogutulur.<br /><br />YOĞURT ÇEŞİTLERİ<br /> Diğer süt ürünlerinde olduğu gibi yoğurdun da bir çok çeşitleri vardır. İşleme teknikleri çeşitli nitelikleri oldukça farklı olan bu yoğurtların başlıcaları: adi yoğurt, aromalı yoğurt, silivri tipi yoğurt, dayanıklı yoğurt, reform yoğurt ve bio yoğurttur.<br />1. ADİ YOĞURT<br />Memleketimizde hatta diğer ülkelerde en fazla işlenen yoğurt çeşidi adi yoğurtturdur. Adi yoğurt, normal olarak işlenen, aroma maddeleri katılmayan, yoğurt bakterileri faaliyetleri sonucunda gelişen tabbi tat koku kıvamda tüketiciye sunulan ve hammade yoğurtlaştıktan sonra ayrıca bir işleme tabi olmayan, yoğurtlardır. Şimdiye kadar yoğurt yapılışı ve özelliği bölümünde hep bu tip yoğurtların işlenişi ve nitelikleri üzerinde ayrıntılı olarak durulduğundan, burada adi yoğurtların yapılış ve özelliklerine fazla değinilmeyecek ancak Türkiye’deki durumuyla ilgili çok kısa bir açıklamayla yetinilecektir. Adi yoğurt Türkiye’nin her yerinde işlenir. Özellikle büyük şehirlerimizde en fazla aranan ve tüketilen bu çeşit yoğurtlardır. Büyük şehirlerimizde daha çok cam ve sırlı toprak kaplarda, çanaklarda pazarlandığından, bazen “Çanak Yoğurdu “da denilmektedir. Şehirlerde sayıları bir hayli fazla fakat kapasiteleri sınırlı basit tesislerde işlenen bu tip yoğurtlar, çeşitli imalathanelerde bazı farklılıklar göstermekle beraber, genellikle şöyle işlenmektedir: tazelik, kurumadde yağ yönünden basit bir muayeneye tabi olan ve gerekirse standardize edilen hammadde bez süzgeçlerde süzüldükten sonra, büyük kaznlara alınır. Burada iyice karıştırılarak 1-2 saat pişirildikten sonra çoğunlukla 200, 400 gramlık çanaklara köpürtülerek boşaltılır. 45 C soğuyunca, yarı yarıya sulandırılmış taze yoğurttan hazırlanan maya ile, aşılanır. Sonra çoğunlukla mangal kömürü, hava gazı ve elektirikle ısıtılan dolaplarda 3 saat kadar tutularak yoğurtlaştırılır. Daha sonra soğutulur. Ağzı kapatılır, etiketlenir ve pazarlanır. Köy şartlarında çok daha basit işlenir. Ekseriyetle yoğurda işlenecek sütlerin yağı çekilir. Pişirmeye de gereği kadar önem verilmez. Bazen çalı, çırpı veya tezek yakılarak ısıtılan süt mayalanır. Kaplar üzerine kalın örtülerek veya saman içerisine gömülerek inkübasyon ısısı sabit tutulur. Yoğurtların üzeri iyi örtülmez. Çoğunlukla kabın üzerine örtülen bir bezle yetinilir. Böyle ilkel şekilde işlenen yoğurtlar çoğunlukla kalitesizdir. Kaymak tabakasıda kirlendiğinden, yoğurdun en değerli kısmı sıyrılarak atılır. İşlenişdeki yetersizlikler dolayısiyle yapı gevşek ve bozuktur. Su salm sık sık görülür. Köylerde işlenen bu tip yoğurtlar, daha çok kasaba veya küçük şehir sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır.<br /> 2. AROMALI YOĞURT<br />batı memleketinde,özellikle yoğurdun doğal ve ekşi aromasından hoşlanmayan ülkelerde, aromalı yoğurtlar da işlenmeyebaşlamıştır. Gün geçtikçe daa çok ilgi gören aromalı yoğurtları işlenmeye başlanmıştır. Gün geçtikçe daha çok ilgi gören aromalı yoğurtları iki gurupta incelemek yerinde olur .<br />a)meyveli yoğurt<br />b)şekerli yoğurtlar<br />MEYVELİ YOĞURTLAR<br /> <br />Çok az bir geçmişi olmasına rağmen bir hayli işlenen ve toplum tarafından aranan meyveli yoğurtlar önce isviçrede yapılmıştır.adı geçen ülkede meyveli yoğurt bugün şöyle işlenmektedir niteliği yoğurt işlemeye elverişli süt oldukça yüksek derecede 90 C de 5 dk ısıtılır 45 C ye kadar sogutulur. L. Bulcaricus ve str. Termophilus külüyle mayalanır. Mayalanan süt özel kapta çift cidarlı 40 C inkübasyona terk edilir . inkübasyon ısısı ılık su ile sabit tutulur. Asitlik %0.79 yükselince %10 meyve % 10 şeker eklenip otomotik bir karıştırıcı ile iyice karıştırılır. Karışmaya başlayan meyvalı yoğurt içerisine iyice dağılıp kitle kremamsı hoomojen bir hal alıncaya kadar devam edilir. Sonra dondurma makinalarına gönderilerek yğurda zarar vermeyen plastik karton kaplara doldurulur.. agızları aliminyum varakla kapatılır ve soguk depoya gönderilir. Bugün isviçrede meyvalı yoğurt imalinde en çok ananas,ahududu,yaban mersini, siyah kuş üzümü ve turuncgil meyvalrından yararlanılır. Meyveli yğurtların önem kazandığı bir diğer memlekette avusturyadır. Birkaç sene önce yapılmaya başlayan meyveli yoğurtların avusturyada işlenişi şöyledir protein miktarı %3.8 , yağıda 3 ayarlanan süt 90-95 C 10-20 dk ısıtılır.55-60 C 200 atmosferlik basınç altında homojenize edilir. 41-42 C % 2-3 oranında L.bacillus str.thermophilus kültürüyle mayalanıp 2.5-3 saat inkübasyona tekedilir. Süt yoğurtlaşıp asitlik %0.77 ye yükselince %10-20 oranında daha öceden hazırlanmış, özellikle yoğurda zarar verebilecek maya ve küflerin imha etmek için 80-85 C 15-20 dakika ısıtılmış meyve ve şeker karışımından katılır. Homojen bir kitle alana kadar dikkatle karıştırılır. Az ve yetersiz karıştırılırsa yoğurtta homojen bir kitle görülmez. Gereğinden fazla karıştırmak da kıvamı zayıflatmakta, su salmaya sebeb olbilmektedir. Karıştırma işi bittikten sonra meyveli yoğurtlar doldurma makinalarına gönderilir. Özel kaplarına doldurulur, ağızları sıkıca kapatılır ve soğuk depoya gönderilir.<br /> Bugün Çekoslovakya’da da meyveli yoğurtlar üzerindev durulmakta, işlenmeleriyle ilgili geniş çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalara dayanarak meyveli yoğurt yapımında daha ziyade iki metod öğütlenmektedir: Birinci Çek metoduna göre; meyveli yoğurtlar şöyle işlenir: Önce hammade kurumadde yönünden standardize edilir. Sonra pastörize edilip 47-48 C soğutulur. %3 yoğurt kültürü katılır.20-60 dakika beklenir.sonra meyve şırası katılır, karıştırılır. Doldurma makinalarında özel kaplarına doldurulur. Ağızları kapatılır. Doldurma sırasında veya daha sonra yoğurtlar yavaş yavaş 20-22 C soğutulur. Böyla işleme ve soğutmanın yoğurdun kalitesini düzelttiği, su salmayı azalttığı da anlaşılmıştır. Üzerinde durulan diğer çekoslovak metodunda da meyveli yoğurt şu şekilde yapılır: Hammadde yukarıda belirtilen şekilde hazırlanır. Meyve özü veya reçeli pıhtılaşmadan önce süte katılır. Katılan meyve özü miktarı %30 kadardır. Sonra %1-5 oranında yoğurt mayasıyla veya daha iyisi (yoğurt+bioghurt) kültürüyle aşılanır. 42-45 C inkübasyona terkedilerek yoğurtlaştırılır.<br /> Almanya’da da yukarıda belirtilen metodlarla meyveli yoğurt yapılmakta, aroma olarak daha çok çilek şurubundan yararlanılmaktadır. Jatılan çilek şurubu miktarı %9, maya miktarı da %2 oranındadır. İnkübasyon 44-45 C yürütülmekte, iki saatlik yoğurtlaşma devresinden sonra yoğurtlar soğuk odalara alınmaktadır.<br /> Meyveli yoğurt Avrupadan Amerikaya da sıçramıştır. Birleşik Amerika Devletlerinde meyveli yoğurt işlenirken süt önce kynama derecesine yakın, 96 C kadar ısıtılmakta, ayrıca süt suyunun bir kısmı buharlaştırılarak sütün kurumadde oranı da %20 ye yükseltilmektedir. Sonra koyulaştırılmış süt 38C soğutulmaktave bu ısıda bir miktar şeker, biraz da L.bulgaricus kültürü konulmaktadır. Daha sonra şeker şerbetinde pişirilmiş meyve parçacıkları eklenmekte ve nihayet 35-37 C iki saatlik inkübasyon sonucunda oldukça katı kıvamda meyveli yoğurt elde edilmektedir.<br /> Bugün İsveç’de de çeşitli meyveli aromalı yoğurtlar işlenmektedir. En fazla aranan meyveli yoğurt çilekli olanlarıdır.<br /> Son yıllarda İngiltere’de de önemli miktarda meyveli yoğurt işlenmektedir. İngiltere’de aroma maddesi olarak daha çok tabii meyve tozları kullanlmaktadır. bu tozlar hamur şekline sokulup pastörizasyon ve homojenizasyondan öncesüte eklenmekte, sonra yukarıda açıklanan yollar izlenerek meyveli yoğurtlar yapılmaktadır. Ayrıca birçok memleketlerde yukarıda adı geçen meyveli yoğurtlar yanında kayısılı, vanilyalı, erikli ve elmalı yoğurtlar da işlenmektedir.<br /><br /> ŞEKERLİ YOĞURTLAR<br /> Yoğurdun ekşimsi aromasını gizleyebilmek amacıyla bazen yalnız şekerden yararlanılmaktadır. “Şekerli yoğurt” olarak adlandırılan bu tip yoğurtlar, adi yoğurt gibi işlenilir. Genellikle homojenizasyondan önce %2 oranında yağsız süttozu, %3-4 kadar da şeker eklenir. Özellikle ekşiliğin iyice maskelenmesi arzulanan yoğurtlarda şeker %7.5 a kadar yükseltilebilir. Bazı ülkelerde bu arada İtalya’da normal yoğurtlar da çok kere pudra şekeri katılarak tüketilir. Lokantalarda yoğurt servisi şekerli yapılır. Şekerli yoğurtlar meyveli yoğurtlar kadar, ilgi görmemektedir.<br /> Günümüzde yoğurtlar bazan değişik şekillerde, bu arada doğranmış meyveye kızartılmış veya haşlanmış tahıl veya patetese garnitür olarak koyarak veya dondurma, krema ekleyip çalkalıyarak; veyahut bal, karamelize şeker ve renkli meyve şurşplarıyla dekore ederek de tüketiciye sunulmaktadır. <br /> SİLİVRİ TİPİ YOĞURT<br /> Silivri yoğurdu Türkiye’te özgü bir yoğurt çeşididir. Yaklaşk olarak 85 yıl önce Silivri’de işlendiğinden bu kasbamzın adını almıştır. Daha çok büyük şehirlerimizde tüketildiğinden, çğunlukla kalabalık illerimiz ve çevrelerinde, bu arada İstanbul, Balıkesir, İzmir illerimizle yakınlarında işlenir. Çok kere büyük 5 kiloluk yassı teneke kaplarda veya bazen denildiği gibi karavanalarda satılan Silivri yoğurdu, adi yoğurttan renk ve kıvamca daha koyudur. Üzerinde pürüzlü kalın bir kaymak tabakası vardır.işlenişi genellikle adi yoğurda benzer. Daha koyu kıvamlı bir yoğurt çeşidi olması dolayısiyle hammadde olarak daha ziyade kurumaddece zengin sütlerden, özellikle koyun sütlerinden yaralanılır. Pişirmeye normal yoğurtlardan daha çok önem verilir.ayrıca mayalanmadan önce, bu çeşit yoğurtlar için karakteristik olan kalın ve dayanıklı kaymak tabakasının meydana gelebilmesi için “Kaymak pişirme” olarak adlandırılan ikinci bir pişirme uygulanır. Bölgeler arasında bazen farklar görülmekle beraber genellikle silivri yoğurtları şöyle işlenir: gerekli muayeneden geçen, özellikle kurumaddece zenginliği ve pişirmeye dayanıklılığı anlaşılan taze koyun sütleri süzülerek pişirme kazanlarına alınır. Burada tercihen gürgen ve kocayemiş odunlarından yararlanılarak pişirilir. Pişirme anında sütün özel tahta sopalarla veya bazen denildiği gibi palalarla sürekli olarak kuvvetle karıştırılması, sütün dip tutup yanmasına engel olunması gerekmektedir. İyice pişen ve arzulanan kıvamı alan süt bahçe kovalarıyla, özel ızgaralar üzerine sıralanmış karavanalara, yüksekten köpürterek boşaltılır. Izgaraların ve dolayısiyle yoğurt kaplarının altlarına iyice yanmış ateş serilerek 30-40 dakika kadar kaymak pişirilir. Karavanalar gözden geçirilir. Noksan olanlar tamamlanır. Sonra ateş çekilir, pencereler açılır,kapların soğuması sağlanır. Süt 45 C ye soğuyunca, pencereler kapatılır, bir enjektörle kaymak tabakasına zarar vermeden 2-3 kenarından mayalanır. Maya olarak, iyi kaliteli taze sulandırılmış yoğurttan yararlanılır. Çoğunlukla 5 kg lık karavanaya 10-15 cm3 maya yetmektedir. Mayalandıktan sonra karavanaların üzerine çıtalar dizilir, onun üzerine de önce amerikan bezi daha sonra çuvllar örtülerek inkübasyon ısısı sabit tutulmaya çalışılır. Bazen yalnız çuvalların da örtüldüğü de görülür. Böyle hallerde geniş bir yüzey gösteren yoğurdun en değerli kısmı kaymağı tozlanır, tüketici de bunları çok kere atar. <br />Yoğurtlaşma süre 3-4 saat sürer. Bu esnada örtüler aralanarak yoğurtlaşma konrol edilir.Yoğurtlaşan karavanaların üzerleri açılır. İyice soğutulur. Sonra ambalajlanarak pazarlanır İyi işlenmiş Silivri yoğurtlarının en önemli sorunu geniş bir yüzey gösteren kaymağın kolayca pislenmesi ve dolayısiyle isref edilmesidir. Kaymağın kirlenmesin önleyecek tedbirlerin alınması, özellikle işleme ve satış anında karavanaların ağızlarının kapalı tutulması gereklidir.<br /><br /><br /><br />4. DAYANIKLI YOĞURT<br /> Elvelce de değinildiği gibi normal bir yoğurdun dayanma süresi sınırlıdır. Soğukta bile saklansa, bir kaç gün içinde niteliği bozulur, yenilemiyecek bir hal alır. Bu durumu dikkat nazara alan toplumlar, özelikle Türk toplumu, uzun süredir, aylar hatta yıllarca niteliği bozulmayan yoğurt çeşitleri aramış ve çok sınırlı imkân ve teknikle bu arzusunda da başarı sağlamıştır. Bugün memleketimizin bir çok yerlerinde, özellikle köy ve kasabalarında batı memleketlerinde fazla bilnmeyen dayanıklı yoğurtlar süt üretiminin kt veya ulaştırmanın çok güç olduğu kış aylarında toplumun başlıca protein kaynaklarından birisi olmaktadır.Geçmişte de dayanıklı yoğurtların, özellikle kurut gibi kitleleride çok küçültülmüş, topraklaştırılmış yani süt tozu halini almış besin değeri çok üstün özünün üç kıtada at oynatan Türk askerinin hareket serbestisinde önemli rolü olmuştur. Bugün hala toplumumuzun beslenmende önemli yeri olan dayanıklı yoğurtları şöylece sıralamak mümkündür: torba yoğurduıpasterize yoğurt, kış yoğurdu ve kurut.<br />TORBA YOĞURDU<br /> Torba yoğurdu yurdumuzun her yerinde, özellikle köy ve kasabalarda işlenen dayanıklı bir yoğurt çeşidir. Daha ziyade yağsız süt veya yayıklanan yoğurttan arta kalan ayrandan işlenir. Böylece sütçülük artıklarıda değerlendirilmiş olur. İşlenişi basittir. Yağsız sütten işlenecekse hammadde önce yoğurda işlenir. Yoğurtta bez torbalara doldurulup asılır. Askıda iken suyunun önemli kısmı süzülür.Suda çözünen şeker, mineral madde ve vitaminlerin önemli bir kısmı küçülür, kurumadde oranı artar. Böylece yoğurt daha dayanıklı taşırtması kolay bir hal alır. Ayrandan işlenecekse aynı işlemler yapılır.Ancak ayran sulandırılmış yoğurt olduğundanbunun tekrar yoğurtlaştırılmasına lüzum yoktur. Ayran doğrudan doğruya torbalara alınarak suyu azaltılır. Torba yoğurdu daha ziyade mahalli pazarlarda satılır. Yağlısını alamayan fakir halkın aradığı bir yoğurt çeşididir. Yağsızlığı onun dayanıllılığın dada da artırır. Acılaşmasını önler. Torba yoğurdu doğrudan doğruya yenildiği gibi, hem yoğurt mayası, hem de kurut imalinde kullanılır. Bazen Tuz karıştırılıp olgunlaştırılmak suretiyle yoğurtla peynir arasnda bir süt ürünü olan “Çökelek” de yapılır. Eralp,M”nin incelemelerine göre torba yogurtlarımızın ortalama bileşimleri şöyleri şöyledir:<br /> <br />Su 81.40<br />Protein 13.00<br />Yağ 2.21<br />Mineral 1.10<br />Asitlik 123<br /><br /> Yukarıda tablodan da anlaşılacağına göre, torba yoğurdu oldukça zengin bir protein kaynağıdır. Randımanı işlenen hammedeye göre değişir.Genellikle 100 kilogram yağsız yogurttan 20-30 kilogram torba yogurdu alınabilir.<br /> b.Pastörize yogurt<br /> pastörize yoğurt yogurdun ikinci bir defa ısıtmaya tabi tutulması, yani daha yerinde bir deyimle pastörizasyonu sonucunda elde edilen dayanıklı bir yoğurttur.bilindiği gibi yoğurtta, hele soğutulmayanlarda, bakteri faaliyeti devam eder.Sogutmanında da etkisi sınırlıdır.Bakteri faaliyeti kısıtlarsa da tamamca önleyemeyiz.bu sebeple daha dayanıklı yogurt yapmak için bakteriler. Üzerinde çok daha etkili olan sıcaklıktan yararlanılmış ve yogurt pastörize sıcaklıgında tutularak, bakteri faaliyetine son verilmiştir.pastörize yogurtlar üzerinde deneme yapan adam. R.C1. teneke kutularda 85 C derecede 10 dakika tutularak pastörize edilen yogurtların 2 yıl sonra bile oldukça iyi durumda olduğunu, açıklamıştır.bu arada ısıtmanın yogurdun dayanıklılığını artırsa da fiziksel yapısını, özellikle kıvamını bozdugunu da belirtilen yerinde olur.<br />c.Kış yoğurdu (Pişmiş yoğurt)<br /> Türkiye”de henüz pastörize yoğurt işlenmez. Bunu yerine yogurt pişirilerik, daha yüksek bir sıcaklıkta tutularak fermantasyon etkenleri ortadan kaldırılır.böylece pişmiş yogurt veya çok kere denıldıgı gibi “kış yogurdu” yapılır. Kış yogurdu daha ziyade akdeniz, ortada doğu bölgelerinde,özellikle hatay , sivas illerinde sütün bol oldugu mevsımlerde basit ve ilkel usullerde daha çok evlerde işlenir. Sütün kıt oldugu mevsimlerde ,bilhassa kışın tüketilir. Ayrıca kıs yogurdu toz kırmızı bıber ve zeytın yagıda eklenenip ekmek üzerine sürerek kahvaltıda sürülerek kahvaltıda da yinir kıs yogurdunun standart bir işleme şekli yoktur. Çesıtlı bçlgelerde,hata bir bölgenin çesıtlı kısımlarınada olduk ca degısık ısleme sekıllerını rastlanırsada hepsinin amacı tek noktada bırlesır yanı kendı halıne bırakıldıgında bır kac gün dayanmayan yogurdu, bır kac ay kıs ve hata baharda ,taze yogurt cıkana kadar dayandırmaktır.bunuda yogurdu 2. Kez işleyerek, bu arada bozulmasını kolaylastıran suyunu azltarak fermentasyon etkenlerini pişirerek ve tuz katarak ortadan kaldırarak ve ayrıca bozulmamada da önemlı bır faktör olan cevre özelıklede hava ile ilişkisini keserekte saglamaktadırlar.<br /> 5.REFORM YOGURT <br /> optimum ısısı vücut sıcaklıgında olan lactobacillus acidophinıs kültürüyle hazırlanan yogurlara reform yogur denir.bilindigi gibi yogurt bakterilerini yani Str. Thermophilus, L. Bulgaricus’un optimum ısıları vücut sıcaklıgının biraz üzerindedir. Bu bakımdan yogur bakterikeri, Y.Y basında Metehnikoff’un iddea ettigi gibi bagırsaklarda yerlesememektedir. Yogurdu bagırsakta falıyet gösteren bır organızma işleme isteği reform yogurdun dogmasına sebep olmustur. Aroma yönünden fakır olan reform yogurt bu gün daha ziyade sıhhi amacla işlenir ve ilac gibi recetey ile satılır. İşleme teknigi normal yogurdu andırır. Ancak inkübasyon ısısı bu tip yogurtta 37 C dir.maya olarakta yukarıda belırtıldıgı gıbı L.acidophilus yararlanılır. L.acidophilus sütte yogurt bakterileri kadar aktif degıldır. Cok yavas asıt yaparlar bu sebeple daha fazla maya , yaklasık olarak %5-10 kadar , koymak gerekır. Ayrıca ınkübasyon süresi de normal yogurda göre 4-5 kat daha uzun yanı 12-14 saat kadar sürer. L.acidophilus’un süttekı falıyetı ve asıt yapma gücü zayıf oldugundan dıkatlı calısması , bulaşıklığa fırsat verılmemesı zorunludur. <br /> 6. BİOGHURT<br /> Bioghurt adi yogurtlar reform yogurt arasında bır yogurt cesıdıdır. Maya olarak simbiyos halinde falıyet gösteren Str. Lactis vardır. L.acidophilus kültüründen yararlanır. Mayaya Str. Lactis eklenmesi onun aktivitesini arttırmıstır. Bioghurt yapmak için iyice temızlenen taze süt 85 C dereceye kadar.40 C dereceye kadar sogutulduktan sonra %55 oranında (Str.Lactis+L.acidophilus)kültürüyle aşılanır.iyiyce karıstırıldıktan sonra 40 C derecelik bir dolapta inkübasyona terkedilir. 1,5-2 saatlik inkibasyondan sonra süt pıhtılasır. Pıhtılasan kitle 15 C sogutulur. Biraz sogukta bırakıldıktan sonra pazarlanır. Biogyogurtta asitlik yaklasık olarak süt asidi cinsinden % 0,8-0,9 kadardır.<br /><br />KEFİR <br /> 1.GİRİŞ<br /><br /> Kefir,Kuzey Kafkasya orjinli fermente süt ürünüdür.İnek,<br />Koyun ve keçi sütünden serinlemek amacıyla yapılan bu ürünün tarihçesi hakkında çok fazla bilgi yoktur.Wiese (1986) kefir kelimesinin türkçe “keyif veren,coşturan,mest eden” “kef” sözcüğünden türediğini bildirmiştir. Fakat türkçede bu anlamada “kef” sözcüğü mevcut değildir. Bunun “keyf” olması muhtemeldir. Klupsch (1984) bu kelimenin Kafkasya orjinli “en iyi yapıldı”anlamına gelen “keyf” kelimesinden türediğini bildirmiştir. Kefirin Kafkasya’da Elburus dağları eteklerinde yapıldığı ve yapımının gizli tutulduğu; Rusya’da yayınlanan “kefir”kitabının 1884 yılında Almanca’ya çevrilmesi ile Avrupa’da tanınıdığını açıklamıştır. ( Klupsch,1984)<br /> Kefir Kafkasya’da kefir danesi ile yapılmıştır. Keçi ,sığır tulumu veya işkembesi içine konan taze süt, burada kefir tanesindeki mikroorganizmaların ekşisiyle kendiligğinden pıhtılaştırılırdı. Tulum yazın <br />Evin dışnda,kışın ise içinde bırakılırdı. Burdan fermnte süt alınır ve içilir;tulumun içine tekrar taze süt katılırdı. (Weis ve Burgbacher,1986 ).halen kefir ,çok fazla miktarda Birleşik Devletler Topluluğu’nda bunun dışında Almanya, Macaristan, Polonya, İsveç ve diğer bazı ülkelerde ticari olarak yapılmaktadır. Birleşik Devletler Topluluğu’nda 1988 yılında 1206000 ton kefir üretildiği bildirilmiştir .Ülkemizde ise , bir süt fabrikası tarafından ticari olarak kefir üretilmiştir. Fakat yeterli Pazar bulunamadığı için üretime son verilmiştir. Bu süt ürün halen bir çok aile tarafından çeşitli amaçlarla evlerde yapılıp tüketilmektedir. <br />2. KEFİR DANESİNİN ÖZELLİKLERİ <br /> Kefir danesi sarımtrak renkte, çapı 1-2 mm’den 3-6 mm’ye kadar değişen minyatür karnabahar görünümündedir. Orta Doğu’da bu daneye<br />“Peygamber darısı”denilmektedir.(Klupsch,1984). Dane esas olarak “polisakkaritten”oluşmuştur. Polisakkarit yapı içinde bir miktar yağ ve kazein mevcuttur. Mikroorganizmalar dane içinde simbiyoz halinde yaşarlar. Süt içine bırakılan dane, immobilize bir sistemle süte mikroorganizma vermektedir.(Kunath,1987).danede süt asidi bakterileri, asetik asit bakterileri ve mayalar mevcuttur. Laktozu fermente edemeyen mayalar danenin daha dip katmanlarında , laktozu parçalayan mayalar büyük oranda dış yüzeylerde yer alırlar. Kefir danesinin yüzeyinde süt aside bakterileri ile asetik asit bakterileri bulunur. Danedeki mikroorganizma türü ve bunların birbirlerine oranı,danelerin orjinine göre değişmektedir. Bu nedenle danelerdeki mikroorganizma türü konusunda farklı bildirişler vardır. Koroleva (1988 –1) kefir danesindeki mikroorganizmaları şöyle bildirmiştir:<br /> -Mesofil homofermantif streptokoklar:Streptococcus laktis subsp,cremortis,Streptococcus durans<br /> -Laktobasiller: Laktobacillus brevis, Lactobasillus delbrueckii subspbulgaricus, Lactobacillus kefir,Lactobacillus casei<br /> -Lökonostoklar: Leuconostoc mesenteroides subsp,dextranicum<br /> -Asetik asit bakterileri:Acetobacter aceti,Acetobacter rasens<br /> -Mayalar: kluyveromyces marxianus subs, marxianus, Torulaspora delbrueckii, Saccharomyces, cerevisiae,Candida kefir<br /> koliform balkteriler doğal olarak kefir mikroflorası tarafından inhibe erilirler. Shigella slmonella gibi patojen mikroorganizmalar gibi kefir saf kültürlerle birlikte ürüyemezler.<br /> İyi bir kefir danesi elastiki olmalı yapışkan ve yumuşak olmamalıdır.tane temiz tutuldugunda ve dikkatli bakıldıgı zaman yıllarca kullanılabilir kefir daneleri kaynatlmış sogutulmuş sütlrde yıkandıktan sonra 4-5 Cde 8-10 gün saklanabilmektedir . bir litarertude danelerin %1 lik soda çözeltisinde 4-5 günde bir yıkanması önerilmiştir.<br /> Kurutulan daneler kullanılacagı zaman 30-32 C deki suda 3 saat bırakılır. Şişen ve karnabahar görünümünde suyun yüzeyine çıkan daneler kaynatılmış sogutulmuş su ile yıknıktan sonra 1 kısım dane ve üç kısım süt olarak sterlize süte aşılanır.19-20 C de 24 saatte süt pıhtılaşır. Böylece daneler aktif durma getirilmiş olur. Labratuvar koşıllarında şimdiye kadar dane üretimi yaplmamıştır.<br /> KEFİRİN YAPILIŞI<br />Tradisyonel kefir üretimi<br /> Kefir evlerde yaplır ve endüstiriyel olarak üretilir.evlerde kefir yapımında süt 5 dk kadar kaynatılır ve bir kaba konur.25 C ye sogutulan sütün üzerindeki kaymak tabakası alınır. 1 litre süt için 15-20 gr kefir tanesi katılır ve süt iyice karıştırılır . kabın kapagı kapatılır ve süt 22-25 C kalaca şekilde kap sıcak bir yere bırakılır. Sıcak havalarda kap odada kalabilir soguk havalarda sütün sıcaklığına muhafaza etmek için önlem alınmalıdır.termostat içinde mayalama yapılabilir.<br /> Kap içindeki süt normal olarak 18-24 saat sonra pıhtılaşır. Pıhtılaşma süresi üzerine kefir danesinin miktarı inkübasyon sıcaklığını etkileyebilir. Süt pıhtlaştıktan sonra tel süzgeçten geçirilir . süzgeç üzerine kalan daneler hemen kefir yapımında kullanılacagı gibi yıkanarak bir bardaga konur.danelerin üzerine su konur bardagın agzı kapatılır ve buzdolabına konur.kefir hemen içilebilecegi gibi 2-3 gün buzdolabında kalabilir.<br />Endüstriyel kefir üretimi<br /> Endüstriyel kefir üretiminde önce kefir ana kültürü veye işletme kültürü ile elde edilir. Bunun için yagsız süt 95 C de 10-15 daka ısıtılır. 20 C ye sogutulan süte 1:30-1:50 oranında kefir danesi katılır. Danelerin katıldıgı süt 18-22 C de 24 saat inkübasyona bırakılır ve inkübasyon sırasında süt iki kez arıştırılır inkübasyondan sonra daneler pıhtıdan alınır ve tekrar kültür hazırlamada kullanılır. Endüstiriyel kefir üretimi ile ilgili farklı yöntemler bildirilmiştir. Fakat bütün yöntemlerde temel işlev aynıdır. Süt fabrikalarında kefir danesinden saf kültür hazırlanır . fakat birçok fabrikada bu ürünün üretiminde lbratuvardan temin ettikleri liyofilize ve dondurulmuş kefir kültürü kullanılır. Puhan , rusya isviçre, polonya , norveç, macaristan ,finlandiyave çekostevakyadaki endüstiriyel kefir üretinmi teknolojisini şöyle özetlemişlerdir:yağlı veya yarım yağlı veya yağsız %8 civarında yağsız kurumadde içeren ink sütü homojenize edilir ve 90-95 C de 5-10 dk ısıtılır . pastörize süt 18-24 C de sogutulduktan sonra %2-8 civarında kefir kültürü ile mayalanarak aynı derecelerde inkübasyona bırakılır . inkübasoyon sonunda pH 4.4-4.9 , asitlik 30-40 SH arasında değişmektedir. Olşan pıhtı parçalandıktan sonra paketlenir. Baz işletmlerde kefir 12-14 C de 24 saat olgunlaşmaya bırakılır . bazıları ise dogrudan 3-10 gün arasında degiştigi bildirilmiştir.<br /> Patorize Süt Pastorize Süt <br />Kefir danesi<br />1 :30- 1 :50 İnkibasyon sıcaklığı 18-20 Cde 18 sat Saf kültür 1<br />%2-3 İnkibasyon 18-20 Cde 18saat <br /> Soğutma 8-10 C Soğutma 8-10 C <br /> Olgunlaştırma 24 saat Olgunlaştırma <br />Kefir danesi Dane ayrımı <br /> Saf kültür 1 %1-3 Saf kültür 2 %3-5 <br /> Üretim <br /><br /><br /><br />Kefirde tat ve aroma standart değildir. Her işletmede üretilen kefirin içeriği süt asidi ve etil alkol oranı farklıdır . bu nedenle işletmeler arasında kefir üretim teknolojisinde değişiklikler görünür. Yılda 17.000 ton kefir üretilen isveç’te kefir üretim teknolojisi şekildeki gibi bildirilmiştir.<br /> Bazı ülkelerin gıda maddeleri tüzüğünde satışa sunularak kefirin özellikleri belirtilmiştir. Ayrıca kefirle ilgili standartlar mevcuttur. Kefirde canlı mikroorganizma bulunması zorunludur. İşveçte kefirin 1 gr en az 106 süt asidi bakterisi 103 maya bulunması gerekmektedir. Mayalar soğukta muhafazası sırasında fermentasyona devam edip CO2 ürettikmeleri için kefirin muhafaza süresi kısadır.<br /> Bazı ülkelerdemeyveli kefir yapılmaktadır bunun için meyveli yoğurt yapılışında olduğu gibi hazırlana kefir iine şekerli meyve karışımı ileve edilmektedir . Meyveli kefirde tat ve aroma katılan meyve çeşidine göre degişmektedir.<br />KEFİRİN ÖZELLİKLERİ<br /> Kefir danesi veya kefir kültüründe bulunan süt asidi bakterileri mayalar inkübasyon sırasında sütte şu değişmeleri yaparlar:<br /> Çiğ süt <br /><br /> Isıtma(95 C de 2-6 dakika)<br /> <br /> soğutma (21-24 C ) <br /> <br /> kültür ilavesi(%2-8)<br /><br /> inkübasyon(21-24 C 16-22 saat)<br /><br /> inkübasyon sonucu pH 4.6<br /><br /> sogutma(8 C )<br /><br /><br /> soğutma sonucu pH 4.2<br /> <br /><br /> sogukta muhafaza(8 gün)<br />-Laktozda degişmeler: homfermantatif süt asidi bakterileri sagıldıkları laktoz enzimi ile süt şekerini önce glikoz ve galaktoza parçalar. Sonra 1 molekül süt şekerinden 4 mol süt asidi oluşur.<br />C12H22012H20 4CH3CHOHCOOH<br />Süt şekeri süt asidi<br /> Homofermantatif bakteri olan lökonostoklar ise çıkadıkları enzimlerlesüt şekerini önce glikoz ve galaktoza parçalar ;sonra glikoz ve glaktozdan süt asidi CO2 ile fazla miktarda aroma maddeleri aseton, diasetil, aseteldahit ve aseton meydana getirirler.<br /> Mayalar ise çıkardkları enzimlerle süt şekerini glikoz ve galaktoza parçalarlar.1 mool glikoz veya galaktozdan 2 mol etil alkol ve 2 mol karbondioksit oluşur.<br /> C6H12O6 2CH3CH2OH +2CO2<br /> Glikoz etil alkol karbondioksit<br />-Proteindeki değişmeler : Bazı süt asidi bakterileri asetik asit ve mayalar çıkardıkları proteolitik enzimlerle proteinleri ,pepton ,peptid , ve serbest amino asitlere kadar parçalar. kefirde serbest amino asitlere kadar parçalarlar kefirde serbest amino asitlerin miktarı fazladır.<br />Süt yağındaki değişmeler: mikroorganizmaların oluşturduğu lipaz enzimi süt yağını parçalar. Bu nedenle kefirde serbest yag asitlerinin miktarı artar . bunların dışında laktoz , protein ve yağdaki değişmeler sırasında çeşitli aroma maddeleri ile patojen ve bozulmaya neden olan mikroorganizmalara karşı antibakteriyel etki gösteren asetik asit ,H2 O2 gibi maddeler ve nisine benzeyen antibiyotikler oluşur. Asetik asit bakterileri proteinleri parçalar . bu değişmeler kefirin muhafazası sırasında devam eder. Böylece kefirin kendine özgü tat, aroma, görünüş ve özellikleri oluşur.<br /><br />KEFİRİN DUYUSAL ÖZELLİKLERİ <br /><br /><br /> İyi bir kefir akıcı kıvamda homojen ve parlak bir görünümde olmalıdır. Topaklı yapı kusur sayılır. Kefir içildiği zaman hafif maya ve tat aroması hissedilmeli,serinletici bir etki göstermelidir . tüketici kefir severek içerler . muhafaza sırasında kefirde asitlik CO2 ve alkol miktarı artar. Bu nedenle kefir tatlı kefir , orta sert kefir, çok sert kefir olarak sınıflandırılır.<br /><br /><br /><br /> Tatlı kefir<br />% Orta sert kefir<br />% Sert kefir<br />% Çok sert kefir<br /> %<br />Su <br />Sür asidi<br />Etil alkol <br />Süt şekeri<br />Kazein <br />Laktalbumin<br />Yağ<br />Kül 88.2<br />0.8<br />0.6<br />2.7<br />2.9<br />0.3<br />3.3<br />0.8 88.9<br />0.6<br />0.7<br />2.9<br />2.7<br />0.2<br />3.1<br />0.6 89.4<br />0.7<br />0.8<br />2.3<br />2.9<br />0.1<br />2.8<br />0.7 89.0<br />0.9<br />1.1<br />1.7<br />2.1<br />0.1<br />3.3<br />0.6<br /><br /> <br />KEFİRİN KİMYASAL ÖZELLİKLERİ<br /> Kefirin bileşimi ve kimyasal özellikleri yapımında kullanılan sütün niteliklerine inkübasyon süresi ve soğuk odada muhafaza süresine bağlı olarak değişmektedir. karagözlü kefir tanesi ile hazırlanan kefirin özelliklerini 9 günlük muhafaza sırasında kefirdeki değişimi tabloda gösterdik. <br /> 1. gün 6. gün 9. gün<br />Kuru madde %<br />Laktoz %<br />Yağ %<br />Protein %<br />Kül %<br />Asitlik SH<br />Serbest yağ asitleri ml<br />Eq/100 gr yağ<br />Etil alkol(ppm)<br />Asetaldehit(ppm)<br />Aseton (ppm)<br />Viskozite (san.)<br />Canlı maya 11.63<br />3.35<br />2.8<br />3.57<br />0.69<br />39.2<br />4.20<br /><br />1365.0<br />29.5<br />-<br />2.65<br />2x105 11.57<br />3.30<br />2.8<br />3.37<br />0.69<br />40.32<br />4.17<br /><br />45.08<br />2205.0<br />65.0<br />6.95<br />5.45<br />1.7x<br />105 11.18<br />3.20<br />2.8<br />3.25<br />0.69<br />43.38<br />4.15<br /><br />47.48<br />2280.0<br />75.0<br />4.55<br />8.30<br />1x105<br /><br />KEFİRİN BESLENME DEĞERİ VE SAĞLIKLA İLGİLİ ÖZELLİKLERİ <br /> Sütteki tüm besin maddesini içerdiği için kefir beslenmedeki değeri yüksek bir besindir. Mikroorganizmaların etkisi ile laktoz ve proteinlerdeki değişmeler kefirin hazmını kolaylaştırır. Ayrıca bu maddeler serinletici iştah açıcı bir özelliğin sevilen bir tat ve aromanın oluşmasına neden olurlar. kefirdeki laktoz oranı azaldığı için laktoza duyarlı kişiler kefiri rahatlıkla içebilirler kefirdeki CO2 sindirimi kolaylaştırır başta B12 olmak üzere bazı B grubu vitaminler sentezlerler.. kefirde oluşan süt asidinin %90 dan fazlası L(+) süt asidinin kolayca hazmedebilme özelliği bulunmaktadır. <br /> Kefirin bazı rahatsızlıkları ve hastalıkları iyileştirdiği bir çok literatürde yer almıştır. kefirde oluşan asetik asit H2 O2 gibi antibakteriyel maddeler ile antibiyotikler E. coli ve salmonella gibi patojen bakterilere antibakteriyel etki yapmaktadır. Asetik asit bakterileri bağırsaktaki bakterilere karşı antibakteriyel antibakteriyel etki göstermektedir. Bu nedenle kefir bazı rahatsızlıkları iyileştirmektedir. Yapılan çalışmalar bu ürünün sinirsel rahatsızlıklar, iştahsızlık ve uykusuzluk için iyi bir ilaç olduğunu göstermiştir. Ayrıca halk arasında kefirin yüksek tansiyon, bronşit, safra rahatsızlıklarını iyileştirdiği bilinmektedir.<br /> Klupsch düzenli olarak günde en az 500ml 6 ay tüketildiği zaman kefirin organizma üzerine stabilize edici , gençleştirici bir etkiye sahip olduğu yaşlıların sağlığı üzerine çok yararlı etki yaptığı bildirilmiştir. Ayrıca karaciğer, safra, böbrek, kan dolaşımı, kalp faaliyeti metabolizma, beyinde kan dolaşımına olumlu etki yaptığı bildirilmiştir. Ayrıca karaciğer, safra, böbrek , kan dolaşımı üzerinde olumlu etki yaptığı , kireçlemeyi önlediği belirten bilgilerin bulunduğunu açıklamıştır. Bazı bilim adamları kefir 80 yaşın üzerinde yaşamın anahtarı olarak görmektedirler. <br /> <br />KIMIZ<br /> Kımız kısrak sütünden yapılan çok eski bir Türk içkisidir. Kımız üretiminde kültür olarak genel olarak geleneksel yöntemlerle daha önce hazırlanan kımızdan yararlanılır.<br /> Kımız üretiminde yararlanılan starter kültürlerde yer alan başlıca mikroorganizmalar: L. Bulgaricus, S.laktic, S. Thermapluc Saccoramyces laktıc, türleridir. Kımızın oluşumunda önemli etkisi olan mayalar laktozu fermente eder Sac. Laktıc laktozu fermente etmeyen Sac. Cartiaginasus ‘dur. Kımızın oluşmasında önemli role sahip olan L. Bulgaricus ve Sac. Laktıc simbiyotik olarak gelişirler. <br /> Sac. Laktis L. Bulgaricusun gelişmesi için gerekli vitaminleri sentezler. L. Bulgaricus ise sütün asiditesini düşürerek Sac. Laktıcın gelişmesi için uygun ortamı hazırlar. Kımızın son asitliği ve alkol oranı tüketicinin isteğine bağlı olarak ayarlanır. <br /> (L.A cins : %0,7-1,8)<br />(A. oranı : %0,7-3,3)<br />İnek sütüne glikoz sakkoroz ve peynir altı suyu ilave edilerek bileşimi kısrak sütüne benzetilmeye çalışılır.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-35905605188733987652007-10-04T12:32:00.000-07:002007-10-04T12:33:12.649-07:00YORUM VE ENTELEKTÜEL FONKSİYONLARDA DİLİN ROLÜYORUM VE ENTELEKTÜEL FONKSİYONLARDA DİLİN ROLÜ<br />Duyusal algılarımızın büyük bir bölümü beynin hafıza alanlarında depo edilmeden ve başka entellektüel amaçlarla hazırlanıp geliştirilmeden önce dildeki eşdeğerlerine çevrilirler.Örneğin bir kitap okuduğunuz zaman kelimelerin vizüel imajlarını saklamıyoruz,bunun yerine ,bu enformasyonu dildeki şekliyle depo ediyoruz. Hiç olmazsa enformasyon ,anlamı anlaşılmadan önce ,dildeki şakline çevrilmektedir.<br />Baskın hemisferde dilin yorumlanması ile ilgili duyusal alan ,şakak loblarındaki primer işitme alanı ile sıkı sıkıya ilişkilidir.Bu yerleşim herhalde dille ilk ilişkinin işitme yoluyla olmasına bağlıdır.Daha sonraki yaşlarda ,okuma yoluyla dilin visüel algılama yönü geliştikçe görme kanalı ile gelen enformasyon baskın lobda o zamana kadar gelişmiş olan konuşma bölgelerine iletilir.<br />Bu beynin genel yorumlama bölgesinin işitme ile ilgili asosyasyon alanlarıyla,korteksin öteki duyusal alanlarına oranla neden daha yakından bağlantılı olduğunu da açıklar.<br />GENEL YORUMLAMA ALANININ TAHRİBİNDEN SONRA GERİ KALAN YORUM FONKSİYONLARI<br />Genel yorum alanının lezyonunun entelektüel fonksiyonlar bakımından bu kadar ağır sonuçlar vermesinin nedenlerinden biri bu fonksiyonlarımızdan çoğunun dille ilişkili olmasındandır.Bununla beraber yine bazı başka yorum fonksiyonları devam edebilir.<br />Burada devreye baskın olmayan hemisfer girer ve ona ait kısmi yorum yeteneği zamanla gelişir.<br />Yüksek entelektüel fonksiyondan sorumlu olduğu düşünülen ancak kesin ispatlanamamış bir alan olan alın bölgesi maymunlara göre insanda çok fazla geliştiği için bu önyargıya varılmıştır.<br />Bu bölgede “tesbit hafızası” ve “düşüncenin işlenmesi” (Çeşitli düşüncelerin derinlik ve soyutluluğunu arttırma)fonksiyonları gerçekleşmekte diye düşünülmektedir.Bu bölgenin(Prefrontal-(alın) lobu)nun fonksiyonları şunlardır.<br />1.Geleceğin planlanması<br />2.Gelen duyusal sinyallere cevap olacak eylemin geciktirilmesi ve böylece en iyi cevap sırası kararlaştırılana kadar duyusal enformasyonun ölçülüp tartılabilmesi<br />3.motor eylemlerin (el-kol hareketleri v.b.)sonuçlarının hatta bunlar eyleme konmadan önce ,gözönünde tutulması<br />4.Komplike matematik,hukuki ve filozofik problemlerin çözümü<br />5.Nadir hastalıkların tanısında çok değişik kaynaklardan gelen bilgilerin korelasyonu<br />6.kişinin kendi eylemlerini moral yasalara göre denetlemesi<br />Bu alanın tahribinde Duyusal sinyalleri genel olarak aceleyle cevaplandırır.Örneğin kavgada dövemeyeceği kadar kuvvetli bir kişiden kaçmak yerine ona saldırır. İdrar ve gaitasını boşaltmada cinsel aktivitede ve sosyal davranışlarında normal ölçülerin dışına çıkabilir bu konularda kayıtsız ve dikkatsizdir.Ruh hali hızlı bir değişiklik eğilimi gösterir yumuşaklıktan nefrete, sevinçten kedere, keyiften öfkeye kolayca geçebilir. Uzun ve komplike düşünceleri izleme yeteneği olmayan dikkati kolay dağılan bir kişi olur.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-70816593508052470942007-10-04T12:28:00.000-07:002007-10-04T12:29:20.219-07:00YUMUŞAKÇALARYUMUŞAKÇALAR<br /><br /> Ev Akvaryumundaki küçük bir salyangozdan 15 metre boyundaki dev mürekkep balığına; tüm yaşamı boyunca aynı kayaya ya da kabuğa sıkıca yapışan istiridyeden serbestçe yüzen tarağa ve etobur sümüklüböcekten etobur ahtapota kadar olan canlılar, boyutları, görünüşleri ve yaşam alanları bakımından çok farklı hayvanlardır. Ancak yinede tümü Mollusca filumuna, yumuşakçalara girer. Bu filum, hayvanlar dünyasının en büyük topluluklarından biridir. Şimdiye dek 70.000’den fazla tür saptanmıştır. Yumuşakçaların çoğu denizlerde, bir bölümü tatlı su göllerinde, havuzlarda ve ırmaklarda, bazıları ise karada yaşarlar.<br /><br /> Yumuşakça adı Latince’de yumuşak anlamına gelen molluscus sözcüğünden gelir. Bu ad, yumuşakçaların gövdeleri yumuşak olduğu için verilmiştir. Çoğu türde gövde, önemli ölçüde kalsiyum karbonattan oluşan bir kabuk ile korunur. Bu kabuk, manto adı verilen gövde örtüsünün salgılarından oluşur.<br /><br /> Çoğu yumuşakçadan ayrıca “ayak” adı verilen olağandışı bir yapı bulunur. Bu ayak, çeşitli türlerde farklı biçimlerdedir. Sözgelimi, taraklarda bu ayak, gövdenin kassal bir uzantısıdır ve çamurda, kumda yol açıp ilerlemek için kullanılır. Salyangozlarda ise yassıdır ve sürünmek için kullanılır. Mürekkepbalıkları ve ahtapotlarda kurbanları yakalama işlevi gören çok sayıda kollar biçimindedir. Bazı istiridyelerde ayak yoktur.<br /><br /> Yumuşakçalar filumu, beş sınıfa ayrılır. Kafadan-ayaklılar (Cephalopoda) sınıfında mürekkepbalığı,ahtapot, supya ve notilus yer alır. Balta-ayaklılar (Pelecypoda) yada diğer adıyla çift kabuklular (Bivalvia) sınıfında istiridye, tarak, deniz yelpazesi, midye, teredo (bir tür deniz kurdu) bulunur. Karından-ayaklılar (Gastropoda) sınıfı salyangoz, sümüklüböcek, deniz salyangozu, denizkulağı, sarmal sedef kabuklu gibi hayvanları kapsar. Scaphopoda sınıfında diş kabukluları bulunur. Amphineura sınıfında ise en ilkel yumuşakça türü olan kitonlar vardır. Çoğu yumuşakçanın eti besin maddesi olarak, kabukları da ekonomik açıdan önem taşır.<br /><br /><br />KAFADAN-AYAKLILAR<br /><br /> Mürekkepbalığı ve ahtapot en çok bilinen yumuşakçalardır. Bunlar kafadan-ayaklılar sınıfına girer. Terimin bilimsel adı olan Cephalopoda, Yunanca’da kafa-bacak anlamını taşır. Hayvanlara bu adın verilmesinin nedeni, çok sayıda “kola” ayrılan bacaklarının baş çevresinde bulunmasından kaynaklanır.<br /><br /> Kafadan-ayaklılar, öenmli bir noktada öteki yumuşakçaların çoğundan ayrılırlar. Genelde kabukları yoktur. Bunun yerine, manto, çıplak gövdelerinin dış bölümünü oluşturur. Bazı türlerde ise bir iç iskelet bulunur.<br /><br /> Tüm kafadan-ayaklılar denizde yaşar. Emme yada yakalama yada her iki iş için kullandıkları, çoğunlukla dokunaç adı verilen kolları vardır. Hemen hemen tümü, özel bir kesede saklanılan mürekkep benzeri bir sıvı salgılar. Düşmandan korunmak için mürekkep salgılayarak suyu bulandırırlar. Bazı kafadan-ayaklılar, bukalemun gibi renk değiştirme özelliğine sahiptir. Derilerinde kromatofor (renk-taşıyıcıları) adı verilen ve farklı renk maddeleri içeren hücreler bulunur. Bu hücreler büyüdükçe yada küçüldükçe, derinin rengi de hızla değişir. Renk değiştirme özelliklerinden dolayı bu hayvanlar bulundukları çevreye kolaylıkla uyum sağlarlar.<br /><br /><br />• Mürekkepbalığı<br /><br /> Mürekkepbalığı, kafadan-ayaklıların en usta yüzücüsüdür. Düzgün hatlı, mekik benzeri bir yapısı vardır. Suyun içindeki hareketinden dolayı bu hayvana kimi zaman “deniz oku” adı da verilir. Ayağı on kola ayrılmıştır. Bu kollardan iki tanesi ötekilerden daha uzundur; bunlarda emiciler bulunur ve avı yakalamakta kullanılır. Gözkapakları yoktur, ancak gözleri şaşılacak ölçüde insan gözüne benzer.<br /><br /> Mürekkepbalığı, gövdesindeki merkezi bir oyuktan (manto oyuğu) suyu içeri çeker ve mantonun bozulmasıyla esnek bir borudan (sifon) hızla dışarı atar. Sifon, kolların hemen arkasında yer alır. Bunun içinden püskürtülen su, hayvanı hızla geriye doğru iter. Mürekkep de bu sifon kollarına boşaltılır.<br /><br /> Mantonun uzantıları olan iki yüzgeç, temelde yönlendirme için kullanılır. Ayrıca mürekkep balığının yavaşça arkaya yada öne gitmesini de sağlar. En çok bilinen türlerinden biri, adi mürekkepbalığı (loligo pealei)’dır. Akdeniz, Doğu Asya denizleri ve Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarında yaşar. Bazı balıkçılar bunları yem olarak kullanır. Özellikle Akdeniz ve Uzakdoğu ülkelerinde besin maddesi olarak da tüketilir.<br /><br /> Uçan mürekkepbalığı (ommastrephes bartrami) olarak bilinen tür, uçan balıkla karşılaştırılabilir. Sık sık sudan dışarı fırlar ve kimi zaman gemilerin güvertelerine düşer.<br /><br /> Mürekkepbalığının en korkuncu, dev mürekkepbalığı (Architeuthis princeps)’dır. Omurgasızların en iri türüdür. Kolları ile birlikte toplam uzunluğu 15m’yi aşabilir. Açık denizin derin sularında yaşar. Denizde, canlı dev mürekkepbalığı ile çok seyrek karşılaşılır. Ancak bazen sahile çıktıkları görülmektedir; kimi zaman özellikle Newfoundland kıyılarında görülür.<br /><br /><br /><br /><br />• Ahtapot<br /><br /> Bu canlılara Yunanca’da Sekiz ayak anlamına gelen Ostopus adının verilmesinin nedeni ayaklarının sekiz kola ayrılmasıdır. Bu hayvan papağanınkine benzeyen ağzını, avını parçalamak için kullanır. Ahtapotların kol ve gövde uzunluğu 5cm ile 9m arasında değişir. Bazı yerlerde şeytan balığı denilen türlerinin ağırlığı 35kg’a çıkabilir. Ahtapot, deniz dibinde kolları üzerinde sürünür. Kimi zamanda suyu gövdesinin içine çekip dışarı püskürterek yüzer. Ahtapot, genellikle ürkek bir hayvandır gündüzleri yarıklara saklanır; geceleri avlanmak için bulunduğu yerden çıkar.<br /><br /> Ahtapot eti, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın kıyı bölgelerinde sevilen bir yiyecektir. Uzak Doğu ile Güney Pasifik adalarının bazı bölgelerinde de aranılan bir besin maddesidir.<br /><br /><br />• Supya ve Notilus<br /><br /> Mürekkepbalığı ve ahtapotların iyi bilinen bir akrabası supyaya da öteki adıyla kalamar (Sepiaofficinalis)’dir. 15cm ile 25cm uzunluğunda olan bu canlı salgılama yoluyla kalkerli bir iç kabuk oluşturur. Bu madde, kanaryaların ve öteki kafes kuşlarının kireç gereksinimini karşılamak için yem olarak kullanılır ayrıca cila işlerinde de yararlanılır. Supya adı verilen boya maddesi hayvanın kaçışını izlemek için salgıladığı koyu kahverengi sıvıdan elde edilir.<br /><br /> Bölmeli bir kabuğa sahip olan notilus (Nautilus pompilius) milyonlarca yıl önce ortaya çıkmış grubun üyesidir. Büyük okyanusun güney batısı ile Hint okyanusundan yaşar. Günümüzde yalnızca birkaç türü kalmıştır.<br /><br /> Kabuğu sarmal biçimli olup bölmelere ayrılmıştır. Her bölme,hayvanın belirli büyüme evrelerinde yaşadığı yeri gösterir. Doğal olarak hayvan en dıştaki bölmede bulunur. Ağzının çevresinde yaklaşık 90 dokunaç yer alır. Bu dokunaçlarda emiciler yoksa da katı nesnelere sıkıca sarılabilirler. Başını kabuğunun içine çekebilir. Başının arkasındaki bir kapak ile deliği bir ölçüde kapatabilir.<br /><br /> Kağıt notilusunun (Argonauta argo) dişisi bir madde salgılayarak sarmal biçimli ve simetrik beyaz bir kabuk oluşturur. Bu kabuk bir yumurta kutusu işlevi görür; hayvan bunu istediği zaman bırakabilir. Dişilerin boyu 20cm’ye erişebilir. Erkekleri daha küçük olup 2cm ile 3cm uzunluktadır. Kabuk oluşturamazlar.<br /><br />BALTA-AYAKLILAR<br /><br /> Tarak, istiridye, midye ve terodo gibi yumuşakçalar, balta-ayaklılar (Pelecypoda) sınıfına girer. Ancak kabukları iki bölüme ayrıldığı için daha çok çift kabuklular (Lamellibranchia ya da Bivalvia) adıyla anılırlar. Kabuğun iç yüzeyi, sedef maddesi olarak bilinen bir katman ile kaplıdır. Bu katman ince taneciklidir. Beyaz renkli olabildiği gibi gökkuşağının tüm renklerini de içerebilir.<br /><br /> Bir iki güçlü kasla birbirine tutturulan iki kabuk sıkıca birbirlerine kapanabilir. Bir midye yada tarak açıldığı zaman kopan şey, bu kaslardır. Tarak gibi bazı çift kabuklularda hayvanın bir yerden ötekine gitmesi için kabuğun dışına çıkan, iyi gelişmiş bir ayak vardır. Ancak gerçek midyeler hareket edemezler. Deniz dibinde katı nesnelere sıkıca yapışırlar, çift kabuklularda ayrıca kafa yoktur.<br /><br /> Bazı çift kabuklular, sifon adı verilen iki boruya sahiptir ve bunlarla suyu içeri çekip dışarı atarlar. İçe çektikleri suda bulunan bir hücrelileri, yumurtaları, larvaları, yosun sporlarını ve küçük bitkileri yerler. Ağızlarından giren bu besin maddeleri sindirim kanallarına gider. Oksijende iki solungaç aracılığı ile kana karışır. Artıklar ise sifondan atılan su ile çıkartılır.<br /><br /><br />• İstiridye<br /><br /> Yenilebilen istiridyeler (Ostrea cinsi) su altındaki bir nesneye tutunarak yaşarlar. Kabukları oldukça asimetriktir. Deniz dibindeki bir nesneye yapışan bölümü büyük ve oldukça kalındır. Öteki kabuk ise daha küçük ve incedir. Kabuğun iki bölümü genelde “yürek” adı verilen ve bir kabuktan ötekine uzanan bir kas ile birbirine tutturulur. Gerçek istiridyeler dünyanın pek çok yerinde, özellikle de Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya kıyılarında yaşarlar.<br /><br /> Kuzey Amerika anakarasına ayak basan ilk beyazlar, kıyılarda yaşayan kızıl derili kabilelerinin büyük oranda istiridye ile beslendiklerini gördüler. Öncüler ve izleyicileri, sığ körfezlerdeki istiridyeleri yağmaladılar. Uzun bir süre istiridye kaynaklarının hiç tükenmeyeceği sanıldı.<br /><br /> Ancak, talebin gittikçe artması XIX. Yüzyıl sonlarında istiridyelerin aşırı bir biçimde tüketilmesine yol açtı. Bu yüzden deniz tabanın boş kısımlarında koylarda istiridye yatakları oluşturuldu. Günümüzde Kuzey Amerika’daki istiridye kaynağının önemli bir bölümü özel yataklardan sağlanmaktadır. Japonya, Fransa, Hollanda ve öteki Avrupa ülkelerinde istiridye yetiştirilmektedir.<br /><br /> İstiridye yetiştiriciliğinde başarılı olmak için bu canlıların yaşam devresini iyi bilmek gerekir. Sözgelimi Ostrea Virginica türünün dişisi, Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarında yaşar ve yılda milyonlarca yumurta yumurtlar. Dişinin suya bıraktığı bu yumurtalar erkek istiridyelerin bıraktığı sperm hücreleri ile döllenir. Döllenen yumurtadan küçük bir larva çıkararak hemen yüzmeye ve birkaç gün sonra da kabuğunu geliştirmeye başlar. Bir hafta içinde kabuğu tümü ile oluşur. Suyun dibine inerek bir kayaya da kabuk gibi katı bir nesneye yapışır. Yavru istiridye burada büyüyerek olgun bir istiridye olur.<br /><br /> Dişi istiridyeler milyonlarca yumurta ürettiği halde istiridye sayısı sürekli artmamaktadır. Bunun nedenlerinden biri, bütün yumurtaların döllenmemesidir. İkincisi ise küçük larvaların yüzdükleri evrede balıklarca yenmesidir. Deniz dibine inip bir yere yapıştıklarında bile tam güvencede sayılmazlar. Kum yada çamur altında kalabilirler yada deniz yıldızı gibi doğal<br /><br />düşmanlardan kurtulamazlar. Tüm bunları atlatıp olgunlaşsalar bile bu kez, insanlar tarafından tüketilirler.<br /><br /> Üreme döneminde, istiridye yetiştiricileri, deniz yüzeyinin istiridye larvaları ile kaplı olduğu yerleri saptayarak. Deniz dibine kırık tuğlalar, kiremitler, boş kabuklar vb. yerleştirirler. Larvalar kabuk geliştirip dibe indiklerinde bu nesnelere yapışırlar. Bu nesneler daha sonra denizden çıkartılır ve istiridye yatakları olarak seçilen yerlere götürülür.<br /><br /> İstiridyeler genellikle dip zeminin sert çamurdan olduğu orta sığlıktaki sularda yetiştirilir. Böyle yerlerde istiridyelerin beslendiği mikroorganizmalar için gıda maddesi sağlayan deniz bitkileri olması gerekir. İstiridye yetiştiricileri kaygan çamur yada kum olan yerlerden, deniz yıldızı istiridyelerin öteki doğal düşmanlarının yaşadığı yerlerden ve kanalizasyon dökülen sulardan kaçınırlar.<br /><br /> Piyasaya sunulacak istiridyeler, sığ sulardan özel maşalarla toplanır. Derin sularda ise tarama aleti ile toplanır.<br /><br /> Fransa’da yavru istiridyeler kısmen kapalı büyüme havuzlarına götürülürler. Bu havuzlarda dalgaların girmesini sağlayan savak kapakları bulunur. Tümü ile büyüdüklerinde “Claries” adı verilen küçük havuzlarda semirilir.<br /><br /> Japonya’daki istiridye çiftlikleri genellikle sığ, az tuzlu sularda kurulur. Her çiftlik, bir bambu çiti ile birbirinden ayrılır. Yavru istiridyeler toplanarak bambu kamışlarına tutturulur ve yataklara atılır. Tam olarak büyüdüklerinde tutundukları bambu kamışları çıkartılır ve istiridyeler toplanır.<br /><br /><br />• Tarak<br /><br /> Bu Çift Kabukluların da pek çoğu yenilmektedir. En çok aranılan türlerden biri olan Mya arenaria, çok ince ve kırılgan kabuğundan dolayı yumuşak kabuklu tarak diye bilinmektedir. Avrupa’da ve Kuzey Amerika’nın Atlas ve büyük okyanus kıyılarında yaşar. Yumuşak kabuklu tarağa uzun boyunlu tarak adı da verilir. Boynu, birbiri ile birleşmiş ve üzerleri kalın bir deri ile örtülmüş boru şeklinde iki sifondan oluşur.<br /><br /> Bu tarak, dil biçimindeki ayağı ile çamurun yada kumun içine 7-10 cm derinlikte yuvarlar açar. Deniz yükseldiğinde hayvan beslenirken “boynu” kumdan dışarı çıkar. Deniz alçaldığında ise çamur yada kum üzerindeki çukurlar, tarağın kendisini gömdüğü yeri gösterir.<br /><br /> Sert kabuklu tarak (Venus mercenaria), pek çok yönden yumuşak kabuklu taraktan farklıdır. Kalın, katı kabuğu kirli beyaz renktedir ve üzerinde ortak merkezli daireler bulunur. Kabuğunun iç tarafı beyaz olup dış kenarlara doğru mor bir renk alır. Her iki Amerika anakarasında, kıyılarda yaşayan Kızılderililer, bu mor bölümü “wampum“ adı verilen para birimi olarak kullanırlardı. Sert kabuklu tarağa ayrıca küçük boyunlu tarak adı da verilir, çünkü yumuşak kabuklu taraklara göre sifonları oldukça kısadır.<br /><br /> Sert kabuklu tarak, Kuzey Amerika’nın Atlas okyanusu kıyısında çok miktarda bulunur. Kumda ya da çamurda açtığı 15 m derinliğe kadar yayılabilen yuvalarda yaşar. Kum ya da çamurun içinde büyük ayağı ile ilerler. Tarak avcıları çoğunlukla sandalla denize açılır ve tırmık ya da tarama aygıtı kullanarak sert kabuklu tarakları toplarlar. Yarım kabukları içinde çiğ olarak ya da kızartma ve sebzeli tarak çorbası halinde yenir.<br /> Tarak grubunun belki de en gösterişli üyesi, Büyük Okyanus’taki mercan adalarında bulunan dev tarak (Tridacna gigas)’tır. Çift kabuklu hayvanların en büyüğüdür. Kabuğunun uzunluğu 1 m’ye, ağırlığı ise 200 kg’a ulaşabilir. Yenilebilir bölümü 9 kg’ı aşabilir. Dev tarak kabuklarının kiliselerde vaftis kurnası evlerde bebek banyo küveti olarak kullanıldığı görülmüştür.<br /><br /><br />• Deniz Yelpazesi<br /><br /> Deniz yelpazesi adı verilen çift kabuklular, sığ sulardan açık denizlere kadar hemen her yerde yaşarlar. Kabukları yelpaze biçiminde olup kenarları kavisli ve yuvarlaktır. Kabuklarının birleştiği yerin her iki ucunda iki tane kanat benzeri çıkıntı vardır. Birleşme yerinden yaklaşık 20 tane çizgi çıkar ve dışarı doğru uzadıkça çizgi araları genişler.<br /><br /> Deniz yelpazesi özellikle yavru iken iyi yüzücüdür. Kabuklarını açıp kapattıkça püskürttüğü su, gövdeyi iter ve sıçrayarak ilerlemesini sağlar. Birçok deniz yelpazesi türünün gıda maddesi olarak değeri yüksektir. Gövdesinin ancak küçük bir bölümü olan, iki kabuğu bir arada tutan büyük kas yenir.<br /><br /><br />• Midye<br /><br /> Midyenin kama biçiminde siyah yada mavimsi bir kabuğu vardır. Byssus adı verilen bir iplik demeti, ayağın hemen arkasında bulunan bir bezin salgıları ile üretilir. Bu iplikler deniz suyu ile temas ettiklerinde sertleşir ve hayvanın kaya gibi sert bir nesneye sıkıca tutunmasını sağlar. İplik demeti hayvan tarafından koparılabilir. Bu durumda yerine yenisi çıkar. Böylece olumsuz koşullar doğduğunda yerini değiştirebilir.<br /><br /> Yenilebilir midyeler (Mytilus edulis), Avrupa2nın çeşitli bölgelerine dağılmıştır. Atlas Okyanusu kıyılarında ve Akdeniz’de bol miktarda bulunur.<br /><br /><br />• Teredo<br /><br /> Teredo (gemi kurdu), zararlı bir çift kabukludur. Deniz dibinde bulunan tahta parçaları içine yuva yapar. Kabuklarındaki ince çizgiler törpünün dişlerine benzer. Yumurtadan çıkar çıkmaz bir iskelenin, dalgakıranın ya da bir geminin karinasının tahtalarını bu çiftli törpüleri ile kazmaya başlar. Açtığı yuva derinleştikçe bunu inci benzeri bir sedefle kaplar. Kurt büyüdükçe uzun solucan benzeri bir hayvan halini alır. İncelen gövdesi, yuvanın en iç tarafındaki küçük kabukların büyümesini önler. Yuvanın dışına uzanan sifonları ile içeriye su ve besin maddeleri alır ve artıkları dışarı atar. Sifonlarını içeri çektiğinde gövdesinin arka ucunda bulunan iki plakayı kullanarak yuvanın ağzını kapatır.<br /><br /> Dışarıdan bakıldığında teredoların saldırısına uğramış bir tahta parçasında yalnızca birkaç küçük delik görülür. İçten bakıldığında ise bal peteğine benzer o kadar çok delik görülür ki, kimi zaman bunlar arasında kağıt inceliğinde bir tahta kaldığı saptanmıştır. Zamanla en sert tahtalar bile dağılır. Tahtaları teredolardan korumak için metal ya da beton kaplamalar kullanılır. Katran ruhu ile doyurulmuş tahtaların da teredoları uzak tuttuğu kanıtlanmıştır.<br /><br /><br /><br />KARINDAN-AYAKLILAR<br /><br /> Salyangoz, sümüklüböcek, deniz salyangozu, ve sarmal sedef kabuklu, yumuşakçaların karından ayaklılar sınıfında yer alır. Bu hayvanlarda da öteki yumuşakçalarda olduğu gibi bir ayak ve bir manto boşluğu bulunur. Baş gölgeleri çoğunlukla iyi gelişmiştir ve tek parçadan oluşan sarmal biçimli bir kabukları vardır.<br /><br /><br />• Salyangoz<br /><br /> Salyangozlar dünyanın her yerinde bulunur. Bazıları okyanuslarda, bazıları ise ırmak, göl ve benzeri tatlı sularda yaşarlar. Karada yaşayan sayısız salyangoz türü tropikal ormanlardan ılıman iklim kuşağının nemli bölgelerine dek uzanan geniş bir alanda bulunur.<br /><br /> Salyangozun başında bir ağız ve bir ya da iki çift dokunaç bulunur. Gözleri bu dokunaçların üstünde yada altında yer alır. Yassı gövdesi üzerinde sürünerek ilerler. Ayağında bulunan bazı salgı hücreleri, salyangoz süründükçe yeri yağlayarak ilerlemesini kolaylaştıran bir sümüksü madde de salgılar. Düzgünce bir zeminde ilerleyen salyangozun arkasından parlak bir iz bırakmasının nedeni budur. Hem ayağını hem de başını kabuğunun içine çekebilir.<br /><br /> Tatlı su salyangozlarının ve kara salyangozlarının tarih öncesi zamanlarda da insanlarca yenildiği sanılmaktadır. Günümüzde pek çok ülkede lezzetli bir yemek olarak kabul edilir. Piyasada çoğunlukla üretim çiftliklerinde yetiştirilen salyangozlar bulunur. En büyük üretim çiftlikleri Fransa, İtalya ve İspanya’dadır. 8 ile 9 m²’lik bir bölmede yaklaşık 10.000 salyangoz yetiştirilebilir. Salyangozlar et, sebze ve kepek ile beslenir.<br /><br /> Hayvanbilimde Buccinum undatum ve Littorina adı verilen deniz salyangozu türleri, Avrupa’da besin maddesi olarak tüketilir. Buccinum undatum çağunlukla Atlas okyanusunun kuzey kıyılarında bulunur. Besin maddesi ve morina avcılığında yem olarak kullanılır. Ilıman bölgelerde ve soğuk denizlerde de yaşar. Kayaların ve yosunların üzerine tutunur ve yosunla beslenir. Dişli dil adı da verilen uzun dili önemli bir özelliğidir. Bu dilde bir dizi keskin kavisli diş bulunur.<br /><br /> İstiridye matkabı adıyla bilinen salyangozun dişli dili çok gelişmiştir. Uzunluğu 2,5 cm’den az olan bu küçük canlı, istiridyenin kabuğunun birleştiği yere bir delik açar ve buradan avının yumuşak gövdesini emer. İstiridye yetiştiriciliğinin başlıca düşmanlarından biri, bu istiridye matkabı adı verilen salyangozdur.<br /><br /><br />• Sümüklüböcek<br /><br /> Sümüklüböcekler, salyangozların akrabalarından, 2-10 cm uzunluğunda, dış kabuksuz canlılardır. Kara sümüklüböcekleri nemli yerlerde yaşar. Taş altlarında, toprakta, deliklerde sıklıkla bulunur. Kimi zaman sebze bahçelerini sararlar. Deniz sümüklüböcekleri Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’da kıyı boyunca sığ sularda, kayalıklarda, yosunlar arasında yaşayan otçul hayvanlardır.<br /><br /><br />• Koni Kabuklu Salyangoz<br /><br /> Koni kabuklu salyangoz adı verilen karından-ayaklılar, sönmüş yanardağı andıran koni biçimli bir kabuğa sahiptir. Sığ sulardaki kayalara emici aykları ile öylesine sıkı sıkıya yapışırlar ki, dalgaların etkisi ile bile yerlerinden ayrılmazlar. Deniz yükseldiğinde, başlıca<br />besin maddeleri olan yosunların peşine düşerler. Beslenmeleri bittikten sonra tekrar kayalara yapışırlar. Dünyanın pek çok yerinde bulunurlar.<br /><br /><br />• Denizkulağı<br /><br /> Kabuğu, insan kulağına çok benzediğinden bu adı almıştır. Bunların büyük kabukları, özellikle pürüzlü dış yüzeylerinin cilalanmasından sonra süs eşyası olarak kullanılır. Uzakdoğu’da ve Amerika’nın Atlas Okyanusu ve Büyük Okyanus kıyılarında bulunur. Kıyıya yakın kayalar üzerinde yaşar ve yosunlar ile beslenirler. Rahatsız edildiklerinde şaşırtıcı bir kuvvetle kayaya yapışırlar. Etleri çoğunlukla güveç ve balıklı sebze çorbalarında kullanılır. Kimi zaman biftek şeklinde de pişirilirler. Uzakdoğu’da çoğunlukla kurutularak ya da tütsülenerek tüketilir.<br /><br /><br />• Sarmal Sedef Kabuklular<br /><br /> Sarmal sedef kabuklu salyangozlar, özellikle ABD’nin güney kıyılarında ve Batı Hint Adaları’nda çok bulunan bir karından-bacaklılar türüdür. Kabuklarının uzunluğu kimi zaman 25 cm’e ve ağırlıkları da 2,5 kg’a varabilir. Ayaklarında pençe benzeri uzantılar bulunur. Sıçrayarak hareket eder ve yakalanmamak için kimi zaman hızla dönebilirler. Kabukları nefesli saz, kabartma ve düğme yapımında kullanılır. Bahama Adaları’nda ve Florida açıklarındaki mercan adalarında besin maddesi olarak tüketilir.<br /><br /><br /><br /><br /><br />DİŞ KABUKLARI VE KİTONLAR<br /><br /> Scraphopoda adı verilen yumuşakçalar sınıfı, küçük bir grup olup yaklaşık 200 türü içerir. Bu türlerin çoğunda uzun, kavisli, gittikçe incelen fildişi rengindeki kabuk yabani domuz dişine benzer. Fildişi kabuklar adı verilen bir başka türün kabukları kavisli değildir. Dişli kabuklar genellikle çeşitli bölgelerde, oldukça derin sularda yaşarlar.<br /><br /> Kitonlar ve akrabaları Amphineura sınıfını oluştururlar. Kuzey ve Güney kutup bölgeleri dışında dünyanın hemen her yerinde bulunurlar. Kitonlar üst üste binmiş plakalardan oluşan bir kabuğa sahiptir. Büyük kitonlar yenilebilir;etlerine çoğu zaman deniz bifteği adı verilir. Bu sınıfın bazı üyeleri kabuksuz olup kurtçuğa benzer.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-44332895083361772572007-10-04T12:27:00.001-07:002007-10-04T12:27:48.038-07:00YUNUSLAR12.11.2000<br />Kaynak: Discovery Channel<br />Konu: Yunuslar<br /><br /><br /> Yunuslar, dişli balinalar grubundan memeli hayvanlardır. Bütün memeliler gigbi sıcakkanlıdırlar. Havanın oksijeniyle solunum yapar, doğurarak ürer ve yavrularını sütleriyle beslerler. Yunusların 40’ı aşkın türü vardır. Çoğu denizlerde, bazıları tatlı su göllerinde ve nehirlerde yaşarlar.<br /> Yunuslar eskiden suda yaşamıyorlardı. 60 milyon yıl önce yunusların ataları karada yaşıyorlardı. Bu evrimleşmeleri 20 milyon yıl sürdü.<br /> Bir tür olan şişe burunlu yunuslar, akıllı ve sevimlidirler. Hep gülüyormuş gibi görünürler, ama aslında bu onların ağız yapısından kaynaklanır.Kıyıya yakın, sığ bölgelerde yaşarlar.<br /> Güney Afrika’da Amazon Nehri’nde yaşayan yunuslar da vardır. Bunlar Botonlar ve Tipuşiler’dir:<br /> Botonlar, gri ve pembe rengindedir , büyük gruplar halinde yaşarlar.<br /> Tipuşiler ise 1.5 m civarındadır. Şişe burunlu yunuslara benzerler.<br /> Nehir yunuslarının (Botonlar ve Tipuşiler gibi ) kör oldukları sanılırdı, ama artık öyle olmadıkları biliniyor.<br /> Spinatan yunusları ise Hawai açıklarında yaşarlar, ince ve uzun burunları vardır. Yemeklerini yedikten sonra, kahverenkli, ince bir dışkı bırakırlar. Değişik türdeki balıklarla birlikte dolaşmayı severler.<br /> Yunuslar, yay gibi yüzmeyi severler. Bu yay yüzüşünü, milyonlarca yıldan beri yapmaktadırlar.<br /> Yunusların atlayışları ise, onların daha hızlı ilerlemelerini sağlar ve onların yaşamına eğlence katar.<br /> Bu oyuncu hayvanlar, değişik sesler çıkararak kendi aralarında konuşur. Bilim adamları, yunusların suyun altında nasıl iletişim kurabildiklerini anlamaya ve verilecek görevleri yerine getirecek biçimde eğitilmesine yıllardan beri çalışmaktadırlar.<br /> Ne yazık ki, yunusları ve diğer canlı türlerini, deniz kirliliği etkilemektedir. Sağlıklı ve mutlu bir yaşam için bu dünyadaki canlıları ve yeşili koruyup, sahip çıkmalıyız.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />21.11.2000<br />Kaynak: TRT 3<br />Konu: Vahşi ve tehlikeli Kaziranga National Park<br /><br /><br /> Bu belgesel, Kaziranga National Park’daki vahşi hayvanların ve oradaki hayvan koruyucularının yaşamını konu alıyor.<br /> Bu büyük ve vahşi parkta yaşayan hayvan koruyucularını iki farklı tehlike bekliyor. Birincisi; kaçak hayvan avcıları, ikincisi ise; korumak zorunda oldukları tehlikeli hayvanlar.<br /> Gergedanlar ve filler burada yaşamını sürdüren hayvanlardandır:<br /> Bir gergedanın ağırlığı iki tonun üzerindedir. Aslında çok hızlı koşarlar, saatte elli – altmış kilometre hıza çıkabilirler. Anne gergedanlar yavrularını takip edip onları korurlar. Gergedan boynuzlarının değeri, bir Hintli’nin hayat boyu kazanacağından daha fazladır. Bu boynuzlar kaçak avcıları cezbeder.<br /> Yavru bir fili büyütmek çok zordur; çünkü beş yaşına kadar günde iki litre süt ve sıkı bir bakıma ihtiyacı vardır. Filler, her ne kadar eğitilse de vahşi olanları büyük bir tehlikedir; çünkü bir fil saldırıya geçerse diğer filler de onu izler. Bu gibi durumlarda hayvan koruyucuları, filleri kuru sıkı ile korkuturlar.<br /> Bu parkta yüz elli civarında koruyucu evi bulunmaktadır. Koruyucuların basit ama rahatsız bir yaşamı vardır. Onlar, çevreden rahatlıkla yiyecek bulabilirler.<br /> Yıkanmaları ise pratiktir; kimisi nehirlerde, kimisi ise göllerde yıkanır. Buna karşılık, hayvan koruyucuları ailelerinden uzak bir erkek topluluğudur ve sosyal hayatları da yoktur.<br /> Parkı ziyaret eden turistler, kendileri için tahsis edilen yolları takip ederler. Ne yazık ki, bazen bu yolların dışına çıkan olur. Bu da onların vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğramalarına sebep olur.<br /> Bu parkta en fazla insan öldüren hayvanlar bufalolardır. Bufalolar, vahşi fillerin bile kaçtığı kuru sıkılardan korkmazlar. Bufalolar, kaplanlardan bile daha saldırganlardır.<br /> Hayvan avcıları ve hayvan koruyucuları arasında sık sık çatışmalar söz konusu olur. Avcılar genellikle yakalanır. Hatta bazen herşeylerini geride bırakıp kaçarlar. Kaçak hayvan avcılarının arkasında komisyoncular vardır. Bu işten gelir elde etmek isteyen komisyoncular,avcılara silah sağlarlar.<br /> Vahşi hayatı korurken insanlar, aslında kendi hayatlarının geleceğini garanti altına almaktadırlar.<br /><br />20.12.2000<br />Kaynak: Discovery Channel<br />Konu: Yeni dedektifler<br /><br /><br /> 27 Kasım 1992 gecesi, Hawai’de polise bir kaza bildirildi. Polis, olay yerine vardığında, yolun kenarında bir karavan buldu. Karavan sahibi eski bir polis olan Ken Madison’du ve şok geçiriyordu. Karısı İvon’un durumu daha da kötüydü ve çok fazla kan kaybediyordu, hastahanede öldü.<br /> Ken Madison’un ifadesine göre; karısı İvon bir tartışma sonucu kendini kaybederek hareket halindeki karavandan atladı. Ken, onu almak için karavanı geri geri sürerken onu ezdi. Daha sonra polisi beklerken karısını karavanın içine aldı.<br /> Bu olayda şüpheli bir durum yoktu. Ken, sadece az bir miktar para cezasına çarptırıldı. Fakat her olayda olduğu gibi olağan bir soruşturma yapıldı. Polis, olay yerinde değişik ipuçları buldu ve aracı incelemeye aldı. Mekanik incelemeler sonucu aracın alt kısmının neredeyse hasarsız olduğu tespit edildi. Karavanın içinde kan izleri vardı ve yukarılara, ön cama kadar sıçramıştı fakat aracın ön camında kan izleri bulunması anlatılanlara uymuyordu.<br /> Bu durumda adli tıp pataloğu devreye sokulacaktı ki, cesedin otopsi yapıldıktan 3 gün sonra yakıldığı öğrenildi. Ellerinde sadece hastane pataloğunun İvon Madison’dan aldığı doku örnekleri ve çektiği fotoğraflar vardı. Ceset adli açıdan incelenememişti.<br /> Bu hikaye giderek sevimsiz bir hal alıyordu. Ceset olmadığı için cinayet soruşturması açılamıyordu.<br /> Kan örneklerinin araştırılması için bir uzman bulundu. Bu kişi O. J. <br />Simson davasında da önemli bulgular ortaya koymuştu. Konusunda en iyisiydi. Sadece ellerini kullanarak kanı inceledi. Ona göre tüm kanlar <br />değişik izler bıraktığından olayda kullanılan silahın tipi ve şiddeti ortaya<br />konulabilinirdi. Bu durumda karavanın içinde ilginç şeyler olduğu kesindi.<br /> Camdaki kan izleri, Madison’un ifadesini, yani karısının camdan atladığını doğrulamıyordu. Kan uzmanı Lee, kanın dağılma yönünü belirlemek için karavanı inceledi. Lee’nin bulguları, kurbanın aracı terk etmeden önce bir darbeye maruz kaldığını gösteriyordu. Ayrıca, araştırmalar sonucunda Ken Madison’un karısının otomobil kazası sonucu hayatını kaybetmesiyle 675.000 dolar sigorta parası alabileceği ortaya çıktı.<br /> Aslında olayın meydana gelme şekli şöyleydi; İvon arabayı kullanırken kocası, İvon’un başına vurdu, sonra direksiyona geçti. Ken Madison,karanlıkta kanların cama sıçradığını fark etmemişti. Daha sonra kadını dışarı bırakıp karavanla ezdi ve tekrar karavana alıp polisi bekledi.<br /> Bu olayın ortaya çıkmasından sonra, Ken Madison ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.<br /> Bu basit fakat korkunç suç, adli tıp ve polisin üstün gayreti sonucunda ortaya çıkarılmıştı.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />15.01.2001<br />Kaynak: National geographic<br />Konu: Neandertallerin gizemi<br /><br /><br /> Son buzul dönemi sırasında Neandertal insanı ve çağdaş tip insan ortaya çıktı.<br /> Neandertaller, uzun yıllar mağaralarda yaşadılar. Cebelitarık’daki mağaralar, bunların yaşadıkları son yerlerdir. Burada 1848 yılında amatör bir arkeolog, bir Neandertal iskeletine rastlıyor.<br /> İlk başta bilim adamları, bunların düşünemeyen, hantal, iri insanlar olduklarını farzettiler. Ama son yıllarda ortaya çıkan bulgularla bunların doğru olmadığı anlaşıldı.<br /> İnsanlığın dört milyon yıllık tarihçesinde iki yüz bin yıl önce yaşamış bu ilk insanlar, çıkıntılı bir kafa tasına, çıkıntılı bir buruna, henüz tam oluşmamış çene kemiğine ve elmacık kemiklerinin olmadığı bir yüze sahiplerdi. Buzul çağında yaşamış olan bu insanların diş mineleri üzerinde yapılan araştırmalar bize onların açlıktan öldüklerine dair bilgi vermektedir. Şu anda bilim adamlarının ellerinde bütün halinde otuz kadar iskelet bulunmaktadır.<br /> Erkek, kadın, çocuk; hepsi yapı olarak sert insanlardır. Sert bir iklime uygun yapıları vardır. En belirgin özellikleri ise büyük ve geniş burunlarıdır.<br /> İyice kuzeyde, Avrupa ve Batı Asya’da yayılmışlardır. Kırk bin yıl önce ince insanlar, yani bizim atalarımız Avrupa’ya göç ettiler. Böylece farklı evrim sürecinden geçmiş iki insan türü birleşmiştir.<br /> Neandertallerin beyinlerinin nasıl çalıştığını anlamak için davranışlarına bakmak gerekir. Cebelitarık’ta, bir mağarada ilginç, küçük bir taş içinde kömür ve ocak bulunmuştur. Bu da onların burada konaklayıp ateş yaktıklarına dair bulgulardır. Yine burada bulunan bir kemiğin tazeyken kırıldığı ve hiç pişmeden, yani çiğ olarak yenildiği anlaşılmıştır.<br /> Oldukça kaba yaşam şekilleri olan Neandertaller, çok basit ama kullanışlı aletleriyle, pusu kurarak mızrak ile avlanırlardı.<br /> Irak’taki bir mağarada da Neandertal iskeleti bulunmuştur. En şaşırtıcı ayrıntı burada bir kadın, erkek ve çocuğa ait bir milyon yıl öncesinden kalma bir mezar bulunmuş olmasıdır. Bu mezarda polen lekelerine rastlanmıştır. Bu da bize Neandertallerin ölülerini gömüp yas tuttuklarını göstermektedir.<br /> Bilim adamları, onların duygusuz ve aptal olmadıklarını kabul etmektedir. Nesillerinin neden tükendiği ise henüz aydınlığa kavuşmuş değildir. Büyük bir ihtimalle Neandertaller, diğer insanlara karşı verdikleri savaş sonucunda yenilmişlerdir. Bu mağaralardaki duvar resimlerini Neandertaller ortadan kaybolduktan sonra bizim atalarımızın bıraktıkları biliniyor.<br /> Kas güçlerinin, beyin güçlerinden fazla olduğu bu insanların yaşam mücadelesi vermiş oldukları, ölüleri için yas tuttukları ve bu dünyamızda var oldukları biliniyor.<br /> Fakat nesillerinin neden tükendiği arkeologlar tarafından hala araştırılmaktadır.<br /><br /><br /> Aslında, arkeologlara hepimizin çok ihtiyacı var; çünkü onlar sayesinde birçok olay günışığına çıkartılıyor ve insanlar tarihleri hakkında birçok şey öğrenebiliyor.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />21.01.2001<br />Kaynak: Discovery Channel<br />Konu: Süper yarışçılar<br /><br /><br /> Dünyanın en ünlü yarışçılarından sayılan Michael Andretti’nin sürüş felsefesi saldırgan oluşu, önünde başka bir arabanın oluşundan nefret etmesidir. 1960 – 1990 yılları arasında kendisi gibi ünlü olan babası, büyük yarışlar ve şampiyonalıklar kazanmıştı. Bu nedenle ikisi, şimdi iyi bir ekip oluşturuyor. Babasının Michael’e önerisi ise; yapmak istediği bu işi ciddiye alması gerektiği ve bunu iyi yapması şeklinde olmuştu.<br /> Yarış öncesi yapılan testler, bir yarış kazandırabilecek niteliktedir. Motor, lastik, şase testleri yapılır. Araç, yarışa hazır oluncaya dek her türlü teknolojiden yararlanılır.<br /> Ancak bu spor dalı, pahalı bir spor dalıdır. Yarışa katılım maliyeti, yirmi beş bin – otuz bin dolar arasında değişir.<br /> Michael’in katıldığı bazı yarışların, anlamlı yarışlar olmasının sebebi babasının daha önce bu yarışlara katılmış olmasıdır.<br /> Michael, babasının kupa ve şampiyonluklarıyla büyüdü. Bu spora duyduğu ilgi dokuz yaşında, gokart kullanmakla başladı.<br /> Bir yarış arabasında uyulması gereken bir standart vardır. Araç yüz seksen kilogram, maksimum uzunluğu ise beş metre olmalıdır. Araçlar, 380 km/sa hıza ve sekiz yüz beygir gücüne ulaşabilir.<br /> Daha iyi arabalar üretebilmek için yeni yeni maketler hazırlanıp rüzgar tünellerinde denenir. Araçların rüzgar kanatları gibi kanatları vardır ama ters durur, bu yüzden arabadan çok uçak özellikleri taşırlar, airo dinamik özelliklere sahiptirler.<br /> Avusturalya’da yapılan bir yarışta Mario (Michael’in babası), yine başarılı bir yarışçı olan Christian Fitipaldi’nin yaptığı kazaya tanık oldu; birbaşka yarış arabasının Christian’ın tekerleğine değmesi, onun yoldan çıkmasına sebep oldu. Araba soldan sağa, daha sonra sağdan sola savruldu. En sonunda da duvara çarpıp havalandı. Yarışçıların böyle bir kazadan kurtulabilmeleri için aracın güçlü olması, çarpışma esnasında kazanın ciddiyetini hafifletmesi gerekir. Bunun için, yani enerjiyi boşaltabilmek için aracın parçalarının dağılması gerekir.<br /> Bu konuyla ilgili yapılan çalışmalar, bilgisayarlarla gerçekleştirilir. Kazaya sebep olabilecek tüm olasılıklar göz önüde bulundurularak daha iyi arabalar üretmek amaçlanmaktadır. <br /> Oval pistlerde sürücüye pek fazla iş düşmüyor, ancak şehir sokaklarında keskin virajlar olması sebebiyle bu oldukça farklıdır. Viraja girerken yavaşlamak, virajı aldıktan sonra ise hızlanmak gerekiyor. Bu nedenle, arka tekerleklere yumuşak süspansiyon, ön tekerleklere yumuşak süspansiyon yapılıyor.<br /> Laptop bilgisayarları sayesinde yüksek teknolojiden yararlanılıyor. Araçta bulunan kara kutu biilgisayara bağlanıyor ve bu sayede motor denetlenebiliyor. Örneğin; viraja girilecek hız ve bunun gibi önemli bilgiler tespit ediliyor.<br /> Bazen yağan yağmur, pistin ıslak olmasına neden oluyor, bu da tüm hesapların değiştirilmesini gerektiriyor. Aracın ıslak pistte kaymaması için daha fazla sürtünme sağlayacak derin çizgili lastikler kullanılması gerekiyor.<br /> Yüz bin kişinin ilgi gösterdiği bir yarışda 320 km/h hıza ulaşan arabaların birbirlerine yakın seyir etmeleri bir çok tehlikeyi beraberinde getiriyor. Ancak teknolojinin burada sağladığı imkanlar sayesinde sürücüler tehlikelere karşı uyarılabiliniyor. Örneğin; araçta baş gösterebilecek herhangi bir arıza önceden tespit edilip sürücüye bildirebiliniyor. <br /> Araba yarışı tehlikeli, pahalı ama aynı zamanda çok heyecan verici bir spordur. Amaç teknolijiden yararlanarak tehlikeleri azaltmak ve en iyisini başarmak.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />04.02.2001<br />Kaynak: Discovery Channel<br />Konu: İnsan klonlamasının ilki<br /><br /><br /> Klonlamanın hayvanlar üzerinde başarıyla uygulanmasından sonra tüm dünyada doktorlar, insan klonlama yarışına girdiler. İlk klon bebeğin birkaç yıl içinde dünyaya geleceği bildirildi.<br /> Bu konudaki çalışmalar ABD’de klonlamaya sınır getirmeyen bir eyalette devam etmektedir.<br /> Bir biyokimyager, klonlama için rutin bir tahlilde bebekten alınan kan ve doku örneklerini kullandıklarını açıklıyor ve birçok kadının klonlamada kullanılmak üzere yumurta vermeyi önerdiklerini belirtiyor.<br /> Klonlama işleminde, kadından alınan yumurtanın genetik yapısı siliniyor. Sonra çocuğun bir hücresinin çekirdeği izole edilip, genetik olarak içi boşalmış olan yumurtaya naklediliyor. Böylece döllenme sağlanıyor. Sonra da, yumurta kiralık annenin rahmine yerleştiriliyor.<br /> İnsan kopyalamasında Dolly adlı bir koyunun klonlamasındaki yöntem uygulanacak. Bu yöntemde çok sayıda düşük meydana geliyor, bu nedenle birden fazla kadının rahmine embriyon yerleştirilmiş olabileceği söyleniyor.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />19.02.2001<br />Kaynak: Discovery Channel<br />Konu: İnkalar<br /><br /><br /> And dağları’nın yüksek kesimlerinde yaşamış ve on iki. – on altı. yüzyıllarda büyük bir imparatorluk kurmuş olan Güney Amerika Yerli halkıdır. 16. Yüzyıldaki İspanyol istilasından önce, ortalama beş – on milyon nüfuslu ve çok iyi örgütlü bu imparatorluk, on dört. ve on beş. yüzyıllarda güçlenerek, topraklarını bugünkü Bolivya, Peru, ekvator ile Arjantin ve Şili’nin bazı bölümlerini içine alacak kadar genişletti.<br /> Cuzco vadisinde yer alan ve İnka İmparatorluğu’nun başkenti olan Cuzco, ‘‘Güneş’in kutsal kenti’’ olarak bilinirdi. İmparatora Tanrı gözüyle bakılır ve Güneş’in soyundan geldiğine inanılırdı. İmparatorun yaşam ve ölüm konusunda inanılmaz bir otoritesi vardı.<br /> Halk belirli bir yaşama ve çalışma düzenine uymak zorundaydı. Herşey devletindi. Çocuklar ve yaşlılar dışında herkesten çalışması beklenirdi. Tembellik ve insan onuruna aykırı davranışlar ağır biçimde cezalandırılırdı. Halk, ürettiklerinin belirli bir oranını imparatora ve rahiplere vermek zorundaydı.<br /> İnkalar, çatıları tahta kirişler üzerine saman örtülü, altın süslemeli büyük taş kaleler ve tapınaklar yaptılar. Cuzco kalesinin duvarları tonlarca ağırlıkta taşlardan yapılmıştı ve yüksekliği altı metreyi buluyordu. Başkentte yapılan büyük şenliklerde yağmur tanrısına lamalar ve insanlar kurban edilirdi.<br /> Eski Mısırlılar gibi İnkalar da ölülerini mumyalar ya da başka yöntemlerle korurlardı.<br /> İnka İmparatorluğu’nun kıyı halkı, bakırı döverek kaplar yapar veya eritilmiş metali kalıplara dökerek biçimlendirirdi. Kıyının kuzey kesiminde yaşayan halk ise, insan başı biçiminde çanak çömlek yapıyordu. İnkalar, basit tezgahlarda çok güzel duvar halıları ve yaygılar dokurlardı. Kemik ve bambudan flüt, toprak ve deniz kabuklarından borazan, bakır ve tunçtan çanlar yaptılar.<br /> İnkalar, düzgün ve geniş yollarını taşlarla döşediler, kayaları oyarak kısa tüneller, tahtadan köprüler yaptılar. Haberleşme sistemleri vardı, ulaklar haber taşırdı.<br /> Taş yontuculuğunda, üstün becerilerine karşın İnka’ların ne bir yazı sistemleri, ne de paraları vardı. İplere düğüm atarak hesap yaparlardı.<br /> Dünyada ilk patates üreticileri İnka çiftçileridir. Diğer ürünleri tatlı patates ve mısırdır. Domuz, ördek, köpek ve lama yetiştirirler, lama tüyünden dokumalar yaparlardı.<br /> On altı. yüzyılda iki kardeş arasında çıkan taht kavgası, imparatorluğu zayıflattı. İspanyollar, altın aramak için Peru’ya ayak bastılar ve imparatorluğu yöneten imparatoru öldürdüler. Başsız kalan ülkeye İspanyollar egemen oldular ve İnka İmparatorluğunun tüm topraklarını ele geçirdiler.<br /> Günümüzde yaşayan İnka topluluğu üç milyondan daha azdır. Bugün And dağları’nda yaşayan köylüler, İnkaların soylarından gelir. Bunlar Peru nüfusunun ortalama % kırk beşini oluştururlar.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />25.02.2001<br />Kaynak: Kanal D<br />Konu: Mısır Piramitleri<br /><br /><br /> Mısır Piramitleri, Ehramlar olarak da bilinir, çoğu ve Orta Krallık döneminde Mısır krallarının, diğer adıyla firavunların, mezarları üzerine yapılmış büyük, anıtsal yapılardır. Orta ve Güney Amerika’da Mayalar, Aztekler ve İnkalar tarafından benzer yapılar yapılmıştır ama gerçek piramitler Mısır’dadır. Piramitlerde genellikle taş ya da tuğla kullanılmıştır. Piramitler dörtgen bir taban üzerinde yükselirler. Üçgen biçimli dört kenar yüzeyleri, tepede bir noktada birleşir. Mezar taşı çoğunlukla piramidin üzerine oturduğu kayanın içine oyulmuştur.<br /> En tanınmış piramitler, Kahire’nin güneyinde, Gize’de bulunan üç piramittir. Bu piramitler İ.Ö 2575-2464 döneminden kalmıştır. En büyüğünü Firavun Keops yaptırmıştır. Keops piramidinin taban kenarları yaklaşık iki yüz otuz metre ve yüksekliği 146 metredir. Kayalık bir zemine oturan piramidin dış bölümü kireç taşı ve granitten yapılmıştır. Taş blokların herbiri ortalama üç ton ağırlığındadır ve iki milyon üç yüz bin taş blok kullanılmıştır.<br /> Piramidin yapımında kullanılan kayalar, Nil ırmağının karşı kıyısından getirilmiştir. Taş blokları çıkaran ve taşıyan kişiler, kendi adlarını kırmızı bir boya ile taşın üzerine yazarlardı. Bugün, bu yazılar hala okunabilmektedir. Taşlar, çok düzgün bir biçimde bakır aletlerle işlenirdi.<br /> Keops’un ardından Kefren ve Mikerinos tarafından yaptırılan öbür iki ünlü piramit, Keops’a göre daha küçüktür. Her üç piramit de yağmalanmış oldukları için içlerindeki eşyaların çoğu kaybolmuştur. 5. ve 6. hanedan kralları da Gize ve Abu Şir’de birçok piramit yaptırmışlardır. 11. ve 12. hanedan krallarının piramitleri ise daha çok Dahşur, Havara ve Lahun’da bulunmuştur. Bu dönemden sonra soylulara mezar olarak kullanılan piramitlerin yapımına son verildi. Mısırlılar, krallarını 18. hanedan döneminde başkent Teb yakınlarındaki Krallar Vadisi’nde kayalara oyulmuş mezar odalarına gömmeye başladılar.<br /> Bir zamanlar Nil ırmağının batı kıyısı boyunca birçok piramit yer alırdı. Bunların Eski ve Orta Krallık döneminde yapılmış olmaları ile mısırlıların Güneş tanrısı Ra’ya tapmaya ve ölülerini mumyalamaya başlamaları arasında bir ilişki olduğu sanılmaktadır. Eski Mısırlılar, ölen bir kişinin bedenini koruyarak, ona yiyecek ve içecek sunarak ölümden sonra yaşamasını sağlayabileceklerine inanırlardı. Mumyalama işlemi, cesedin çözülüp bozulmasını önlemek için bazı kimyasal maddeler ve sıvılar kullanılarak yapılıyordu. Mumyalanmış cesedin yanına yiyecek, süs takıları ve sevdiği başka eşyalar konulurdu. Ayrıca mezar duvarlarına çizdikleri resimler ve yazdıkları yazılarla ölüleri karşılaşabilecekleri tehlikelerden koruduklarına inanırlardı. Mumyalama işlemi tamamlandıktan sonra ceset, ahşap bir tabuta yerleştirilirdi, daha sonra lahit denilen taş tabuta konulurdu. Krallar için iç tabut gümüş veya altından yapılırdı. Bu, mısır mezarlarının sık sık soyulmasının da önemli bir nedeniydi.<br /> Ne yazık ki kral mezarları arasında bir tek Tutanhamon’un mezarı hemen hiç dokunulmadan ortaya çıkarılmıştır. Diğerlerinin yağmalanmış olmaları ise tarih açısından büyük bir kayıptır.<br /><br /> Bence bu tip olaylar hiçbir zaman olmamalı ve ülkelerin hiçbir tarihi eseri yağmalanmamalı, çalınmamalıdır.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-20815880689847778552007-10-04T12:26:00.001-07:002007-10-04T12:26:50.301-07:00yüzmenin tarihçesiyüzmenin tarihçesi<br />Suyun bir çok canlı için doğal yaşam çevresi olması ve yaşamın suda başladığı düşünüldüğünde,bilinen en eski çağlardan beri insanların suyla ilgilenmesi,yüzme ve banyo amaçları ile suyla ilişkide olmaktan zevk alması ve bu davranışlarına ilişkin bir kültür oluşturmuş olmasına hayret edilmemelidir.<br /><br />Hintlilerin dini amaçla oluşturdukları su kültürünün M.Ö.3000 yıllarına kadar uzandığı biliniyorsa da su ile ilgili yaşam biçimi kültürüne ilişkin en iyi korunmuş yapı örnekleri Ege uygarlılarına aittir.Bunun yanında Libya çölünde Sori vadisindeki mağara duvarlarından kazılarak elde edilen resimlerin incelenerek,bugünki kurbağalama stilindeki yüzüş şeklinin aynısı olduğu gözlenmiştir.Eski devirlere ait çok sayıda yüzme resimleri,yazılar ve hikayelere rastlarız.Pers Atina ve ısparta uygarlıklarının ve kabartma resimlerinin küçük yaştaki çocuklara yüzme öğretilme yoluna gidildiği yapılan araştırma ve kazılar sonunda öğrenilmiştir.<br /><br />Ayrıca Yunanlılar küçük yaştaki çocuklara yüzme öğretilmesini aile reislerine zorunlu kılmışlardır.Büyüyen çocuklar hem sağlıklı oluyorlar hemde askere alınınca orduya büyük fayda sağlıyorlardı.<br /><br />Osmanlılarda sınırlarının denize ulaşması ile büyük bir su kültürüne sahip olmuşlardır.Türk donanmalarının Akdenizi Türk gölü haline getirdiği ve Türk bayrağının Hint denizinde dahi dalgalandığı bu dönemde Türkler denizi her yönü ile tanımışlar ve yararlanmışlardır.<br /><br />Osmanlıların deniz sporu ile ilgili kaynakların bulunduğu bölgeler İstanbul daki Veliefendi çayırının bulunduğu sahil,Yalı Köşkü,Beylerbeyi,Kuleli,Göksu,Bebek,Fenerbahçe Burnu,Kalamış koyu deniz sporları denebilecek hareketlerin yapıldıkları yerlerdi.<br /><br />Evliye Çelebi'nin Seyehatnamesi'nden Kağıthane şenliklerinde yüzme yarışlarının yapıldığı anlaşılmaktadır.Ayrıca Osmanlı Donanmasındaki leventlerinde çok iyi yüzme bildikleri eldeki kaynaklardan tesbit edilmiştir. <br /> <br /><br />Krawl yüzme tekniğinin gelişimi <br />Sportif yüzmenin başlangıcında, İngiliz Yüzme Ekolü'nde yüzme teknikleri veya yarışlara katılımlarında herhangi bir kural sözkonusu değildi. Kurbağalamadan farklı olan yüzme şekillerine "serbest yüzme" adı verilirdi. Günümüzde bile, FINA'ya göre "serbest yarışlarda yüzücüler istediği yüzme stilini kullanabilirler. Ancak, ferdi ve bayrak karışık yüzmede, serbest yüzme, kurbağalama, kelebek ve sırtüstü dışında herhangi bir teknik kullanılabilir".<br /><br />1840-1850 yıllarında kurbağalama tekniğinden farklı olarak "över" yüzme tekniği geliştirilmiştir. Bu teknikte, vücut yan yatay pozisyonda olup, tek bir kol yukarıdan vücudun yanında bacaklara doğru suyu çekerek hareket ederdi, diğer kol ise sabit kalırdı. Bacak hareketi yan kurbağalama bacak hareketine benzerdi 1873 yılında "trudgeon" tekniği ilk defa uygulanmıştı. "Över" tekniğinden farklı olarak "trudgeon" tekniğinde her iki kol alternatif ve bacaklarla koordineli olarak hareket edip, daha büyük bir sürat yakalanabilirdi.<br /><br />Günümüzde kullanılan ve bildiğimiz krawl tekniği ilk defa 1897 yılında avustralyalı yüzücüler tarafindan uygulanmıştır. En başında, krawl tekniği özellikle yarışların bitiminde, hız kazanmak amacıyla kullanılırdı. Ancak 1911 yılında amerikan yüzücü Duke Kahenamoku 100 yards serbest yansında tüm yarış boyunca krawl tekniği kullanarak, dünya rekoru kırdı. Daha sonra 1922 yılında Johny Weissmuller krawl tekniğini kullanarak, 100 m serbest yansını bir dakikanın altında yüzdü. Weissmuller'in kullandığı teknik günümüzde "klasik" teknik olarak kabul edilir: 6 bacak vuruşuna 2 kol hareketi koordinasyonu kullanırdı; Vücudun suyun üzerinde yüksek bir pozisyonu vardı; Kolların kayma süresi uzundu; Kolun suyu çekme hareketi kısaydı. 1930 yıllarında, krawl tekniği Japon yüzücüler tarafından daha da geliştirilmiştir. Japonlar bacak hareketine daha çok önem verip, 1932 yılındaki Dünya Şampiyonasında 100 m serbest (0:58.2) dünya şampiyonu, Yasugi Miyazaki, iki kol hareketine on bacak vuruşu koordinasyonu kullanırdı.<br /><br />İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Japon ve Avustralyalı yüzücülerle rekabette olan Amerikalı yüzücüler, krawl tekniğini kol hareketi açısından geliştirdiler. Amerikalı uzmanlar kol hareketinde "omuz rotasyonu'nun önemini tespit ederek, kolun suyu çekme hareketinin daha uzun olmasına dikkat ettiler. Ayrıca, sprint krawl ve uzun mesafe krawl tekniklerinde farklılıklar ortaya çıkmaya başlamıştı<br /><br />Bilinen "bumerang krawl" tekniği Avustralyalı yüzücüler tarafından geliştirildi. Bu tekniğe göre, bacak hareketi sayısı azalıp, kol hareketi frekansı yükselir. Uzun mesafe krawl yarışında J. Comels 4 bacak vuruşuna 2 kol hareketi kullanarak, olimpiyat şampiyonu olmuştu. Kol hareketleri hızlı olduğundan dolayı, suyu çekme hareketi kısa olup ve pasif evrede kollar düzgün olmazdı. Kolların dirsekten sürekli fleksiyon yapması, kolu bir bumeranga benzetirdi.<br /><br />1976 yılında 100 m serbest yarışını 50 saniyenin altında yüzen Amerikalı Jim Montgomery'nin sprint krawl tekniğinin temelinde, uzun kol hareketleri ve 6-2 koordinasyonu bulunmaktadır.<br /><br /> • Krawl bacak hareketinin teknik uygulaması<br />• Aktif hareket: Bacak hareketi kalça ekleminden yapılır. Hareketin başlangıcında diz hafif bükülür ve parmak uçları sivri olup, içe doğru rotasyon yapar Dizin bükülmesi devam ederken, alt bacak ayakla birlikte aşağıya doğru bir "kırbaç" şeklinde hareket eder.<br />• Pasif hareket: Bacak geriye düz bir şekilde uzatılır ve topuk suyun üzerine çıkana kadar devam eder. Genel hatalar:<br />• Dizin bükülmemesi ve bacakların gergin olması.<br />• Dizin fazla bükülmesi.<br />• Bileğin hiperekstensiyon yapmaması ve bükülü olması. <br /><br /><br /><br /> • Krawl bacak hareketlerini öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında, ayakta tek bir bacakla hareketin uygulanması.<br />2. Suyun dışında, asılı pozisyonda, bacak hareketi uygulanması.<br />3. Bir cimnastik sırasında yüzüstü yatay pozisyonda, bacak hareketinin yardımla ve ferdi olarak uygulanması.<br />4. Havuzun kenarında oturarak, tek bacakla, daha sonra çift bacakla ve alternatif olarak bacak hareketi uygulanması. Bu aşamada oyun da düzenlenebilir: "En uzağa kim su atar?"<br />5. Havuzun kenarında yüzüstü yatay pozisyonda, tek bacakla ve daha sonra çift ve alternatif olarak bacak hareketinin uygulanması.<br />6 Suyun içinde, havuzun kenarını tutarak, eğiticinin yardımıyla ve daha sonra ferdi olarak bacak hareketinin uygulanması. <br />7. Suyun içinde, havuzun kenarını .tutarak ve nefes alıp-vererek bacak hareketinin uygulanması. <br />8. Duvardan iterek eğiticiye doğru bacak hareketi ile ilerleme <br />9. Tahta ile yüzüstü yatay pozisyonda ilk önce nefes almadan, daha sonra nefes alıp-vererek bacak hareketi ile ilerleme.<br />10. Mesafeyi arttırarak, tahta ile ve tahtasız olarak bacak hareketi ile ilerleme.<br />11. Kolları öne uzatarak veya kollar vücut yanında olarak bacak hareketi ile ilerleme.<br />12. Tahta ile veya tahtasız ayak paletleri ve bacak hareketleri ile ilerleme. <br /> <br /> <br /><br /><br /><br /> • Krawl kol hareketinin teknik uygulanması<br />Aktif hareket: Kolun suya girişi ve suyun tutulması evresinde, kol suya girerken yatay pozisyonda olup, önce hafif fleksiyon, suyun içinde ise ekstensiyon yapmalıdır. Kolun suyu çekmesi evresinde ise dirsek yavaş yavaş fleksiyon yapar ve üst kol omuzla 90 dereceli bir açı yapıncaya kadar kol suyu önden aşağıya geriye doğru çeker. Kolun suyu itmesi evresinde el, kalçaya doğru çekilir ve kol düzeltildikten sonra dışarıya doğru çıkartılır. <br /><br />Pasif hareket: Suyun itilmesinden sonra, kol sudan çıkar. Bu evrede dirsek hafif bükülü olmalıdır, çünkü bütün kolun gevşemesi gerekir. Pasif hareket aktif hareketin başlangıcına kadar devam etmektedir. <br /><br />Genel hatalar: <br /> <br /><br />• Kol suya girdiğinde düz, çok bükük veya başa yakın olması. <br />• Suyun çekilmesinin düz kolla yapılması. <br />• El bileği ekleminin gevşek olması. <br />• Suyu çekme hareketinin kısa olması. <br />• Pasif hareketin düz ve gergin kolla yapılması<br />• Pasif harekette kolun izlediği yolun suyla paralel olması (kolun yandan atılması).<br /><br /><br /> • Krawl kol hareketinin öğretiminde kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında, ayakta tek kolla suyu çekme hareketinin uygulanması.<br />2. Suyun dışında, ayakta tek kolla pasif hareketin uygulanması.<br />3. Suyun dışında, alternatif kol hareketinin uygulanması.<br />4. Cimnastik sehpası üzerinde yatay pozisyonda alternatif kol hareketinin uygulanması.<br />5. Havuzun kenarı bir elle tutulur, diğer kol hareketi uygular. Duvan tutan el değiştirilerek, hareket tekrarlanır.<br />6. Sığ havuzda, vücut belden bükülü olarak, yürüme ve kol hareketi uygulanması.<br />7. Yüzüstü yatay pozisyonda, bacak hareketi yapmadan, kol hareketinin uygulanması.<br />8. Yüzüstü yatay pozisyonda, 6 bacak vuruşuna bir kol hareketinin yapılması. <br />9. Mesafeyi arttırarak, bacak hareketi yapmadan, kol hareketi uygulanması.<br />10. El paleti ile krawl yüzme. <br /> <br /><br /><br /><br /> • Krawl yüzme tekniğinde nefes alıp-verme tekniğinin uygulaması<br />Krawl yüzmedeki vücut pozisyonu ve kol hareketinin ziklik hareketinden dolayı, uygun bir koordinasyon elde etmek için nefes almanın tek bir hareketle yapılması zorunluluğu vardır. <br />Nefes almak için başın uygun bir şekilde çevirilmesi şarttır, aksi taktirde vücut pozisyonu, kol hareketlerinin simetrisi ve bacak hareketlerinin planı bozulabilir ve bu şekilde yüzme randımansız bir hale gelebilir.<br />• Pozisyon: Baş suyun içindedir, gözler ileriye bakar (başın açısı 45 derece). Suyu çekme evresi boyunca nefes verilir daha sonra suyun itişini gerçekleştiren kolun tarafına doğru baş hafif eğilir.<br />• Nefes alma: Yüzün yarısı sudan çıktığında nefes alınır ve gözler sudan çıkmaya hazırlanan kola doğru bakar. Kol omuz hizasına geldiğinde nefes alma evresi sona erer ve başın pozisyonu vücudun pozisyonuna uygun hale gelir.<br />• Nefes tutulması: Başın vücut pozisyonuna dönmesinden sonra, kol suya girinceye kadar ve kolun "kayma" evresi bitinceye kadar nefes tutulur.<br /><br />Nefes alıp-verme evreleri süre olarak eşit değildir: En uzun süren evre nefes vermedir, nefes alma ve nefes tutma evreleri ise daha kısadır. Kol ve vücut hareketlerinde asimetrik bir durumun ortaya çıkmaması için, yüzmeyi yeni öğrenenlere her iki taraftan nefes almaları tavsiye edilir. <br /><br /><br /><br /> • Krawl yüzme yanş tekniklerinde dönüş tekniklerinin zaman içerisindeki gelişimi<br />Uygulama süresini azaltmak için zaman içerisinde yanş dönüşleri sürekli değişikliklere uğramıştır.<br /><br />Açıklanan ilk dönüş şeklinin çok basit bir karekteri vardı: Bir kol havuzun kenarından destek alıp, vücut yükseliyordu, daha sonra vücudun arkası havuzun duvarına doğru çevrilirdi ve duvardan ayaklarla iterek suyun altına girilip yüzmeye devam edilirdi.<br /><br />Krawl yüzme tekniğindeki ilk çağdaş dönüş ünlü Johnny Weissmüller tarafından 1922 yılında gösterilmiştir. Daha önceki bahsettiğimiz dönüşten farklı olarak, burada el sadece duvara dokunurdu ve duvardan destek alarak vücudun arkası duvara dönüyordu, daha sonra ayak tabanları duvara yerleştirilerek itiş yapılırdı. Kolun kenardan değil, duvardan destek alması, zaman kazanılmasını sağlardı.<br /><br />Yıllar boyunca bu dönüş kullanılmıştır, fakat daha sonra Uluslararası Yüzme Federasyonun getirdiği bir kural "duvara sadece elle dokunma"ya izin verdiğinden, süratli bir dönüş oluşturulmasına engel olmuştu. Bunun için 1965 yılında bu kural değiştirildi ve "duvara vücudun herhangi bir parçası ile dokunma" izin verilmeye başladığında, duvara elle dokunmak yerine, havuzun bitimine doğru bir takla ve ayaklarla duvara itme ile bir dönüş şekli meydana çıktı. <br /><br /> • Krawl yüzmede yarış dönüşünün teknik uygulaması<br />• Duvara hamle: Kolun suyu itişi bittiğinde, bir kol yukarıda, diğer kol ise vücut yanında kalır.<br />• Tam dönüş: Yukarıda kalan kol güçlü bir su çekişi yapar. Çene göğüse dayanır, dizler karına çekilir ve takla başlar. Takla atıldıktan sonra vücut 90 derecelik bir yana dönüş yapar, ayaklar duvardan destek alır ve dizler fleksiyon pozisyonundadır.<br />• Duvardan itiş: Dizleri düzelterek, bacaklar duvardan aldığı destekle güçlü bir itiş yapar ve yüzüstü pozisyonuna gelinceye kadar yana dönüş devam eder. <br />• Suyun içinde ilerleme ve çıkış: Duvardan itip bir süre kaydıktan sonra, bacak hareketi başlar. Kolun ilk hareketi ile birlikte vücut sudan çıkar ve yüzmeye devam edilir.<br /><br />Genel hatalar: <br />l. Taklanın havuzun duvarının çok yakınında yapılması.<br />2, Hamle yaparken kolun duvara değmesi.<br />3. Ayak tabanlarının havuzun duvarına yavaşça konması. <br /> <br /><br /><br /><br /> • Krawl yüzmede yarış dönüşünü öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında cimnastik minderi üstünde takla.<br />2. Suyun dışında cimnastik minderi üstünde takladan sonra duvara ayaklan koymak.<br />3. Suyun içinde kulvarda veya bir sopanın çevresinde takla.<br />4. Suyun içinde yüzerken, takla ve sırt üstü pozisyonuna gelme.<br />5. Duvarda takla ve sırt üstü pozisyonuna gelme.<br />6. Duvarda takla ve yön değiştirme.<br />7. Duvarda takla, yön değiştirme ve duvardan itiş.<br />8. Komple takla.<br /><br /> • Krawl yüzme yarış tekniğinde depar tekniklerinin gelişimi<br />Etkili bir depar için aranan ilk özellik iyi bir reaksiyon sürati ve beceridir. Zaman içerisinde baktığımızda, depar tekniklerini geliştirmek için ya çıkış sinyali ile uçuşun başlaması arasındaki süreyi kapatmak ya da suya girişte vücudun pozisyonunu uygun hale getirmek için çalışılmıştır<br /><br />Klasik deparda uçuşu gerçekleştirmek için bir yan çember üzerindeki kolların savrulması söz konusudur.<br />Deparın başka bir çeşidinde ise, kollann yaklaşık 360 derecelik bir daire hareketiyle, daha büyük bir hamle oluşturulmasına neden oluyordu. Ancak bu tür deparda hamle daha etkili olup, reaksiyon sürati azalır. Son 20 yılda ise, performans yüzücüleri kolların savrulmasını nerede ise sıfıra indirdiler, ve bu şekilde yeni dereceler elde edilmesinde önemli adımlar atıldı.<br /><br /> • Krawl yüzme yarış tekniğinde yarış deparı protokolünün meydana gelmesi<br />Uluslararası Yüzme Federasyonu'nün öngördüğü yanş deparının protokolü şöyle meydana gelmektedir:<br /><br />Depar hakeminin ilk sinyali ile yüzücü depar taşına çıkar ve lasın arka tarafında durur. Yüzücülerin hazırlık hareketleri butiğinde, depar hakeminin '"lake yonr marks" komutu ile tüm yüzücüler depar tayının ön tarafındaki depar pozisyonunu alır. Hiç hir yüzücüde hareket olmadığında, hakem çıkış sinyalini verir ve yarışma baylar. Uluslararası Yüzme Federasyonu 'na göre iki defa fodepar (yalnış depar) hakkı verilir. İkinci fodepar yapan herhangi hir yüzücü diskalifiye olur.<br /><br /> • Krawl yüzmede yarış deparın teknik uygulaması <br />• "Take your marks" komutunda: Yüzücü depar taşının ön tarafina yerleşir ve ayak parmak uçları ile taşın kenarını kavrar. Ayak topukları açık, vücut öne doğru fleksiyon yapar ve eller depar taşının kenarında, ayakların arasında yerleştirilir. Bu pozisyonda yüzücü çıkış sinyalini bekler.<br /><br />• Çıkış sinyali verildiğinde yüzücü ileriye ve yukarıya doğru bir atlama gerçekleştirir. Bu atlamada gereken güç bacakların taşı itişi ve kollar ile başın öne doğru savrulmasından meydana gelir.<br /><br />• Uçuş: Çıkıştan sonra vücut ilk önce yukarıya doğru, daha sonra suya paralel bir çizgi üzerinde ve en son aşağıya doğru ilerler. Suya girişte vücut düz olup, suya girme açısı 35 dereceden daha büyük değildir Suyun altında ilerleme: Suya girerken vücut aşağıya doğru bir yol takip eder. Bu evrede vücudun suyun yüzeyine çıkması için düz kalıp hareket etmemesi gerekir. Su seviyesine yaklaştığında, bacak hareketleri başlar, daha sonra kol hareketlerine başlanır. <br /><br />Genel hatalar:<br />1. Çıkış sinyalin gergin beklenmesi.<br />2. Ayak parmaklarının departaşı kenarına yerleştirilmemesi<br />3. Uçuş sırasında bacakların fleksiyon-ekstensiyon hareketi yapması<br />4. Başın geriye çekilmesi.<br />5. Suya girdikten sonra bacakların gergin olması ve harekete geç başlaması. <br /> <br /> <br /><br /> <br /><br /><br /><br /> • Krawl yüzmede yanş deparı öğretmek için kullanılabilen yardımcı egzersizler .<br />1. Dışarda depar evrelerinin uygulanması.<br />2. "Tavşan sıçraması" egzersizi.<br />3. Havuzun kenarında oturarak, kollar başın üstündeyken, suya düşme.<br />4. Havuzun kenarında, dizlerden çok fazla fleksiyon yaparak, kollar baş üstündeyken, suya düşme.<br />5. Havuzun kenarında, dizlerden çok fazla fleksiyon yaparak, kenarı iterek atlama.<br />6. Depar taşından dizlerden çok fazla fleksiyon yaparak, taşı iterek atlama.<br />7. Depar taşından geriden öne doğru kolları savurarak ve taşı iterek atlama. S. Depar komutlanyla çıkış yapılması. <br /><br /> • Krawl yüzmede hareket koordinasyonu<br />Önceki evrelerden geçtikten sonra, sporcu krawl yüzme tekniğini oluşturan en önemli unsurları öğrenmiştir Sıra bunların birleştirilmesine gelince, klasik krawl yüzme tekniğinde l kol zıklesınde 3 bacak vuruşu yapılır, yani bir çift kol hareketine 6 bacak vuruşu uygulanması gerekir.<br /><br />Burada bahsedilen koordinasyon birçok performans yüzücüsü tarafından kullanılır ve özellikle kısa mesafe (sprınt) yüzme ıçin idealdir Uzun mesafeli yüzmede ise, kol hareketi sayısı fazlalaştığından, bacak hareketi yetışememeye baslar, dolayısıyla bir çift kol hareketine 4 ve hatta 2 bacak vuruşu uygulanabilir Bu en son bahsettiğimiz koordinasyon turu yüzme öğretiminde tavsiye edilmez, çünkü yüzmeyi yem öğrenenler çok fazla güce ve güvene sahip değildirler <br /><br /><br /><br /> • Krawl yüzmede yüzme temposu kullanılması<br />Bir hareketin temposu birçok faktöre bağlı olarak meydana gelir Teknik (hareketin doğruluğu), somatik (uzun yüzücüler daha uzun, geniş hareket yaparlar) ve fiziki (daha büyük bir kuvvetin uygulanması hareketin suratini büyütür) Fakat su ortamında ilerleme hareketlerinin temposunun değerlendirilmesi zordur, çünkü su yeterince direnç sağlamadığından tempoyu yukseltıkçe ilerleme suratını de yükseltmek mümkün değildir Kısa mesafeli ilerlemede kuvvetin teknikle birlikte su yoğunluğunda "destek" bulabilmesine rağmen, uzun mesafelerde yüksek tempo hareketlerinin bozulması, yorgunluk ve randımanın düşmesine neden olmaktadır<br /><br />Diğer bir açıdan baktığımızda, kullanılan enerji hareketin yoğunluğuna bağlıdır, yani, yüksek bir tempo yüksek bir enerji harcamayı gerektirir, fakat bu daha yüksek bir sürat elde edileceği anlamına gelmez!<br /><br />Bu şartlar altında, tempo sorununu iyice incelemek gerekmektedir: Temponun yükseltilmesi enerji harcanmasını fazlalaştıracaktır ve sürate direkt ilişkili bir fayda sağlamayacaktır. Öte yandan, temponun düşürülmesi düşük bir enerji harcamasına yol açarken, sürate yine direkt ilişkili bir fayda veya zarar sağlamayacaktır.<br /><br />Sürati nasıl etkileyebiliriz, daha doğrusu süratin sabitliğini muhafaza etmek için hangi şartlara uyulması gerekir? İlk olarak vücudun, suyun içinde uygun bir pozisyonda durması gerekir. Böylece, Arşimet'in kuralına göre, vücut daha hafif olacaktır. İkinci olarak, düşük tempo kullanılmasının mantıklı olduğu kabul edilerek, süratin düşmesini engellemek için yapılacak tek şey, suyu çekme kuvvetini yükseltmek olacaktır.<br /><br />Bu prensipleri göz önünde bulundurarak, yüzme hareketlerinin "seyrek", "derin" ve "güçlü" olması gerektiğini söylenebilir. <br /><br /><br /><br /> • Kurbağlama yüzme tekniğinin gelişimi <br />Yuvarlak hareketler kullanarak suda ilerleme biçimi antik çağlardan tanınmaktadır. O zamanlara ait kaynaklardan, bu yüzme çeşidinin Mısırlılarda, Grekler ve Romalılarda kullanıldığı ispatlanmıştır.<br /><br />Yüzme öğretimi ile ilgili yazılan ilk kitapta (yazar Nicolaus Wynmann) kurbağalama yüzme tekniğinden bahsedilmektedir. Yazarın kurbağalamada kullanılan hareketleri bir kurbağanın hareketlerine benzetmesi, bizim bildiğimiz yüzme stilinden bahsedildiğine inandırmaktadır.<br /><br />XIX.Yüzyılda sportif yüzme ile ilgili ilk resmi bilgiler çıkmaya başladığında, kurbağalama hareketlerinin özellikle uzun mesafelerde kullanıldığı söylenmektedir.<br /><br />Bilinen en eski üzme tekniği olan, kurbağalama yüzme, Olimpiyat Oyunları programında ancak 1904 yılında , 440 yard yarışı olarak yer almaya başlamıştır. 1908 yılında 200 m yansı, 60 yıl sonra, 1968 yılında 100 m yarışı olarak hakettiği yeri alır.<br />1900-1930 yıllan arasında kullanılan kurbağalama tekniği çok ilkeldi: Vücûdun pozisyonu suyun yüzeyinde çok yüksekti, baş sürekli suyun dışında idi ve yapılan hareketler devamlı ve yuvarlak bir çizgi üzerinde oluşuyordu. Bu yılların en belirleyici kurbağalama tekniği Alnımı stili idi - Baş suyun üzerinde, hareketler geniş ve yuvarlak, fakat kol hareketlerin arasındaki kayma süresi ilerlemeye belli bir ritm vermekteydi. 1930 yılından sonra, yüzme kurallarındaki bazı yetersizliklerden faydalanarak, bazı kurbağalama yüzücüleri kolun suyu çekişinden sonra kollan sudan çıkarıyordu, bu da ilerlemeye önemli bir katkı veriyordu. İşte bu şekilde yeni bir yüzme tekniği meydana gelmiştir, o da kelebek tekniği idi. 1935 yılından itibaren kelebek tekniği kendine özgü bir statü kazanır ve bu şekilde klasik kurbağalama tekniği muhafaza edilir.<br /><br />İlerleme süratini yükseltmek için kurbağalama yüzücüleri tekniğe çok sayıda değişiklikler getirmeye çalıştılar. 1950-1957 yıllan arasında suyun altında kurbağalama tekniği geliştirildi. Buna göre suyun altında yüzücü nefes almadan birkaç kol ziklesi gerçekleştirirdi. Suyun altında kol hareketi kalçaya kadar uzatıldığından dolayı daha etkiliydi, bu şekilde de ilerleme sürati çok büyürdü. 1957 yılında uzun süreli nefessiz efor sağlığa zararlı olduğundan bu stil yasaklanmıştır. Bundan sonra, yüzme yarışlarında yüzücünün sadece depar veya dönüşten sonra suyun altında bir tek hareket yapmasına izin verilmiştir.<br /><br />1960 yıllarında Japon yüzücü Osaky'nin gösterdiği teknikte kolun suyu çekişi kalçalara kadar devam ederdi ve nefes hemen suyun çekişinden sonra gerçekleşirdi. Yuvarlak hareketin yerine düz ve uzun bir hareket yapıldığından dolayı ilerleme daha etkili oluyordu.<br /><br />Günümüzde kurbağalama tekniğinin yeni bir değişikliğine seyirci olmaktayız. Yeni teknikte nefes alındıktan sonra baş ve omuzlar hafif suyun altına batar, hareket sanki kelebek stilindeki yalpalanmayı andırır. Bu yalpalamanın sonucunda kollar daha kuvvetli çekiş yapabilirler. Bu yeni tekniğin büyük bir yetenekle uygulanması gerekir, aksi taktirde başın suya fazla batması diskalifiye cezasına yol açar. Omuz eklemi esnek olan yüzücülerde bu fazla bir sorun yaratmaz, çünkü onlarda gereksiz yere hareket etmek zorunda değildir.<br /><br /> • Kurbağalama bacak hareketinin teknik uygulaması<br />• Pasif evre: Bacaklar omuz genişliğinde açılır. Dizler fleksiyon yapıp, topuklar kalçaya çekilir. Bu durumda ayaklar suyu daha etkili bir biçimde itebilmek için, dışa doğru rotasyon yapar.<br />• Aktif evre: Dışa doğru çevrilmiş ayaklar yandan arkaya doğru suyu iter ve düzelinceye kadar devam eder. Bacaklar ve ayaklar düzelinceye kadar bu evre devam eder. Evrenin sonunda, bacaklar birleşir ve bir sonraki harekete başlamak için bir süre kayma pozisyonunda kalır. <br /><br /><br /><br /> • Kurbağalama bacak hareketim öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında, ayakta, bir bacağın Seksiyon yapıp, kalçaya çekilmesi.<br />2. Suyun dışında, ayakta, bir bacağın fleksiyon yapıp, kalçaya çekilmesi ve ayağın dışa rotasyon yapması. <br /><br /><br />3. Depar taşının üstünde yatarak, yardımla, ayakların dışa rotasyon yapması.<br />4. Asılı pozisyonda bacak vurma hareketinin uygulanması.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />5. Havuz duvarına yapışık olarak, ayakların kalaçaya çekilmesi ve dışa doğru rotasyon yapması.<br />6. Havuz kenarım tutarak, kurbağalama bacak hareketinin uygulanması.<br />7. Tahta ile kurbağalama bacak hareketinin uygulanması. <br />8. Tahtasız kurbağalama bacak hareketinin uygulanması. <br />9. Sırtüstünde kurbağalama bacak hareketinin uygulanması.<br />10. Mesafe arttırarak kurbağalama bacak hareketinin uygulanması. <br /> <br /> <br /><br />11. Kollar arkada birleşik, bacak hareketinin uygulanması. <br /><br /><br /><br /> • Kurbağalama kol hareketinin teknik uygulaması<br />• Aktif evre: Kollar düz olup, ileriye doğru bakar. Ellerin drşanya doğru rotasyon yapması ile birlikte, kollar dirsekten bükülür ve eller dirseğin altına gelinceye kadar suyu çekmeye devam eder. Bu pozisyondan sonra dirsekler hemen göğüs altında birleşir ve eller ileriye bakar<br /><br />• Pasif evre: Kollar omuzlarla birlikte öne doğru uzatılır ve tekrar eller ileriye bakar. Kollar düzelinceye kadar pasif hareket devam eder.<br /><br />Genel hatalar:<br />1. Kolun suyun çekme hareketinin geniş olması<br />2. Aktif harekete başlamadan önce ellerin bitişik olmaması<br />3. Pasif evrede dirseğin fleksiyonda olması. <br /><br /><br /><br /> • Kurbağalama kol hareketini öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />l Suyun dışında, ayakta vücut belden bııkulü olarak, kol hareketinin uygulanması.<br />2. Sığ havuzlarda, suda yürüme ve kol hareketinin uygulanması.<br />3. Bir yardımcı egzersiz yapan bacakları tutarken, kol hareketlerinin uygulanması.<br />4. Mesafe arttırarak kol hareketinin uygulanması.<br />5. El paletleri ile kol hareketinin uygulanması. <br /><br />6. Pull-buoy'la kurbağalama kol hareketi.<br /> <br /><br /> 7. Dolfin bacakla, kurbağalama kol hareketi uygulanması.<br /> <br /><br /><br /><br /><br /> • Kurbağalama yüzme tekniğinde nefes alıp-vermenin teknik uygulaması<br />Modern kurbağalama yüzme tekniğinde nefes alma kolun suyu çekmesinin son kısmında yapılmaktadır. İlerlemenin etkili olması için nefes alındığında başın suyun dışına çıkarılmaması gerekmektedir Gözle görülen baş kaldırılmasının ise, dirseklerin göğüsün altındaki birleşmesinden meydana geldiğinin bilinmesinde yarar vardır.<br /><br /> • Kurbağalama yüzmede hareketlerin koordinasyonu<br />Düzenli bir ilerleme sağlamak amacıyla, kurbağalama yüzmede kol hareketinin aktif evresinde, bacaklar düz pozisyonda olmalıdır, böylece vücut en uygun şekilde suyun üzerinde kayabilir. Bacak, hareketin aktif evresinde ise, kol, hareketin pasif evresinde olmalıdır. Çocuklara bu tür koordinasyonu anlatabilmek için, şöyle bir ifade kullanılabilir: "Kollar suyu bacaklara doğru "gönderir" ve bacak hareketi ancak suyun kalça seviyesine geldiğinde başlayabilir, çünkü yalnız bu şekilde suyu yakalayabilirler".<br /><br />Kurbağalama yüzme koordinasyonu diğer stillerdeki koordinasyona göre daha kolay öğrenilebilir çünkü bu koordinasyonda başın rahat bir şekilde suyun dışında çıkarılabilmesinden dolayı, nefes daha kolay alınabilmektedir. <br /><br /><br /><br /> • Kurbağalama yüzmede yüzme temposunun kullanımı<br />Genel olarak, günümüzde kullanılan kurbağalama yüzme tekniğinde, hem kol hem de bacak hareketinde yeterli bir kayma süresi verilmesi gerektiği tüm yüzme uzmanları tarafından kabul edilmektedir. İyi yüzücüler düzgün ve ekonomik bir ilerleme şekli sağlamak için kayma süresini nasıl kullanacaklarını iyi bilmektedirler. Düzgün teknik ve optimum tempo için bu kayma süresinin gözardı edilmemesi gerekir. Normal olarak, çok uzun bir kayma süresi ilerlemenin düzgünlüğünü ve süratini azaltır, aynı zamanda vücut pozisyonunda da istenmeyen değişiklikler meydana getirebilir.<br /><br /> • Kurbağalama yüzmede yarış dönüşünün teknik uygulaması<br />• Duvara yaklaşılması: Kurbağalama hareketleri ile ilerlerken, vücut dümdüz, baş hafif<br />yukarıya kaldırılmış, el avuçları aynı zamanda ve simetrik olarak<br />havuzun duvarına konur. <br /><br />• Dönüş hamlesi: El avuçları havuz duvarındayken, dirsekler fleksiyon yapar ve vücudun ağırlık merkezi destek yerine (havuz duvarı) yaklaştırılır. <br /><br />• Tam dönüş: El avuçları duvardan bir itiş yapar, vücut ve baş duvardan uzaklaştırılır. Aynı zamanda, omuzlar ve vücut bir yana dönüş gerçekleştirir ve yüzücünün yüzü ilerleme yönüne doğru çevrilir. Bu durumda, ayak tabanları duvara yerleştirilir, nefes alınır ve vücut suyun altına girer. <br /><br />• Duvardan itiş: Suyun altındayken dizler karına fleksiyon yapar ve dirsekler vücuda yakın durumdadır. Ayaklarla duvardan iterken, kollar ilerleme yönüne, öne doğru uzatılır ve baş kolların arasındadır. Suyun altındayken komple bir kol ve bir bacak ziklesi yapılabilir. <br /><br />Genel hatalar:<br />1. İki el avucunun duvara aynı anda değmemesi.<br />2. Dönüşten sonra vücudun suyun altına yeterince girmemesi.<br />3. Başın kollar arasında olmaması ve erken kaldırılması. <br /><br /><br /><br /> • Kurbağalama yüzmede yarış deparının teknik uygulaması<br />Kurbağalama yüzmede depar krawl stilindeki depara benzemek-cdir. Ancak suya girişi krawl tekniğinden farklıdır çünkü kurbağalamada suıyun altında yapılması gereken hareketlerden dolayı, vücudun suya daha derin girmesi gerekir. <br /><br />Genel hatalar:<br />1. Suya girerken, vücudun suyun altına yeterince girmemesi. <br />2. Suyun altındayken başın çok erken kaldırılması.<br /><br /> • Kurbağalama yüzmede depar ve dönüşten sonra suyun altında ilerleme evresinin teknik uygulaması<br />• İlk kayma süresi: Duvardan itilme sinden sonra vücut suyun altına gi rer. İlerleme süratinin azaldığını hissedince, kollar yukarıdan kalça lara kadar suyu çeker. Bu durumda, ilerlemeyi frenlememek için, çene göğüse yapışıktır.<br /><br />• İkinci kayma süresi: Su çekildikten sonra vücut bu pozisyonda bir süre ilerlemeye devam eder. İlerleme süratinin azaldığı hissedilince, kollar yukarıya kaldırılır ve bacak hareketinin başlama hazırlığı yapılır. Aynı zamanda, baş yukarıya kalkar ve gözler kolların kaldırılmasını izler.<br /><br />• Üçüncü kayma süresi: Kolların kal dırılmasından sonra, bacak hareketi yapılır. İlerleme süratinin azaldığı hissedilince ve başın bir kısmı suyun dışına çıktığı zaman, kurbağalama yüzme hareketleri yapılmaya başlanır ve nefes alınır.<br /><br />Genel hatalar: <br />1. Kol hareketinin bitimi ile bacak hareketinin başlaması arasında bir kayma süresinin gerçekleşmemesi.<br />2. Kol hareketinin kısa olması.<br />3. El avuçlarının kalçanın yanına getirilmemesi.<br />4. Kol hareketinin ya düz kolla ya da kolun fleksiyonda olarak yapılması. <br /><br /><br /><br />Kelebek yüzme tekniğinin gelişimi <br />Yüzme tekniklerinin arasında en yeni olan, kelebek yüzme, 1935 yılında Uluslararası Yüzme Federasyonu'nün kurbağalama - kelebek kural ayırımı yapıldığında meydana çıkmıştır.<br /><br />Aynı yılda ABD'de Amerikan antrenörün David Armbuster yüzücüsü Jack Sieg kelebek temellerini atmıştır. Jack Sieg ilk defa 100 yard kelebek mesafesini l :00.2 derecesi ile yüzmüştür, fakat tekniğin resmi bir dayanağı olmadığı için, bu derece kabul edilmemiştir.<br />1951 yılında kelebek tekniği Avrupa'da ilgi toplamaya başlamış ve 1953 yılında Uluslararası Yüzme Federasyonu yeni kelebek tekniğin resmi olarak kabul etmiştir.<br /><br /> • Kelebek bacak hareketinin teknik uygulaması<br />• Aktif hareketi: Hareket kalça ekleminden yapılır. Dizlerin bükülmesi ile birlikte, üst bacak suya iner ve ayak parmak uçları sivri olarak içe doğru rotayson yapar. İlerlemenin gerçekleşmesi için, alt bacak bir "kırbaç" hareketi yapar. Krawl stilinden farklı olarak bu "kırbaç" hareketinin daha kuvvetli olması gereklidir çünkü bu hareketten vücudun yukarıya kalkması için destek alınır.<br /><br />• Pasif hareket: Bacaklar düzeldikten sonra, gevşek bir şekilde yukarıya kaldırılır. <br /><br />Genel hatalar:<br />• Pasif harekette dizlerin fazla fleksiyon yapması. <br />• Aktif harekette dizlerin karına fazla çekilmesi. <br /> <br /><br /><br /><br /> • Kelebek bacak hareketlerini öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında, öne eğilerek bir yere tutunup, vücut esnetme hareketlerinin uygulanması.<br />2. Suyun dışında asılı pozisyonda, omuz ve belin esnetilmesi.<br />3. Havuzun kenarında oturarak, çift bacakla bacak hareketin uygulanması.<br />4. Havuzun duvarından iterek, tahtalı veya tahtasız kelebek bacak hareketleri ile ilerleme. <br />5. Havuzun kenarından iterek, sırt üstü yatay pozisyonda kelebek bacak hareketinin uygulanması.<br />6. Tahtalı veya tahtasız ayak paletleri kullanarak bacak hareketleri ile ilerleme. <br /> <br /><br /><br /><br /> • Kelebek kol hareketinin teknik uygulanması<br />• Aktif hareket 3 evreden oluşmaktadır: Kolun suya girişi ve suyun tutulması evresinde, eller dışa doğru rotasyon yapar. Kolun suyu çekme evresinde ise, kollar hafif yana açılır ve hafif dirsekten fleksiyon yaparak, suyu çekmeye başlar. Kolun suyu itme evresinde, kollar suyu bacaklara doğru iter ve vücudun yanına yaklaşıncaya kadar devam eder.<br /><br />• Pasif hareket: Kolun suyu itiş hareketi bittikten sonra kollar sudan çıkar ve hafif yandan bir yol izleyerek tekrar suya girer. <br /><br />Genel hatalar:<br />• Suyun çekişinin gevşek bilekle yapılması. <br />• Kol hareketinin kısa olması. <br /> <br /><br /><br /><br /> • Kelebek kol hareketini öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında, ayakta kol hareketinin uygulanması.<br />2. Suyun dışında, belden bükülü olarak kol hareketinin uygulanması.<br />3. Cimnastik sehpasında yatay pozisyonda kol çekme hareketinin uygulanması.<br />4. Sığ havuzlarda, kol hareketi yaparak 'dolfin atlaması.<br />5. Bir yardımcının uygulayanın bacaklarından tutarak, kol hareketini uygulanması.<br />6. Mesafenin arttırılarak, kol hareketinin uygulanması.<br />7. El paletleri ile kol hareketinin uygulanması.<br />8. Kurbağalama bacak hareketi ile kelebek kol hareketinin uygulanması.<br /><br /> • Kelebek yüzmede nefes alıp-verme tekniğinin uygulanması<br />Kurbağalama yüzme tekniğindeki gibi, kelebek tekniğinde de nefes alıp verme başın yukarıya kaldırılması ile gerçekleştirilir. Ancak, bazı yüzücüler yandan (krawl'daki gibi) nefes almayı tercih ederler. Nefes alma zamanı kolların aktif hareketinin bitiminde meydana gelir. Bu durumda, suyun itilmesi bittiğinde başın sudan kaldırılması için yeterince destek sağlanmış olur. Özellikle yeni başlayanlarda başın suyun dışına fazla çıkarılması ve dolayısıyla suya fâzla batması sık görülen bir hatadır.<br /><br /> • Kelebek yüzmede hareketlerin koordinasyonu<br />Kurbağalama yüzme tekniğindeki gibi, kelebek tekniğinde de nefes alıp verme başın yukarıya kaldırılması ile gerçekleştirilir. Ancak, bazı yüzücüler yandan (krawl'daki gibi) nefes almayı tercih ederler. Nefes alma zamanı kolların aktif hareketinin bitiminde meydana gelir. Bu durumda, suyun itilmesi bittiğinde başın sudan kaldırılması için yeterince destek sağlanmış olur. Özellikle yeni başlayanlarda başın suyun dışına fazla çıkarılması ve dolayısıyla suya fâzla batması sık görülen bir hatadır. <br /><br />Pratikte başka koordinasyon türlerine de rastlanır: İki kol hareketine 4 yalpalanma ve bir nefes hareketi veya bunların karışımı.<br /><br />Yüzmeye yeni başlayanlar yukarıda bahsedilen koordinasyonları gerçeklestiremiyorlar. Bunun için çocukların kullandığı koordinasyon bir kol hareketine bir yalpalanma hareketidir. Yalpalanma hareketi ise su çekimi bitiminde veya kolların suya girme sırasında değil, kolların suyu çekmesi esnasında gerçekleşir. <br /><br /><br /><br /><br />Sırtüstü yüzme tekniğinin gelişimi <br />Sırt üstü yatay pozisyonu kullanarak suda ilerleme en eski zamanlardan beri bilinmektedir. Sırtüstü yüzme hakkındaki ilk bilgiler 1538 yılında Nicolas Wynman'ııı "Colymbetes" adlı kitabında verilmiştir. Ayrıca, ünlü pedagog Guts Muths da sırtüstü yüzme tekniğinin özellikle cankurtarma için çok önemli olduğunu söylüyordu.<br /><br />Sportif açıdan sırtüstü yüzme tekniğinin kurbağalama yüzme tekniği ile birlikte, XIX. Yüzyılın ilk yarısında başladığı bilinir. Aslında, o zaman kullanılan teknik, kurbağalama tekniğinin sırtüstü versiyonuydu. Bu stilin gelişiminde İngiliz yüzme okulunun önemli bir katkısı vardır.<br /><br />Krawl yüzme tekniğinin ortaya çıkması ile beraber, krawl'da kullanılan hareketler sırtüstü stiline adapte edilmeye başlanmıştı. 1920 yılında Hebner adlı Amerikalı yüzücü bu yeni tekniği kullanarak 100 m sırtüstünü 1.12.2 derecesi ile yüzdüğünde, artık eski teknik (kurbağalama sırtüstü) performans yüzücülerinin ilgi alanından çıktı. Fakat yine, uzmanlar bu eski tekniğin cankurtannada kullanılan yüzme stillerinde yer almasının önemli olduğunu savunmaktadırlar.<br /><br />İlk başlarda, sırtüstü yüzme stili, ilkel krawl yüzme stiline çok benziyordu: vücut, tam olarak sırt üstü yatay pozisyonda değildi, baş ve omuzlar suda yüksek bir pozisyonda ve kol hareketleri suya çok yakın yapılıyordu. Bu nedenle vücut sürekli yalpalanıyordu ve bacak hareketleri ise kuvvetli ve dizlerden fazla fleksiyon yaparak meydana geliyordu. <br /><br />İlerleme süratinin yükseltilmesi, kol ve bacak hareketlerinin ritmi hızlandırılarak yapılıyordu.<br /><br />Japon yüzmesinin gelişim yıllarında (1930-1940) bacak hareketi mükemmelleştirildi. Bunun sonucu dizler fleksiyon yapmıyor ve bacak hareketinin genişliği azalıyordu. Yine Japon yüzücülerin getirdikleri bir yenilik olarak, vücut suda tamamen sırtüstü yatay pozisyonu alıyordu; Vücudun pozisyonuyla birlikte kolların suya girişi başın üzerinde ve suyun çekilişi daha derin yapılabiliyordu. Suyun çekilişinin daha derin yapılması kol hareketinin ritminin düşmesine ve bacak hareketinin ritminin yükseltilmesine yol açmıştır.<br /><br />Hemen hemen aynı yıllarda, Amerikalı antrenör Robert Kiphuth yeni bir teknikle Japonların üstünlüğüne son verdi. Kiphuth'un yüzücüsü olan Kiefer'in yeni tekniğinde kol tamamen başın üzerinde suya girmiyor ve suyun çekilişi o kadar derin yapılmıyordu. Aynı zamanda bacak hareketinin ritmi azaltılmış ve 6 bacak koordinasyon tekniği için ilk adımlar atılmıştır.<br /><br />1948 yılında Fransız yüzücü Georges Valery geliştirilmiş kol hareketi tekniğini göstermiştir. Yeni tekniğe göre suyu çekme sırasında el, ilerleme çizgisine paralel bir çizgi üzerinde hareket ediyordu: Düz olan kol omuzların ekseni ile aynı çizgi üzerine geldiğinde, dirsek flekisyon yapıyor ve bu şekilde meydana gelen hareket ilerleme yönüne paralel oluyordu.<br /><br />1956-1960 yılları arasında Australyalı yüzücüler de bazı değişiklikler meydana getirdiler: Bacak hareketi ritmi azalırken, kol hareketi frekansı yükseltildi.<br />Tekniğinin mükemmel leştin l m es i Amerikalı antrenör James Counsilmen'in yüzücüsü ve birçok rekora imza atan, Tom Stock'un katkısıyla devam etmiştir. Stock'un tekniğindeki yenilik omu. rotasyonuydu.<br />Bütün bu değişikliklerden faydalanan ve sırtüstü tekniğinin en son sekili veren Eski Doğu Almanya yüzücüsü Roland Matthes'in tekniğinde, vücut pozisyonu Kiefer tekniğinden, bacak hareketi Japon tekniğinden vo omuz rotasyonu Stock tekniğinden alınmıştır.<br /><br /> • Sırtüstü bacak hareketinin teknik uygulaması<br /> <br />- Pasif hareket: Bacak gevşek şekilde aşağıya doğru iner.<br />- Aktif hareket: Hareket kalça ekleminden yapılır. Diz hafif bükülürken, parmak uçları gergin ve içe doğru rotasyon yapar. Dizin suyun üzerine çıkmasına az bir mesafe kaldığında ise, alt bacak ve ayak yukarıya doğru bir "kırbaç" gibi hareket eder.<br /><br />Genel hatalar:<br />- Bacakların kalçadan karma doğru çekilmesi. <br />- Bacakların düz ve gergin olması. <br />- Dizin sudan çıkması.<br /><br /><br /> • Sırtüstü bacak hareketleri öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında, ayakla tek bir bacakla hareketin uygulanması.<br />2. Suyun dışında, asılı pozisyonda, bacak hareketi uygulanması.<br />3. Bir cimnastık sırasında sırtüstü yatay pozisyonda, bacak hareketi yardımıyla ve ferdi olarak uygulanması. <br /><br />4. Havuzun kenarında oturarak, tek bacakla daha sonra çift bacakla ve alternatif olarak bacak hareketi uygulanması. Burada oyun da düzenlenebilir "En uzağa kim su atar?"<br />5. Duvardan iterek eğiticiye doğru bacak hareketi ile ilerleme<br />6. Tahta ile sırtüstü yatay pozisyonda ilk önce nefes almadan, daha sonra nefes alıp-vererek bacak hareketi ile ilerleme.<br />7. Mesafeyi arttırarak, tahta ile ve tahtasız olarak bacak hareketi ile ilerleme.<br />8. Kolları öne uzatarak veya kollar vücudun yanma olarak bacak hareketi ile ilerleme.<br />9. Tahta veya tahtasız ayak paletleri kullanarak, bacak hareketleri ile ilerleme.<br /><br /> • Sırtüstü kol hareketinin teknik uygulaması <br /> <br />• Aktif hareket 3 evreden oluşmaktadır: Kolun suya girişi ve suyun tutulması evresinde, kol suya dışa doğru rotasyon yapıp, düz olarak suya girer. Bu pozisyonu koruyarak, 20-30 cm kadar suyun içinde harekete başlanır. Kolun suyu çekme evresinde, kolun hareket yönü ilerleme yönünün aksinedir. Dirsek fleksiyon yapar ve 90 derecelik bir açı oluşuncaya kadar harekete devam eder. Kolun suyu itme evresinde, su bacaklara doğru itilir ve kol kalçanın yanma gelinceye kadar devam eder.<br /> <br />• Pasif hareket kolun sudan çıkması ile başlar. Kolun havada izlediği yol suya dikeydir ve kol başın arkasında uzatıldıktan sonra, dışa doğru rotasyon yapar ve tekrar suya girer. <br /><br />Genel hatalar:<br />1. Kolun yana atılması veya dirsekten fleksiyon yapılarak suya girmesi.<br />2. El bileğinin gevşek tutulması.<br />3. Suyu çekme evresinde kolun düz olması.<br />4. Suyu itişin kısa olması.<br />5. Kolun suya başın arkasında değil, yandan girmesi.<br /><br /><br /> • Sırtüstü kol hareketinin öğretiminde kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında, ayakta tek kolla hareketin uygulanması.<br />2. Suyun dışında, ayakta ahernatif olarak kol hareketinin uygulanması.<br />3. Cimnastik sehpasında yatay pozisyonda kol hareketinin uygulanması.<br />4. Suyun dışında, ayakta bir kol yukarıda, diğer kol kalçanın yanında olarak, aynı anda kolların pozisyonunu değiştirme.<br />5. Sırtüstü kayma pozisyonunda, her iki kol yukarıda olarak, tek kolun hareketi uygulaması.<br />6. Sırtüstü kayma pozisyonunda, her iki kol vücudun yanında olarak, tek kolun hareketi uygulaması.<br />7. Sırtüstü kayma pozisyonunda, bir kol yukarıda, bir kol vücut yanında, kolların aynı anda pozisyonu değiştirmesi.<br />8. Mesafeyi arttırarak kol hareketi.<br />9. El paletleri ile kol hareketi uygulanması.<br /><br /> • Sırtüstü yüzme tekniğinde nefes ahp-vermenin teknik uygulaması<br />Sırtüstü pozisyonunda baş sürekli suyun üzerinde olduğu için, nefes alıp-vermede fazla problem yaşanmaz. Uzmanlara göre, en iyi nefes alma aralığı, bir kolun sudan çıkması ile diğer kolun sudan çıkması arasındaki zamandır.<br /><br /> • Sırtüstü yüzme yarış tekniğinde dönüş tekniklerinin zaman içerisinde gelişimi<br />Sırtüstü yüzmedeki dönüş teknikleri zaman içerisinde, krawl teknığindeki gibi çok değişikliğe uğramıştır. 1935 yılına kadar sırtüstü dönüşü krawl dönüşü gibi yapılırdı, yani havuzun kenarından bir kolla destek alarak vücudun yönü değiştiriliyordu, Japon yüzücülerin geliştirdiği teknikte, dönüşten önce kol duvardan destek alıyor, ilk önce yüzüstüne bir yan dönüş daha sonra öne bir takla ile tam dönüş gerçekleştiriliyordu. 1976 yılında Amerikalı yüzücüler "tabak dönüşü" uyguladılar. Zaman kazanma açısından ve basitlik olarak bu dönüş o zamana kadar kullanılan en etkili, teknikti.. Dönüşten önce kol su seviyesinin altına yerleştiriliyordu, dizler karına çekiliyordu ve yana bir dönme gerçekleştirerek, ayaklar duvara yeleştiriliyordu. 20 yıl sonra I988'de, yıllar boyunca kullanılan "tabak dönüşü "nün yerini "takla dönüşü" aldı.<br /><br /> • Sırtüstü yüzmede yarış dönüşünün teknik uygulaması<br /><br />• Duvara hamle: Dönüş bölgesine geldiğinde, yüzücü dönmek istediği tarafa kolunu atar ( sol kol, sağa dönmek için, sağ kol, sola dönmek için). Bu hareketle birlikte vücut 180 derecelik bir yana dönüş gerçekleştirir ve krawl stilindeki takla pozisyonuna gelir.<br /><br />• Tam dönüş: Çene göğüse yaklaştırılır, dizler hafif fleksiyon yapar ve taklaya başlanır.<br /> <br />• Duvardan itiş: Takladan sonra vücut sırt üstü pozisyonuna gelir ve ayaklar duvardan iter. <br />• Suyun içinde ilerleme ve sudan çıkış: İtişten sonra bacaklar birkaç dolfin hareketi yaparak, hız artışı sağlanır. Dolfin hareketi bittiğinde, ayak vuruşu ile ilk kol atılır ve suyun yüzeyine çıkılır.<br /><br /><br /> • Sırtüstü yüzmede yarış dönüşü öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında cimnastik minderi üstünde takla.<br />2. Suyun dışında cimnastik minderi üstünde takla, sonra duvara ayaklan koymak.<br />3. Suyun içinde kulvarda veya bir sopanın çevresinde takla.<br />4. Suyun içinde, yüzerken takla ve sırtüstü pozisyonuna gelme.<br />5. Duvarda takla ve sırtüstü pozisyonuna gelme.<br />6. Duvarda takla ve yön değiştirme.<br />7. Duvarda takla, yön değiştirme ve duvardan itiş.<br />8. Komple takla.<br /><br /> • Sırtüstü yüzme yarış tekniğinde depar tekniklerinin gelişimi<br />Uluslararası Yüzme Federasyonu'nün öngördüğü sırtüstü yarışlarının suyun içinden başlaması kuralı, deparın birleşimlerine fazla değişiklikler getirilememesine yol açmıştır. İlk başlarda sırtüstü depan basit bir arkaya bırakılma ile yapılıyordu. Daha sonra, deparın yüksekliğini etkileyecek hareketler aranmaya başlandı, fakat yüksek bir depardan sonra suya fazla batma sözkonıısu olduğu için, bu yöntem çok fazla başarılı olamadı. Günümüzde vücudu suyun üzerinde yükseltebilecek hareketlerden sakımimaktadır. Dolayısıyla, günümüzde kullanılan sırtüstü deparında vücut ileriye atılır ve uçuş sırasında mümkün olduğu kadarı ile suyla paralel olmasına dikkat edilir.<br /><br /> • Sırtüstü yüzme yarış tekniğinde yarış depan protokolü<br />Yüzücüler yarışacaktan kulvarların başına gelirler. Hakemin verdiği düdük sesi ile birlikte, yüzücüler suya atlar ve depar taşının alt tarafında bulunan kolluğu tutarlar Kurallara göre, suya girme ve kulluğu tutma zamanı suya adaptasyon sağlamak için kullanılabilir. Çıkış komutu beklerken, vücut gevşek, ve ayaklar havuzun duvarından destek alır. "Take your marks" komutu ile kollardan fleksiyon yapılır ve vücut öne çekilir. Çıkış sinayli verildiğinde yanşa başlanır.<br /><br /> • Sırtüstü yüzme yarış deparın teknik uygulaması<br /> <br /> <br /> <br /> <br />• "Take your marks" komutunda yüzücü ayak tabanlarını havuzun duvanna yerleştirir, vücût kollardan öne çekilir ve vücudun ağırlık merkezi sudan çıkar.<br /><br />Çıkış sinyali verildiğinde yüzücü arkaya doğru bir atlayış uygular. Ayaklar duvardan destek alır, duvarı iter ve baş arkaya doğru çekilir. Kollar arkaya savrulur. Uçuş: İtişten sonra vücut suyla paralel olarak ilerler ve kalçalardan ekstensiyon yapılır. Arkaya atılan baş öne doğru çekilir ve bu şekilde vücudun suya fazla batması engellenmiş olur.<br />Suya giriş: Hafif ekstensiyon yapan vücut yaklaşık 30 derecelik bir açı ile suya girer ve suyun altında yapılan birkaç dolfın bacak vuruşuyla hız kazanmaya başlanır.<br /><br /><br /> • Sırtüstü yüzme yarış deparını öğretmek için kullanılabilen egzersizler<br />1. Suyun dışında bir cimnastik barını tutarak, dizlerden fleksiyon yapılması.<br />2. Suyun dışında ayakta, kollan yandan yukarıya savurma hareketi.<br />3. Suyun dışında çömelmiş pozisyonda, kolların yandan yukarıya doğru savrulması ile birlikte fırlatma.<br />4. Havuz kenarında çıkış evrelerinin öğrenilmesi.<br />5. Havuz kenarında, depar taşına çekilerek, hamle hazırlık hareketlerinin öğrenilmesi.<br />6. Suyun altında sırtüstü kaymanın öğrenilmesi.<br />7. Suyun altında sırtüstü kayma ve dolfin bacak hareketlerinin öğrenilmesi.<br />8. Yanş deparının uygulanması. <br /><br /> • Sırtüstü yüzmede hareket koordinasyonu<br />En çok kullanılan koordinasyon, krawl'daki gibi, 6 bacak vuruşuna bir çift kol hareketidir.<br /> <br /><br /><br /><br /><br />Antrenman kuralları<br />1-Isınma<br />Yavaş yapılan egzersizlerde kişilere ısınma gereksizmiş gibi görünür, oysa yapılan bilimsel araştırmalarda görülmüştür ki ısınma yapan bir kişinin antreman içersinde veya yarışma içersinde performansı çok daha iyi olmuştur.<br /><br />Yüzmede yapacağımız egzersizlerde su dışında 10-15 dk genel açma germe mahiyetindeki jimnastikle başlar, sonra suda ısınma yüzme mesafesi verilerek tamamlanır. Bu mesafe kişinin durumuna göre değişiklik göstermektedir.<br /><br />2-Esas devre<br />Yüzme programlarında temel kural, yavaş ve gittikçe gelişen bir çalışma şeklinde olmalıdır. Eğer yoğun ve hızlı çalışmaya girersek; göğüste bir sıkışma yada ağrı, soluk almakta aşırı yoğunluk,gözlerde kararma midede bulanma görülebilir. Bu gibi durumlarda çalışmayı hemen kesmek gerekmektedir. Burdan anlaşılırki antreman ağır gemiş olup vucudumuzu zorlamış olmaktayız. <br /><br />3-Soğuma devresi<br />5-10 dk lık bir soğuma programı kalbin dinlenme için yükünü azaltır. Kanın kalbe geri dönmesine adalelerin harekete yardımcı olur. Birdenbire durulduğu zaman dalelerde ani durur yani kan dolaşımı için adalenin kalbe yardımı kesilir. Adeledeki fazla kan birikimleri ise,kalbin dolayısıyla beynin yeterli oksijeni alamamasıyla sonuçlanacaktır.kalpte kanın azalması istenmeyen durumlar yaratabilir.<br /><br />Vucut iyice soğumadan sıcak duş yapılmamalıdır ve saunaya gidilmemelidir. Adalelerin ani durdurulması ve daha sıcak bir ortama girilmiş olması kılcal damarların genişlemesine kanın vucudun çeşitli bölgelerinde toplanarak kalpten uzak kalmasına neden oluyor. Oysa soğuma egzersizleri kan dolaşımının normale dönmesini ,vucudun soğumasını, hiçbir sakıncalı duruma olanak vermeden sağlar.<br /><br />Yıkanma ise hemen soğuma dönemini izlemelidir. Egzersizle soğumadan sonra ılık suyla yıkanmalıdır. Sıcak suyla yıkanmada terleme devam eder, hatta artabilir. Soğuk suyla yıkanmada adalenin normal soğumasını gereksiz yere hızlandırır. Suyun altında uzun süre kalmaya gerek yoktur, hafif bir sabunlanma yada silinme, terin vucuttan<br />alınması için yeterlidir.<br /><br />Ayrıca yıkanma biter bitmez yeniden terlemeye neden olabilecek kalın şeyler giyilmemeli vücut ve saçlar iyice kurutulmalıdır.<br /><br /><br /><br />• Beslenme durumu<br />Yemeğin üzerinden en az iki saat geçmeden çalışma yapılmamalıdır. Yemekten sonra yaklaşık bir buçuk saat kan beyin ve kalpten uzaklaşır. Herhangi bir kalp sorunu olanlar için yemek üstüne çalışma yapılması tehlikeli olabilmektedir. Bu tehlikeli durumlar kalp sorunu olmayanlarda da gözükebilmektedir.Yalnız şunu unutmamak lazım "yemek" dediğimiz bir lokma birşey demek değildir. Az ve sulu besinler içecekler, karbonhidratlar) yenildiğinde iki saat beklemeye gerek yoktur.<br /><br />Aç karnına çalışmanın hiç bir zararı olmaz.Sabah çalışmalarında başlangıçtan 10-15 dk önce meyve suları içilebilir.<br /><br />Çalışmalar esnasında vucudun su gereksinimini karşılamak çok önemlidir. Ter yoluyla ve diğer yollarla yitirilen su, karşılanmazsa baş ağrısı bitkinlik , genel bir isteksizlik gibi sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu bakımdan susadıkça yeterince su veya egzersiz esnasında bir yudum şeklinde içilebilir.<br /><br />Egzersiz anında çok fazla su içilmesi midede gereksiz şişlik ve performansı bozucu rahatsızlık yapabilir.<br /><br />Egzersizden hemen sonra çok aşırı soğuk şeyler içilmemelidir. Terle kaybedilen tuz, yeterli beslenme ile yerine konulabilir. Aşırı sıcakta ve çok su kayıplarında tuzlu şeylerin yenilip içilmesi yeterli değilse tuz tabletleri ile takviye yapılmalıdır. <br /><br /><br /> <br /><br />YÜZMENİN KAS-İSKELET SİSTEMLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ :: <br /> • Kas gerilebilme ve kasılabilme yeteneğine sahip liflerden oluşur. <br />Kas dokusu üç'e ayrılır.<br /><br />1- İskelet Kasları (İstemli Kaslar)<br />Vücudu harekete geçiren kaslara iskelet kasları denir. Antrenman yolu ile oluşan değişiklikler en belirgin şekilde iskelet kaslarında görülür. İskelet kasları hareket için güç sağlarlar ve vücut kaslarının 7/8'ini oluştururlar. Genel olarak bir kasın % 75-80'i sudan, % 18-20'si proteinden, geri kalan bölümü ise karbonhidrat, lipit (yağ), mineral ve non-proteik azottan oluşmuştur. Kasta % 0.5-1.5 oranında glikojen şeklinde bulunan karbonhidrat, bilindiği gibi, organizmanın en önemli enerji kaynaklarından biridir.<br /><br />İskelet kasları, beyaz ve kırmızı kaslar olarak iki gruba ayrıLırlar. Beyaz kaslar (Fast-Twitch muscle fibers ya da kısaca FT), kırmızı kaslara (Slow-Twitch muscle fibers ya da kısaca ST) oranla daha çabuk kasılırlar ve uzun süre iş yapmayı gerektirmeyen görevlerde yer alırlar. ST-liflerinin çevrelerinde kılcal damar çoktur. Aerob metabolizmayı kullanırlar.<br /><br />2- Düz Kaslar (İstemsiz Kaslar)<br />İç organlarının yapısında yer alırlar ve uzun süreli düzenli faaliyette bulunurlar. İsteğimiz dışında çalışırlar.<br /><br />3- Kalp Kasları (İstemsiz Kaslar)<br />Kalpte bulunan ve uzun süreli düzenli faaliyette bulunan kas tipidir. İsteğimiz dışında çalışırlar. <br /><br /> • Kasların Yapısı ve Bazı Özellikleri<br />1. Kasın başlangıç noktası olan "origo" sabittir. Bir kas, kasın sonlandığı nokta olan "instersiyo"yu kendine doğru çekerek hareket eder.<br />2. Kasın gövdesi, kas liflerinin demetler halinde "sarkolemma" adı verilen zarlar tarafından sarılması ile oluşur.<br />3. Tendon, kasın kemiğe yapıştığı bölümdür.<br />4. Kaslar, antagonistleri (zıt etki yapanları) ile birlikte çalışır. Yani, kasın birisi gevşerken, zıttı kasılır. Kas kasılırken sadece çekebilir, hiçbir zaman itemez.<br />5. Kasın kasılması yapılan işe eşittir. Bu iş için gerekli enerji, karmaşık tepkimeler sonucu elde edilir.<br />6. Kas hücrelerin yakıtı glikojendir (glikozun kaslardaki depo şekli). Glikojenin yanması için oksijene gereksinim vardır. Aerobik yolla yapılan çalışmalarda 1 mol glikozdan 38 mol ATP'lik enerji elde edilirken, anaerobik yolla yapılan çalışmalarda 1mol glikozdan 2 mol ATP'lik enerji elde edilir.<br />7. Bu enerji: ATP'nin ADP'ye dönüşmesi ile elde edilir.<br />8. Anaerobik olarak glikozun laktik asite dönüşümünde kas önemli rol oynar.<br />9. Kasın tonusu; kasın bazı liflerinin, ani hareketlere cevap verebilmesi amacıyla sürekli olarak hafif kasılı durumda olmasıdır. Tüm iskelet sistemi kaslarının belirli bir tonusu vardır.<br /><br /> • Slow Twitch ve Fast Twitch Liflerinin Özellikleri<br />Çabuk kasılan (Fast Twitch, FT) kas lifleri adını saniyede 30-50 kez kasılabilme özelliğinden alır. Yavaş kasılan (Slow Twitch, ST) kas lifleri ise saniyede 10-15 kasılır ve adını bu özelliğinden alır.<br /><br />Çabuk ve yavaş kasılan kas lifleri arasındaki en önemli fark bu kasların dayanıklılık ve güç üzerindeki etkilerinden ileri gelir. <br />Yavaş kasılan kas lifleri aerobik metabolizma için daha fazla kapasiteye sahip olduğundan daha fazla "dayanıklılık" özelliğine sahiptir. Çabuk kasılan kas lifleri ise enerjiyi, anaerobik yoldan kazanma yeteneğine sahiptir. Ancak, aerobik metabolize özelliği açısından sınırlı kapasiteye sahip olması bu kasların daha çabuk yorulmasına neden olur.<br /><br />Yavaş kasılan kas liflerinin daha fazla aerobik kapasiteye sahip olması aşağıdaki faktörlerden ileri gelir:<br />1. Yavaş kasılan (ST) kas lifleri daha çok mitakondri ve mitakondri içine yerleşmiş aerobik enzimlerin aktivitesine sahiptir.<br />2. Yavaş kasılan kas liflerinin miyoglobin içeriği hızlı kasılan kas liflerinden 2.5 kat daha fazladır.<br />3. Her ST lifi etrafında daha çok kapiller (kılcal damar) vardır. Böylece, oksijen liflere geçiş oranı ve artık ürünlerin de liflerden uzaklaştırılma oranı artar.<br />4. ST lifleri daha fazla yağ içerdiğinden, yağ metabolizmasında görevli enzimleri da daha fazla içerirler. Böylece, glikolizis (glikojenin yıkılması yani parçalanması) yanında, yağ metabolizması da önem kazandığından kas glikojeni korunmuş olur.<br /><br />Çabuk kasılan kas lifleri (ST) ise aşağıdaki nedenlerden dolayı daha fazla anaerobik kapasiteye sahiptir: <br />1. İki tip kasta da ATP ve glikojen içeriği (oranı) birbirine yakın olmakla birlikte, çabuk kasılan kas lifleri daha fazla kreatin fosfat (CP) içerirler ve ATPCP reaksiyonundan "enerjinin açığa çıkmasından gerekli olan enzimlerin aktivitesi" daha fazladır. Bu durum, çabuk kasılan FT liflerinin hangi nedenle çalışmanın (antrenmanın) ilk 10-20 saniyesinde daha çabuk kasıldığını açıklamaktadır.<br />2. Anaerobik glikolizis için gerekli olan enzimler, yavaş kasılan (ST) kas liflerine oranla daha aktiftir. Bu du rum, FT liflerinin maximum hızda daha uzun periyotlar için kasılmalarını sağlar.<br />3. FT lifleri, ST liflerine göre % 12 oranında daha fazla protein ve daha büyük oranlarda sarcoplasmik ka yum (Ca++) içerirler. Fazla Ca++, daha uzun bir zaman diliminde daha fazla kasılmayı sağlar.<br /><br />Kasların çoğu, hem hızlı hem de yavaş kasılan liflerden oluşur. ST ve FT liflerinin yüzdesi kasın yaptığı işe göre değişim gösterir. Örneğin, ayakta durmayı sağlayan kaslar (postural kaslar) daha çok ST lifi içerirler ve daha kırmızı lar. Hexor kaslar, daha fazla FT lifi içerirler ve pembe renklidirler.<br /><br />Bir kişinin çeşitli bölgelerdeki hızlı ve yavaş kasılan kas lifi oranlan değiştiği gibi, bu oranlar kişiden kişiye değişiklik gösterir. Bu değişiklikler bazen çok fazla olabilmektedir. Örneğin, bir kişideki bazı kaslar % 80 ST lifi içerirken bir diğerinde aynı kas grubu % 80 FT lifi içerebilmektedir. Uzmanlar, fazla miktarda FT lifine sahip kısa mesafe koşucalarının daha avantajlı olduğunu belirtmektedir. Diğer taraftan, dayanıklılık gerektiren uzun mesafe yarışmalarında bu sporlar dezavantajlı duruma düşmektedirler. Dolayısıyla, genel olarak, ST lifi oranı fazla olan atletler uzun mesafelerde avantajlı, kısa mesafelerde (sprint) dezavantajlı olacaklardır. Lif oranlarının birbirine yakın ya da eşit olduğu kişiler (ki çoğunluk bu özelliği taşır) orta mesafelerde başarı gösterirler. Yapılan araştırmalar, bazı spor dallarında da bu teorileri doğrulamaktadır.<br /><br /><br /><br />:: YÜZMENİN KALP-DOLAŞIM SİSTEMLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ :: <br /> • Kalp-dolaşım sistemi üzerine etkileri<br />Antrenmanlar ile kalbin dakika volümünü arttırmak mümkündür. Bu artışın gerceleşmesi maximal ve submaximal yapılan yüklenmelerle mümkündür. Yapılan araştırmalar kalbin dakika volümünü arttıran en iyi yolun submaximal (%70 ve altı) yüklenmeler olduğunu ortaya koymuştur. Kalbin dakika volümünün artması, dokuların oksijen ihtiyacının karşılanması bakımından çok önemlidir. Bu sebeple orta ve uzun mesafe yüzücülerin bu özelliğini geliştirmeleri önemlidir.<br /><br />Bilindiği gibi, kalbin dakika volümünün artması, öncelikle atım volümünün (her atımda pompalanan kan miktarı) ve de kalp atım sayısının artırılması ile olanaklıdır. Su içindeki yatay pozisyon, kalbin atım volümünün ayakta duruşa oranla daha iyi olmasını sağlar. Çünkü, bu pozisyonda, kalbin kan ile doluşu daha iyi olur. Su içinde, suyun kaldırma kuvveti yerçekimine karşı koyar. Bu konumda kalp, kanı yer çekimine karşı atmak zorunluğunda kalmaz. Ayrıca, suyun kaldırma kuvvetinin yer çekimini karşılanması ve suyun alt ekstremitelere uyguladığı hidrostatik basınç, havada dik durumda iken karşılaşılan "Kanın alt ekstremitelerde toplanma eğilimini" elemine eder. Diğer taraftan, su içinde kalp, ısı düzenlemesine yardım amacıyla deriye fazla kan göndermek zorunda kalmaz. Bu kan çalışan kaslara aktarılır.<br /><br />Özetlersek, yüzücülerdeki dolaşım diğer spor dallarındaki sporculara oranla farklılıklar gösterir. Bu durum, su içindeki vücudun yatay pozisyonda olmasına bağlıdır. Bu pozisyonda kalp kan ile tamamen dolar ve sonuçta kalbin tek bir kasılışında daha fazla kan vücuda pompalanır.<br /><br /> • Düzenli antrenmanların kalp üzerine yaptığı olumlu etkiler şunlardır.<br />1. Antrenman ile kalp odacıklarının hacmi büyür. Kalp odacıklarının büyümesi ile kalbin içine aldığı kan miktarı artarken, dakika volümü artar. İyi antrene edilmiş sporcularda kalbin yük altında bir dakika içinde pompalandığı kan miktarı 35-40 litreye kadar çıkabilmektedir.<br />2. antrenman sonucunda, kalp kaslarında "hipertrofi" denilen gelişme, kalınlaşma, kuvvetlenme meydana gelir. Bu gelişmelerle kalbin pompalandığı kan daha güçlü bir şekilde organizmaya dağılır.<br />3. Düzenli antrenmanlar sonucunda kalbin ağırlığı, "büro kalbi" denilen 250-300 gramdan, sporcu kalbi denilen 450-500 grama kadar artar. Bu büyümeye paralel olarak, kalbin bir defada dışarıya pompalandığı kan miktarı "büro kalbi" ne sahip bir kişinin pompalandığı kan miktarının yaklaşık iki katı kadardır.<br />4. Kalp, antrenman ile daha ekonomik çalışma yeteneği kazanır. Normal bir kişinin kalbi dinlenme sırasında ortalama 60-70 kez atarken, bu atış sayısı antrenmanlı kişilerde 50'nin altındadır.<br />5. Kalp kaslarındaki kılcal damarların çaplan antrenmanla genişler. Bunun sonucunda, kalp kaslarına gelen oksijen miktarı artar. Daha fazla kan ve daha fazla oksijen ortamında çalışan kalp, yükleme sırasında zorlanmadan çalışır.<br />6. Kalp, her atışta içinde bulunan tüm kanı dışarıya atmaz. Atılmayan ve kalpte kalan bu miktara "hazır depo" denir. Ani yüklemelerde, kalpteki hazır depo miktarı ile organizmaya daha fazla kan pompalanır. Bu ise, ani yük altında bile organizmanın gerekli enerji ve oksijene sahip olmasını, dolayısıyla da güç veriminin artmasını sağlar.<br />7. Antrenmanlı sporcularda, kalp atım sayısı yükleme sonrası hızla normale döner. Yorgunluk belirtileri daha çabuk ortadan kalkar.<br /><br /><br /> <br /><br />:: YÜZMENİN SOLUNUM SİSTEMLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ :: <br /> • Solunum sistemi üzerine etkileri<br />Temel görevi, kana oksijen vermek ve kandaki karbondioksiti almak olan solunum sistemi, ağızdan ve burun dan başlayarak akciğerde sonlanır. Ağızdan ve burundan alınan hava "trakea" adı verilen ve havanın iletilmesini sağlayan boru yoluyla akciğerlere gelir. Akciğerlere gelen ve akciğerlerin yapısında bulunan "alvoel"lere (hava kesecikleri) yerleşe havada % 14-15 oksijen ve % 4.9-6.9 oranında karbondioksit vardır. Çevresi kılcal damarlarla sıkı bir şekilde çevrilmiş ola alveollerle kılcal damarlar arasında gaz alış verişi olur. Gaz değişimi diffüzyonla meydana gelir. Örneğin, vennler (toplara mar) içinde akciğerlere gelen karbondioksitten zengin kan, akciğer yapısındaki alveol keselerine geçerken burada bulunaı oksijen de kana geçer.<br /><br />Eritrosit içinde dokulara gelen oksijen il bağlanmış hemoglobin molekülü, oksijenini aktif dokulara verir. Bu alışveriş ise aşağıdaki şekilde belirtilmiştir. Antrenmanlar sırasında organizmanın oksijen gereksinimi ortar. Bu artışa paralel olarak, bu gereksinimi karşılayacak dolaşım ve solunum sistemlerinin de bu duruma fizyolojik bir uyum göstermesi gerekir. Dokuların oksijene olan gereksinimi arttıkça, solunum sisteminin organizmaya soktuğu oksijen miktarı ve bu oksijeni dokulara taşıyacak olan dolaşım sisteminin faaliyeti artar.<br />Dinlenme durumunda bir kişi dakikada 12-16 kez soluk alırken, atrenmanlar sırasında solunum frekansı 40-50'y kadar çıkabilir.<br /><br />Kişinin bir dakikada aldığı hava miktarı ise o kişinin dakika başına solunum volümünü (hacmini meydana getirir.<br /><br />Dakika Başına Solunum Volümü= (Bir Solukta Alınan Hava Miktarı) x (Bir Dakikadaki Solunum Sayısı)<br /><br />Dinlenme durumundaki bir kişinin dakika başına solunum volümü 5-8 litre/dk. civarındadır. Bu miktar, yük altında 120 It./dk.'ya, bazı durumlarda da 140 It./dk.'ya kadar yükselebilir.<br /><br />Fiziksel çalışmalarda bir taraftan solunum volümü, diğer taraftan da solunum frekansının artırılmas ile solu-num-dakika volümü artırılmış olur.<br /><br />Oksijen Tüketimi (Kullanımı)<br />Vital kapasite, mümkün olduğu kadar çok havayı akciğerlere alabilme yeteneğidir. Oksijen tüketimi (kullanımı) ise, kasların ve diğer dokuların oksijen gereksinim miktarını göstermek için kullanılan bir terimdir. Bu tüketim, bir dakikada vücuttan dışarı atılan oksijen miktarının, aynı sırada vücuda giren oksijen miktarından çıkarılması ile labaratuvar ortamında ölçülür. Bu iki ölçüm arasındaki farklılık kaslar tarafından kullanılan oksijen miktarını verir.<br /><br />Oksijen kullanım kapasitesi sınırlıdır. Bu sınırlı kapasiteye; maksimum oksijen kullanım kapasitesi denir ve kısaca VO2 max olarak gösterilir. Bilindiği gibi, oksijen kullanım kapasitesinin yüksek olması dayanıklılık gerektiren yüzme mesafeleri için çok gereklidir. Oksijen kapasitesi fazla olan yüzücüler, genellikle, dayanıklılı gerektiren yarışmalar daha iyi performans gösterirler. Bu konu, anaerobik eşit noktası kavramı işlenirken daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır<br /><br />VO2 max miktarı; yetişkin bayanlar için 2 It./dk., yetişkin erkekler için 3 It./dk. civarındadır. Yetenekli bayan sporcularda bu miktar 4 It./dk.'dan fazladır. Yetenekli erkek sporcularda ise maksimum oksijen tüketimi 5 It./dk,'dan fazladır.<br /><br />VO2 max ve VO2 'nin ml./kg./dk. cinsiden ifade edilmesi vücut ağırlığından meydana gelecek yanlılığı ortadan kaldırır. Örneğin, daha fazla kas yapısına sahip olduğu için dakikada 4 it oksijen tüketen iri yapılı bir sporcunun, kaslarının her kilogramına göndereceği oksijen miktarı; aynı oksijen tüketim kapasitesine sahip ve daha küçük vücut yapısına sahip bir sporcunun kaslarının her kg'ma göndereceği oksijen miktarına oranla daha azdır. Bu nedenle, VO2 max'm vücut iriliğine (ağırlığına) orantılı olarak ifade edilmesi, sporcunun dayanıklılık kapasitesinin daha doğru ölçülmesini sağlar. Örneğin, oksijen tüketim kapasitesi 4.2 litre/dk. (ya da 4200 ml./dk.) olan bir kişinin ağırlığı 70 kg. ise, bu miktarın kg.'a bağlı ölçeği 4200/70=60 ml.Ag./dk. olur.<br /><br />Bu göreceli VO2 max değeri kadın ve erkeklerde sırasıyla ortalama olarak 35-45 ml.Ag./dk. civarındadır. Elit yüzücüler arasında yapılan çeşitli araştırmalarda bu değer 48-72 ml./kg./dk. arasında bulunmuştur. Bu ortalama VO-max de değerleri dayanıklılığı yerinde sporcularda 60-80 ml./kg./dk. civarındadır.<br />VO2 antrenmanlarla geliştirilebilir. Ancak, kalıtım bu gelişmeyi sınırlayan bir etkendir. Bu ise, dayanıklılık gerektiren mesafe yüzmelerinde kalıtımın performansa etki etmesi demektir. Bir antrenman döneminde mutlak VO_ max'm (It./dk.), % 10-20 civarında arttığı görülmektedir. Göreceli VO2 max (ml./kg./dk.), aşırı yağların antrenmanlar yoluyla atılması durumunda % 20-40 civarında artabilmektedir. Ayrıca, kalıtımsal olarak maximum oksijen tüketim kapasitesi yeterli olanlar doğal bir avantaj elde etmektedir. Yüzücülerin maksimum oksijen kullanım kapasitesi (VO2 max), akış hızının kontrol edilebildiği özel havuzlarda ölçülebilmektedir.<br /><br /><br /> <br /><br />:: YÜZMENİN VÜCUDUMUZA YARARLARI :: <br /> • Yüzmenin insan sağlığına faydaları<br />Düzenli olarak yapılan egzersizin insan sağlığına olumlu katkıları vardır.Düzenli bir şekilde egzersiz yapanlarda sigara ve alkol içme alışkanlığı ve aşırı şişmanlık oldukça az görülmekte .Gençliğinde ve hamileliğinde spor yapan anne adaylarının ölü ve erken doğumlar görülmemektedir. Uygun bir şekilde yapılan spor tüm yaş gruplarındaki insanlara olumlu katkılar sağlamaktadır.<br /><br />Yapılan fiziki aktivite ile,kalp atım volümü artar,kalp atım sayısı azalır .Egzersiz sonucu kaslardaki kan akımı ve mitokondriyal enzimlerin salınımı artar.Fiziksel aktivite yapan bir kas,aktif olmayan bir kasa oranla daha fazla yağ ve daha az glikojen tüketir. Sonuç olarak kalp ve beyin damarlarının tıkanmasının ana nedeni olan aterosklerozisin artmasına neden olan yüksek yoğunluklu lipoproteinlerde azalma olur.<br /><br />Klinik pratiğinde,egzersiz bazı hastalıkların ve hastalıklara uygulanan tedavilerin değerlendirilmesinde kullanılmaktadır.Solunum yollarında daralma olan hastanın tedavi verdiği yanıt yüzme ile değerlendirilebilir. Egzersiz yapanlarda kalp krizi geçirme oranının egzersiz yapmayanlara oranla yarı yarıya düşük olduğunu kanıtlandı.Çalışmalar egzersizin kalp kasının Oksijen gereksinimini azalttığını,kandaki yağların değiştirdiğini ve böylece kal krizi geçirme oranını azalttığını gösteriyor.<br /><br />Egzersizin şeker hastalarının tedavisindede yeri vardır. Fiziksel aktiviteyle,insüline duyarlılık artmakta ve şeker hastasının daha az insülin gereksinimi olmaktadıR. Özellikle hastalığın başlangıç aşamasında olan şeker hastalarının tedavisinde egzersi önemli bir yer tutar.<br /><br />Egzersiz aşırı şişmanlığın kontrolünde de önemli yeri vardır.Beden ağırlığının kontrol altında tutulmasında iyi bir diyetin yanı sıra düzenli egzersiz yapmanın da önemli katkıları olmaktadır. <br /><br /><br /> <br /><br />:: SPOR YAPAN VE YAPMAYAN KİŞİLER ARASINDAKİ FARKLAR :: <br /><br /> Spor Yapan Spor Yapmayan <br />Sırt Ağrıları Az Görülür Çok Görülür<br />Nöro- Müsküler- Gerginlik Az Görülür Sık Görülür<br />Stress'lere Uyum İyidir Zayıftır<br />Yorgunluk Az Görülür Sık Görülür, Belirgindir <br />Şişmanlama Az Görülür Sık Görülür<br />Kan Basıncı Normal veya düşüktür Çok Defa Yüksektir<br />Koroner Hastalıklar Seyrek Görülür Daha Sık Görülür <br />Kas Kuvveti Daha Yüksektir Düşüktür<br /> Esneklik İyidir Zayıftır<br />Kardio Vasküler Sisteminin Regülatif Bozuklukları Seyrek Görülür Sık Görülür<br />Postür Bozuklukları Daha Az görülür Daha Sık Görülür <br />Yaşlanma Proçesleri Yavaş Seyreder Süratli Seyreder<br />Toraks Gelişimi İyidir Çok Defa Zayıftır<br />Düz Tabanlık Seyrek Görülür Daha Sık Görülür<br />Kassal Atrofi Seyrek Görülür Sık Görülür<br />Kalp Gücü İyidir Çok Defa Zayıftır<br />Eritropoez İyidir Yetersiz olabilir<br />Otonom Sinir Sisteminin Regülatif Fonksiyonu İyidir Zayıftırdizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-14493726034573102512007-10-04T12:25:00.001-07:002007-10-04T12:25:31.747-07:00ZAR MODELİESKİ ZAR MODELİNE GÖRE 2 PROTEİN TABAKASI<br />ARASINDA ÇİFT LİPİD TABAKASI BULUNUR.<br />YENİSİNE GÖRE HAREKETLİ 2 SIRA LİPİD BULUNUR.<br />ZAR İÇİNDEKİ PROTEİN MOLEKÜLLERİ LİPİD <br />KATMANLARININ ARASINA GÖMÜLMÜŞTÜR.<br />E.RETİKULUM<br />MEMELİ ALYUVARLAR HARİÇ DİĞER TÜM <br />ÖKARYOT HÜCRELERDE BULUNUR.<br />GÖREVİ<br />HÜCRE İÇİNDE TASIMA GÖREVİ YAPAR.<br />HÜCRE ZARINI OLUŞTURUR.<br />SENTEZLENECEK BAZI MAD. DEPO YERİDİR.<br />GRANÜLLÜ:RİBOZOM BULUNAN <br />PROTEİN SENTEZİ YAPILIR.<br />GRANÜLSÜZ:RİBOZOM BULUNMAZ.<br />YAĞ SENTEZİ YAPAR.<br />GLİKOPROTEİNLERİN GÖREVİ:<br />HÜCRENİN BİRBİRİNİ TANIMASINI SAĞLAR.<br />HÜCREYE ALINACAK MADDELERİN SEÇİLMESİNİ <br />SAĞLAR.<br />HÜCRE ZARI:<br />HÜCREYE ALINACAK MADDEYİ BELİRLER.<br />KOMSU VE YABANCI HÜCRELERİ TANIR.<br />OZMATİK DÜZENLEYİCİ GÖREVİ VARDIR.<br />UYARI İLETİMİ YAPAR.<br />EKSOSİTOZLA HÜCREDEN SALGI ÇIKIŞINI SAĞLAR.<br />RİBOZOM:<br />EN KÜÇÜK ORGANELDİR.<br />ZAR YOKTUR.<br />GÖREVİ PROTEİN VEYA ENZİM SENTEZLEMEKTİR.<br />PROKARYOT VE ÖKARYOT TÜM HÜC. BULUNUR.<br />PLASTİDLER:<br />BİTKİ HÜC. RENK VEREN HÜCRELERDİR.<br />LÖKOPLAST:KÖK GÖVDE İÇİ YUMRU VE TOHUMLARDA<br />VE STOMA HÜC BULUNUR <br />RENKSİZDİR.<br />DEPOLAMA GÖREVİ VARDIR.<br />KROMOPLAST:<br />SARI(KSANTOFİL)TURUNCU(KAROTEN)KIRMIZI LOKOPİN<br />FOTOSENTEZ YAPMAZLAR.<br />KLOROPLAST:GÖREVİ FOTOSENTEZ YAPMAKTIR.<br />MİTOKONDRİNİN TERSİNE KARBONDİOKSİT VE SU ALIR <br />OKSİJEN VE GLİKOZ ÜRETİR.<br />GOLGİ AYGITI:<br />KOFUL ÜRETMEK<br />HAYVANSAL HÜC. GLİKOJEN SENTEZLEMEK<br />LİZOZOM ÜRETMEK<br />SPERM VE MEMELİ ALYUVARLARDA BULUNMAZ.<br />LİZOZOM:<br />GOLGİ VEYA E.RETİKULUMDAN OLUŞUR.<br />İÇİNDE POLİMERLERİ PARÇALAYAN ENZİMLER BULUNUR.<br />LİZOZOM ZARININ PARÇALANMASI HÜCRENİN KENDİ KENDİNİ <br />PARÇALAMASINA NEDEN OLUR.BUNA OTOLİZ DENİR.<br />KOFUL:<br />HÜCRE ZARINDAN E.RETİKULUM GOLGİ VEYA ÇEKİRDEK ZARINDAN<br />OLUŞUR.<br />BİTKİSEL HÜCRELERLE TEK HÜCRELİ CANLILARDA GÖRÜLÜRLER.<br />SENTROZOM:<br />YÜKSEK ORGANİZASYONLU BİTKİ HÜCRELERİNDE BULUNMAZ.<br />HÜCRE BÖLÜNMESİNDE İŞ GÖRÜR.<br />SPERMİN KUYRUĞU GİBİ KAMÇI VEYA SİL OLUSUMUNU SAĞLAR<br />MİTOKONDRİ:<br />ÇİFT ZARLIDIR.<br />PROKARYOT HÜCRELİLERDE BULUNMAZ.<br />DNA RNA VE RİBOZOMLAR SAYESİNDE BÖLÜNEREK <br />ÇOĞALIRLAR.<br />ÇEKİRDEK ZARI:ÇİFT ZARLIDIR.<br />DISTA RİBOZOMLAR İÇİ DÜZDÜR.<br />SIVISI:<br />CEKİRDEĞİN İÇİNİ DOLDURUR.<br />ORGANEL YOKTUR.<br />ÇEKİRDEKCİK:<br />YOĞUNLAŞMIŞ KROMATİN İPLİĞİ<br />ZARI YOKTUR.<br />rRNA YAPARAK RİBOZOM YAPIMINDA GÖREV ALIR.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-32724703817226458662007-10-04T12:24:00.001-07:002007-10-04T12:24:48.929-07:00ZAR MODELLERİESKİ ZAR MODELİNE GÖRE 2 PROTEİN TABAKASI<br />ARASINDA ÇİFT LİPİD TABAKASI BULUNUR.<br />YENİSİNE GÖRE HAREKETLİ 2 SIRA LİPİD BULUNUR.<br />ZAR İÇİNDEKİ PROTEİN MOLEKÜLLERİ LİPİD <br />KATMANLARININ ARASINA GÖMÜLMÜŞTÜR.<br />E.RETİKULUM<br />MEMELİ ALYUVARLAR HARİÇ DİĞER TÜM <br />ÖKARYOT HÜCRELERDE BULUNUR.<br />GÖREVİ<br />HÜCRE İÇİNDE TASIMA GÖREVİ YAPAR.<br />HÜCRE ZARINI OLUŞTURUR.<br />SENTEZLENECEK BAZI MAD. DEPO YERİDİR.<br />GRANÜLLÜ:RİBOZOM BULUNAN <br />PROTEİN SENTEZİ YAPILIR.<br />GRANÜLSÜZ:RİBOZOM BULUNMAZ.<br />YAĞ SENTEZİ YAPAR.<br />GLİKOPROTEİNLERİN GÖREVİ:<br />HÜCRENİN BİRBİRİNİ TANIMASINI SAĞLAR.<br />HÜCREYE ALINACAK MADDELERİN SEÇİLMESİNİ <br />SAĞLAR.<br />HÜCRE ZARI:<br />HÜCREYE ALINACAK MADDEYİ BELİRLER.<br />KOMSU VE YABANCI HÜCRELERİ TANIR.<br />OZMATİK DÜZENLEYİCİ GÖREVİ VARDIR.<br />UYARI İLETİMİ YAPAR.<br />EKSOSİTOZLA HÜCREDEN SALGI ÇIKIŞINI SAĞLAR.<br />RİBOZOM:<br />EN KÜÇÜK ORGANELDİR.<br />ZAR YOKTUR.<br />GÖREVİ PROTEİN VEYA ENZİM SENTEZLEMEKTİR.<br />PROKARYOT VE ÖKARYOT TÜM HÜC. BULUNUR.<br />PLASTİDLER:<br />BİTKİ HÜC. RENK VEREN HÜCRELERDİR.<br />LÖKOPLAST:KÖK GÖVDE İÇİ YUMRU VE TOHUMLARDA<br />VE STOMA HÜC BULUNUR <br />RENKSİZDİR.<br />DEPOLAMA GÖREVİ VARDIR.<br />KROMOPLAST:<br />SARI(KSANTOFİL)TURUNCU(KAROTEN)KIRMIZI LOKOPİN<br />FOTOSENTEZ YAPMAZLAR.<br />KLOROPLAST:GÖREVİ FOTOSENTEZ YAPMAKTIR.<br />MİTOKONDRİNİN TERSİNE KARBONDİOKSİT VE SU ALIR <br />OKSİJEN VE GLİKOZ ÜRETİR.<br />GOLGİ AYGITI:<br />KOFUL ÜRETMEK<br />HAYVANSAL HÜC. GLİKOJEN SENTEZLEMEK<br />LİZOZOM ÜRETMEK<br />SPERM VE MEMELİ ALYUVARLARDA BULUNMAZ.<br />LİZOZOM:<br />GOLGİ VEYA E.RETİKULUMDAN OLUŞUR.<br />İÇİNDE POLİMERLERİ PARÇALAYAN ENZİMLER BULUNUR.<br />LİZOZOM ZARININ PARÇALANMASI HÜCRENİN KENDİ KENDİNİ <br />PARÇALAMASINA NEDEN OLUR.BUNA OTOLİZ DENİR.<br />KOFUL:<br />HÜCRE ZARINDAN E.RETİKULUM GOLGİ VEYA ÇEKİRDEK ZARINDAN<br />OLUŞUR.<br />BİTKİSEL HÜCRELERLE TEK HÜCRELİ CANLILARDA GÖRÜLÜRLER.<br />SENTROZOM:<br />YÜKSEK ORGANİZASYONLU BİTKİ HÜCRELERİNDE BULUNMAZ.<br />HÜCRE BÖLÜNMESİNDE İŞ GÖRÜR.<br />SPERMİN KUYRUĞU GİBİ KAMÇI VEYA SİL OLUSUMUNU SAĞLAR<br />MİTOKONDRİ:<br />ÇİFT ZARLIDIR.<br />PROKARYOT HÜCRELİLERDE BULUNMAZ.<br />DNA RNA VE RİBOZOMLAR SAYESİNDE BÖLÜNEREK <br />ÇOĞALIRLAR.<br />ÇEKİRDEK ZARI:ÇİFT ZARLIDIR.<br />DISTA RİBOZOMLAR İÇİ DÜZDÜR.<br />SIVISI:<br />CEKİRDEĞİN İÇİNİ DOLDURUR.<br />ORGANEL YOKTUR.<br />ÇEKİRDEKCİK:<br />YOĞUNLAŞMIŞ KROMATİN İPLİĞİjavascript:void(0)<br />Yazıyı Yayınla<br />ZARI YOKTUR.<br />rRNA YAPARAK RİBOZOM YAPIMINDA GÖREV ALIR.dizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8953813601589388641.post-68689418967198484582007-10-04T12:23:00.001-07:002007-10-04T12:23:37.781-07:00ZEHİRLİ BİTKİLERGİRİŞ<br /><br />Tarihin ilk çağlarından günümüze kadar insanlar bitkilerden besinlerini sağlamış ve şifa aramışlardır ve beslenmelerinin yanında önemli hastalıklarını da şifalı bitkilerle tedavi edebilmişlerdir. Ancak her bitkinin düşüldüğü kadar yararlı olmadığı ya da yararlı etkilerinin yanında zararlı olabilen başka etkilerinin de olduğu görülmüştür.<br /><br />Günümüzde de devam eden her ottan şifa arama geleneği, özellikle kırsal yörelerde birçok kaza zehirlenmelerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Merak sonucu özellikle çocukların bilmedikleri bir bitkinin yemiş, yaprak ya da başka bir kısmının tadına bakmaları ya da zararsız başka bitkilere benzetip toksik bitkiyi yemeleri sonucu sık sık zehirlenmeler olmaktadır. Birçok bitki çok toksik olmalarına karşın kontrollü kullanıldıklarında tedavide yararlı olabilmektedir. Örneğin Digitalis (yüksük otu), afyon (haşhaş), belladon alkaloidleri, veratrum alkaloidleri, vinca alkaloidleri, ipeka vb, gibi birçok bitkisel toksik madde günümüzde doğal ya da yarı sentetik türevler şeklinde tedavide kullanılmaktadırlar. Ancak bilinçsiz bir şekilde supraterapötik (aşırı) dozlarda uygulandıklarında çok ağır zehirlenme tablolarının ortaya çıkmasına yol açabilirler. Rönesans döneminin ünlü Alman hekimlerinden Paracelsus (l493-1541)’un ‘yalnız miktar zehiri belirler’ (Dosis sola facit venonum) cümlesi bitkisel maddeler için de geçerlidir. Zehirli mantarlar başta olmak üzere diğer toksik bitkilerle akut zehirlenmelerin şiddetini yenilen miktar belirlenmektedir.<br /><br />Bitkilerle zehirlenmeler daha çok kabuklu yemiş ya da meyve kısmıyla olmaktadır. Örneğin Akdiken (Rhamni cathartica), yılan yastığı (Dracunculus vulgaris), güzel avrat otu (Atropa belladonna), hanımeli (Lonicera japonica), yaban yasemini (Solanum dulcamara), taflan (Prunus laurocerasus), ardıç (Juniperus sp.), ökse otu (Viscum album), çoban püskülü (İlex aquifoİiıım) porsuk ağacı (Taxus bacata), sarmaşık (Parthenocissus sp.), it üzümü (Solanum, nigrum) vb, gibi bitkiler kabuksuz ya da kabuklu meyvelerinde bulunan aktif toksik kısımlarıyla zehirlenmelere neden olmaktadırlar. Buna karşılık, birçok bitki diğer kısımlarıyla ya da tüm bitki olarak toksiktirler. Dikenleri ya da keskin kenarlı yapraklarıyla mekanik olarak. özellikle ciltte irritasyon şeklinde toksik etkilere yol açmaktadırlar. Günlük gıda olarak kullandığımız bazı sebzelerin az ya da çok toksik olabildiklerini unutmamak gerekir. Örneğin patatesin toprak üstündeki yeşil kısımları orta şiddette sindirim bozukluklarına neden olmaktadır. Buna karşın,birçok taze sebzenin kurutulmasıyla içerdikleri toksik maddeler aktivitesini kaybetmektedir.<br /><br />Bazı bitkiler aynı cinsten olmalarına karşın toksik etkileri büyük ölçüde değişebilmektedir. Örneğin; Aconitum napellus tehlikeli bitkiler içinde en zehirli olanıdır. Buna karşın aynı cinsten Aconitum septentrionale Eskimolar tarafından sebze olarak yenmelerine karşın hiçbir zehirlenmeye neden olmamaktadır. Aynı şekilde Digitalis purpurea güçlü kardiyotoksik etkisi olmasına karşı aynı cinsten olan Digitalis jaune aynı oranda toksik değildir. Bu nedenle, gerek tedavide gerekse gıda olarak kullanılmalarında bitki cins ve türlerinin tanınması gerekir. Bitkilerin içerdikleri toksik maddelerin kaynağı çeşitlidir. Bazıları alkaloid (protein), bazıları da glikozid ya da heterosid (Saponinli steroidik yapılı siyanojenli vb.) içerebildikleri gibi birçoğunda olduğu gibi karmaşık kompleks yapılı bir toksik madde de içerebilmektedirler. Zehirli bitkilerde bulunan bu toksik maddeler insan ve hayvanlarda iç organlarda meydana getirdikleri lezyonlar sonucu metabolizmayı bozabildikleri gibi deri ve mukozalarda irritasyonlar yaparak hafif ya da ağır bazı zehirlenme belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Ancak, farklı hayvan türlerinin ve insanın zehirli bitkilere verdikleri reaksiyon her zaman aynı şiddette ve özellikte olmayabilir. Örneğin. salyangozlar belladonla beslendikleri halde zehirlenmezler, halbuki bu gibi hayvanları yiyen insan ya da memeli hayvanlarda belladon zehirlenme belirtileri görülebilmektedir. <br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />1. ZEHİRLİ BİTKİLERİN TOKSİK UNSURLARI<br /><br />Bitkisel zehirlerin toksik bileşenleri kimyasal yapılan yönünden önemli farklılıklar gösterir. Toksik unsurların çoğu organik karakterdedir. Kimi bitkiler ise, bazı mineral maddeleri, bünyelerinde toksik dozlarda akümüle edebilirler.Alkaloitler ve protidler azotlu organik; glikozitler, tanenler, laktonlar ve benzerleri azotsuz organik zehirlerdir. Selenyum, nitrat-nitrit gibi mineral zehirler ile kimyasal yapılarından çok, etki mekanizmaları daha iyi bilinen östrojenik etkili özdekler, antivitaminik faktörler ve fotodinamik ajanlar zehirli bitkilerin başlıca toksik unsurlardır.<br /><br />1.1. Alkaloidler<br /><br />Alkaloitler, güçlü farmakolojik etki ve toksisiteye sahip olan, moleküler yapılarında azot bulunan, alkali karakterde bitkisel kökenli özdeklerdir. Azot, çoğunlukla heterosiklik bir halkada ya da lateral zincirde bulunur. Genellikle katı ve renksizdirler. Baz halde iken suda çözünmezler; asitlerle oluşturdukları tuzlar suda çözünür. Alkaloitlerin tannat ve iyodür tuzları suda çözünmez. Bu özellik nedeniyle, alkaloit içeren bitkilerle zehirlenmelerde tanenli bileşikler ve iyodürler, sindirim kanalından alkoloit emilimini engellemek için kimyasal antidot olarak kullanılırlar.<br /><br />Alkaloitlerin etki mekanizmaları çok farklıdır; Çoğu sentral sinir sistemi (opium alkaloitleri) ve otonom sinir sistemi (antikolinerjik solanase alkaloit ve alfa adrenolitik ergot alkaloitleri) aracılığıyla etkir. Kolşisin ve benzerleri emeto katartik; pirolizidin alkaloitleri de hepatotoksik olarak etkirler.<br /><br />1.2. Glikozitler (Heterositler)<br /><br />Hidroliz (enzimatik ya da asit ortamda) sonucu bir ya da birkaç molekül şeker (glikoz) ile karbonhidrat olmayan ve aglikoz (genin) olarak adlandırılan ve toksik etkiden sorumlu olan bir madde veren özdeklerdir. Glikoz ve aglikoz arasındaki bağın karakterine göre<br /> 0 - glikozitler (Oksijen atomu, eterik bağ) ve S - glikozitler (kükürt atomu) olmak üzere iki gruba ayrılırlar.<br />1.2.1. O-Glikozitler<br /><br />1.2.1.1. Siyanogenetik Glikozitler<br /><br />Aglikozları, çoğunlukla nitrilli bir alkoldür. Enzimatik hidroliz sonucu şeker molekülleri, siyanhidrik asit (HCN) ve bir keton ya da aromatik aldehit oluşur. Toksiditeden sorumlu olan hidroliz ürünü siyanhidrik asittir.<br /><br />Farklı ailelere ait çoğu yem bitkisi ve yabani türlerde bulunan siyanogenetik glikozitler, özellikle ruminantlarda selüler respirasyondan sorumlu enzim sistemini inhibe ederek, akut formda ve yüksek mortaliteyle seyreden zehirlenmeye neden olurlar. Hidroliz, aynı bitkide bulunan özel enzimler ( lineaceae; keten tohumu, emulsin; acı badem) tarafından katalize edildiği gibi, ruminantlarda retikülo-rumen mikroflorası tarafından salgılanan enzimlerle de gerçekleştirilebilir. Vejetasyonun ilk dönemlerinde yüksek olan glikozit düzeyi vejetasyon ilerledikçe azalabilmektedir.<br />- Kuraklık, donma ve çiğnenme gibi bitkilerin normal büyüme hızını bozan faktörler HCN düzeyinde artışa neden olur.<br />Silaj, glikozitlerin hidrolizini hızlandırır. Böylelikle serbest hale geçen HCN silajın havalandırılmasıyla giderilebilir. Ancak, bu işlem sırasında çalışanların kendileri için önlem almaları gerekir. -<br />- Bitki hormonu herbisitler, uygulandıkları yörelerde yetişen bitkilerde siyanogenetik glikozit düzeyinin artışına (fitohormonların dolaylı toksisitesi) neden olurlar.<br />- HCN düzeyinde, fosfatlı gübreler azalmaya, azotlu gübreler ve bitki parazitleri ise artışa neden olur.<br />Siyanogenetik glikozit taşıyan bitkilerin toksisitesi, değinilen koşullara göre değişkenlik gösteren HCN düzeyi ve glikozit yanında tüketilen bitki miktarı ve tüketim süreci, HCN’in sindirim kanalında liberasyon hızı ile emilim ve dokularda detoksikasyon düzeyine bağımlıdır. Bu nedenle, toksik dozu belirlemek zordur.<br /><br />Siyanogenetik glikozitlere karşı en duyarlı hayvanlar ruminantlardır. Koyun ve keçi, muhtemelen enzimatik farklılık nedeniyle sığıra oranla daha dayanıklıdırlar. Tek midelilerde, midenin asit ortamında glikozidi hidrolize eden enzim, kısmen de olsa yıkımlanabilir. HCN, karaciğerde spesifik bir enzim (rodanaz) tarafından tiyosiyanata dönüştürülerek metabolize edilir. Ancak, özellikle sığırda başka metabolik olayların olduğu da düşünülmektedir.<br /><br />Serbest HCN’in ruminantlarda letal dozu 2-2.3 mg/kg dolayındadır. Bu miktar HCN’i glikozit formunda (4-4.5 mg/kg) kısa sürede tüketen ruminantlarda ağır zehirlenme tablosu şekillenir. Otlakta, bir hayvan saatte 4 mg/kg düzeyde glikozide saatlerce tolore edebilir. Koyun, günde (gün boyu) 15-20 mg/kg HCN’i detoksike edebilir. Genelde 100 gramında 20 mg (200 ppm) HCN içeren bitkiler, hayvanlarda zehirlenmeye neden olur. Sindirim ya da solunum yoluyla emilen HCN ve siyanürler, selüler respirasyon (hücre solunumu) enzim sistemini (sitokrom a3) bloke ederek histotoksik anoksiye neden olurlar.<br /><br />1.2.1.2. Steroidik Glikozitler<br /><br />Kalp yetmezliğinin etkin ilaçları olan ve çok küçük dozlarda kardiyotonik olarak kullanılan kalp glikozitlerini (dijitalikler) kapsayan bu grup moleküllerin aglikozu, asteroit (siklopentano-perhidrofenantren) halka sistemi ve bunun 17 no’lu karbonuna bağlanan beşgen ya da altıgen bir lakton halkasından ibarettir. Majör glikozit kaynağı olan bitkilerden yüksük otu türleri (Digitalis cariensis, D. davisiana, D. ferruginea, D. grandiflora, D. lanata, D. trojana, D. viridiflora) ile ada soğanı (Urginea maritima) yanında, glikozit kaynağı olarak kullanılmayan, ancak toksik unsur olarak kardiyotonik etkili glikozit içeren inci çiçeği (Convallaria majalis), adonis türleri (A. aestivalis -keklikgözü, A. flammea - kandamlası), zakkum (Nerium oleander) ve kimi Helleborus türleri (Bohça otu, H. orientalis, H. vesicarius) de Anadolu ve Trakya’da yaygın olarak yetişmektedir. Bununla birlikte, anılan bu bitkilerle evcil hayvanlarda zehirlenme insidensi azdır.Kimi kaynaklarda, saponinler (saponositler) de bu grupta gösterilmektedir. Saponinlerin aglikozu (sapogenin) steroidik ya da triterpenik (oleanan çekirdekli) yapıdadır.<br /><br />Sistemik toksiditeleri az olan saponinler yem bitkilerinde de yaygın olarak bulunurlar. Yaklaşık 80 aileye ait 500’ü aşkın bitki türünden Saponin izole edilmiştir. Ruminantlarda meteorizasyonun temel nedenleri arasındadırlar; kanatlılarda ise, gelişme ve yumurta verimini inhibe ederler. Antrasenik glikozitlerin aglikozları ise, antrasen halkalı bir polifenoldür. Işkın, kara akçaağaç gibi bitkilerde bulunan bu glikozitler yüksek dozda şiddetli purgasyona neden olurlar.<br /><br />1.2.2. S - Glikozitler (Glusinolatlar)<br /><br />Özellikle Cruciferae (turpgiller) ailesine ait bitkilerin yaprak, gövde, kök ve özellikle tohumlarında bulunan ve genellikle uçucu olan, S - glikozitler, enzimatik (myrosinase) hidroliz sonucu glikoz ve organik aglikoz oluşturur. Organik aglikoz bir izotiyosiyanat (senevol) bir tiyosiyanat ya da bir organik nitril ve kükürttür.<br /><br />Glusinolatların hidroliz ürünlerinden izotiyosiyanatlar, deri ve mukozalarda irkiltici etkiye (gastro-intestinal, respiratuvar ve renal lejyonlar) sahiptirler. Ayrıca, guatrojenik (proguatrin) etkileriyle tiroid bozukluğuna neden olurlar. Tiyosiyanatlar ise, tiroid bezinde iyot düzeyini düşürürler; böylelikle iyot uygulamasıyla sağaltılabilen bozuklukları oluştururlar. Brassica türü bitkilerde (kolza, lahana, ot lahanası, şalgam) bulunan 5-glikozitler hidrolizle stabil olmayan izotiyosiyanat’a, bu da kristalizasyonla goitrine dönüşür. S-glikozitlerin hidroliz ürünü izotiyosiyanatlar irritan ve antitroit; goitrin ise guatrojen etkilidir. <br /><br />Bu nedenle, s-glikozit içeren bitkilerle zehirlenme klinik yönden farklı seyreder:<br />1. Akut zehirlenme izotiyosiyanatların irritan etkisinden kaynaklanan bu sendrom sindirim, solunum bozuklukları ile renal lezyonlar ve nefritle karakterizedir (hardal, turp).<br />2. Tiroit bozuklukları<br />- Bitkilerin yeşil kısımlarında bulunan glusinolatların hidroliz ürünü inorganik izotiyosiyanatlar, dönüşümlü kompetisyonla, tiroitte iyot akümülasyonunu önleyerek iyot yönünden fakir rasyonla beslenen- hayvanlarda guatr şekillenmesine neden olurlar. Bu sendrom iyotla sağaltılabilir.<br />- Proguatrinin son ürünü olan goitrin ise, tiroksin formasyonunu inhibe ederek, iyot kullanımıyla sağaltılamayan tiroit bozukluğuna neden olur.<br />- Glusinolatların hidroliz ürünleri plasenta engelini geçer ve sütte de atılırlar. Bu nedenle, gebeliği döneminde glusinolatlı bitkilerle beslenen hayvanların yavrularında (keçi) ve süt emenlerde de tiroit bozuklukları görülür. Glusinolat içeren kimi bitkiler, özellikle kolza ve Lahana etyolojisi tam bilinmeyen, anemi ve hemoglobinüriyle karakterize olan zehirlenmeye de neden olabilirler.<br /><br />1.3. Saponinler (Saponositler)<br /><br />Kalıcı köpük oluşturmaları ve acı lezzetleriyle karakterize olan saponinler, azotsuz, nötr ya da hafif asit karakterli, glikozit benzeri maddelerdir. Aglikon ya da sapogeninleri steroit veya oleanan çekirdekli triterpenik yapıdadır. Soğukkanlı (poiklioterm) hayvanlar için çok toksiktirler. Yerel olarak irkiltici etki oluşturur; eritrositlerin hemolizine neden olurlar.<br /><br />Bitkiler aleminde oldukça yaygındırlar; 500’ü aşkın bitki türünden saponin izole edilmiştir. Kaba yonca (Medicago sativa), karamuk (Agrostemma githago), sabun otu (Saponaria officinalis), gazel boynuzu (Lotus corniculatus), tırfıl (Trifolium repens, T. fragiferum), at kestanesi (Aesculus hippocastanum), bohçaotu (Helleborus orientalis), yılan yastığı (Arum maculatum) yüksek düzeyde saponin içeren bitkilerdir.<br /><br />Saponinlerin toksisitesi kaynak bitkiye, yapılarına ve alınan miktara bağımlıdır. Acı lezzette oluşları tüketimi sınırlandırabilir. Tanen ve kolesterol bağlanmayla saponinleri inaktive edebilirler. Toksisite saponinden çok hidroliz ürünü sapogeninle ilgilidir. Bu nedenle, saponinlerin hidrolizini gerçekleştirebilen sindirim kanalı mikroflorası da (Butryrivibrio) toksisiteyi etkiler.<br /><br />Saponin içeren yem bitkileri, ruminantlarda meteorizasyonun başlıca nedenleridir. Rumen içeriğinin yüzeysel tansiyonunu azaltarak stabil köpük oluştururlar. Böylelikle, fermantasyon gazları geğirmeyle (erukasyon) vücut dışına çıkarılamaz. <br /><br />Meteorizasyon oluşumunda kuşkusuz diğer faktörlerin, özellikle sitoplazmik proteinlerin (kaba yoncada % 4) de rolü vardır. Öte yandan, saponin ve sitoplazmik proteinler yanında, bunlarla inaktif kompleks oluşturabilen taneni de içeren bitkilerin (gazel boynuzu) meteorizasyon oluşturma insidensi düşüktür. Kimi saponinler, sindirim kanalından salgılanan enzimleri, özellikle kimotripsini inhibe ederler. Bu özellikteki saponinler sindirim kanalında irritasyona neden olurlar.<br /><br />Saponinler, kanatlılarda gelişme ve yumurta verimini inhibe ederler; piliç rasyonlarına % 5 oranında katılan kaba yonca unu, içerdiği saponinler nedeniyle, piliçlerde büyümeyi geciktirir. Yumurta tavuğu yemlerine katılan kaba yonca unu (% 10) yumurta verimini düşürür. Saponinlerin bu etkisi, rasyona kolesterol ilavesiyle giderilebilir. Saponinli bitkilerle zehirlenmeye karşı profilaktik önlemler alınmalıdır.<br /><br />1.4. Tanenler<br /><br />Fenolik yapıda, suda çözünen katı bileşikler olan tanenler, bitkiler aleminde yaygın olarak bulunur. Palamut meşesinin tanen içeriği % 10 dolayındadır.Astrenjan etkileri olan tanenler, alkaloitleri ve albümini presipite ederler. Bu etkileri nedeniyle ishal kesici, alkaloit içeren bitkilerle zehirlenmelerde kimyasal antidot olarak ve deri sanayiinde kullanılırlar. Kimyasal yapı yönünden iki gruba ayrılırlar:<br /><br />- Pirogallik tanenler; hidrolize olabilirler. Bu tepkime sonucu bir karbonhidrat ve bir de asit fenol (gallik asit) şekillenir. Gallik asit de, dekarboksilasyonla pirogallole dönüşür. Hidroliz, retikülo-rumen mikroflorasının etkisiyle de gerçekleşir. Bu nedenle, ruminantlar tanenlere, diğer türlere oranla daha duyarlıdır.<br /> - Kateşik tanenler; hidrolize olmazlar. Ancak, kuru distilasyonla pirokateşole dönüşürler.<br />Tanenler, astrenjan etkileriyle direkt, hidroliz ürünü asit fenoller aracılığıyla da dolaylı toksisite oluştururlar.<br />Özellikle yem bitkileri yönünden fakir olan mevsim ve yıllarda tanenli bitkiler (meşe filizleri, çalı yaprakları) çoğu bölgede, yoğun olarak hayvanlara verilmektedir. Bu nedenle de, yurdumuzda tanenli bitkilerle zehirlenme insidensi yüksektir. Yurdumuzun hemen her yöresinde yetişen meşe (Quercus) türleri (yaprak, filiz; tanen düzeyi % 8 dolayında) ile bunların ürünleri olan palamut (pelit) ve mazı, özellikle yem bitkileri yönünden fakir olan mevsim ve yıllarda yeşil halde ya da kurutularak, yoğun biçimde hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle, tanen ya da meşeyle zehirlenme, çoğu yörede, özellikle genç hayvanlarda önemli bir toksikolojik sorun konumundadır.<br />1.5. Mineral Maddeler<br /><br />Bazı yörelerde toprak, doğal yapı nedeniyle kimi mineraller yönünden zengindir. Toprakta bulunan mineraller yörede yetişen kimi bitkiler tarafından kökleriyle emilerek bitki organlarında akümüle edilir.<br /><br />Toprakta bulunan organik selenyum bileşikleri kimi bitkiler tarafından (selenifer bitkiler) emilerek akümüle edilir. Kimi bitkiler ise, toprakta bulunan ve selenifer bitkiler tarafından emilmeyen anorganik selenyum bileşiklerini emerek, emilebilir organik forma dönüştürürler (çevirici, indikatör bitkiler).Bitkilerde, kuru madde üzerinden 5 ppm üzerinde selenyum, bu bitkilerin tüketim miktar ve süresine bağlı olarak akut, subakut ya da kronik zehirlenmeye neden otur.<br /><br />Yulaf, çavdar, mısır ve pancar gibi kültive edilen bitkilerle Rumex türleri de, evcil hayvanlarda zehirlenmeye neden olabilecek düzeyde nitrat içerebilmekte ve çevre koşullanma bağlı olarak nitrat, daha toksik form olan nitrite indirgenebilmektedir. Bitkilerde, nitrat düzeyi % 1.4 oranını geçtiginde toksisite olasılığı başlar. Kimi yörelerde, yulaf samanının nitrat düzeyi (potasyum nitrat) % 7 oranını aşabilir.<br /><br />1.6. Oksalik Asit ve Tuzları<br /><br />Bitkiler aleminde (pancar, kuzu kulağı, ışkın) oksalik asit ve tuzlan (oksalatlar) yaygın olarak bulunur. Oksalat düzeyi ışkında 12-14; kuzu kulağının yenilebilir kısımlarında da 2-7 g/kg’a ulaşabilmektedir. Pancar yapraklan da 7-10 g/kg kadar çözünür okzalat ve okzalik asit içerebilir. Rutubetli ortamda depolanan ot ve samanda üreyen bir mikroskobik mantar (Aspergillus niger) da okzalat yönünden zengindir.<br /><br />Ruminantlarda, retikülo-rumen mikroflorası tarafından degrade edilebilen oksalik asit ve tuzlan, kalsiyumla birleşerek çözünmeyen kalsiyum oksalata dönüşür. Rasyonda kalsiyum düzeyine bağlı olarak emilebilen oksalatlar plazma kalsiyumuyla birleşerek hipokalsemiye, kalsiyum oksalat kristalleri de, eliminasyonları sırasında, böbrekte travmatik lezyonlara neden olur. Oksalik asit, bitkilerde sodyum oksalat, potasyum asit oksalat ya da kalsiyum oksalat formunda bulunur. Çözünür, dolayısıyla emilebilir özellikte olan sodyum ve potasyum oksalat kalsiyum iyonlarıyla birleşerek kalsiyum oksalata dönüşebilir. Kalsiyum oksalat çözünmediği için sindirim kanalından emilmez. Ancak, oksalik asit ve oksalatlar rumen mikro-organizmaları tarafından kısmen parçalanır. Sindirim kanalından emilen oksalatlar kana geçerek plazmada kalsiyum iyonlanıla birleşir. Böylelikle hipokalsemiye neden olabilirler. Kanda şekillenen kalsiyum oksalat kristalleri ise nefronda travmatik lezyon oluşturur. Oksalik asit, ayrıca süksino- ve laktodehidrojenaz enzimleri aracılığıyla enerji metabolizmasını etkiler, hemolize de neden olabilir.<br /><br />Oksalatlı bitkilerle zehirlenme en çok koyunlarda görülür. Çünkü, koyun otlakları genelde oksalat içeren bitkiler yönünden zengindir. Hızlı büyüme dönemindeki bitkilerle, kuru bir yaz mevsiminden sonra ılık ve nemli sonbaharda oksalatlı bitkilerle zehirlenme insidensi yükselir.<br /><br />Koyunlarda oksalata karşı tolerans gelişebilir. Bu nedenle otlağa yabancı hayvanlar, yerlilere oranla daha duyarlıdır. Oksalatlı bitkilerin egemen olduğu yörelerde yetiştirilen koyunlar günde 75 g kadar oksalatı, zehirlenme belirtisi göstermeksizin tüketilebilmektedir. Bununla birlikte oksalatlı bitkilerin toksisitesi, rasyondaki kalsiyum düzeyi, tuz açığı ve retikülo-rumen mikroflorası ile de yakından ilgilidir. Gebe ve Laktasyon döneminde olan hayvanlar, diğerlerine oranla daha duyarlıdır.<br /><br />Hastalığın görülebilmesi için, fazla miktarda oksalatlı bitkinin tüketilmesi gerekir; çözünür oksalatlar sindirim kanalı içeriğindeki kalsiyum iyonlarıyla birleşerek kalsiyum oksalata dönüşür. Kalsiyum oksalat kısmen degrade edilir ya da emilmeksizin vücuttan atılır. Fazla miktarda oksalat alındığında, çözünür oksalatların tamamı kalsiyum oksalata dönüştürülemez. Çözünür oksalatlar da emilerek zehirlenmeye neden olur.<br /><br />Kısa sürede fazla miktarda oksalatlı bitki tüketen hayvanlarda 2-4 saat içinde durgunluk, sürüye uyumsuzluk gibi ilk semptomlar dikkati çeker. Rumen hareketleri azalır, hafif timpani ve midriazis şekillenir. Kimi zaman hipokalsemi tablosu görülür. Kalp hareketleri yavaş, solunum yüksektir. Hastada yatma istemi ve sık sık miksiyon hareketi (işeme pozisyonu) dikkati çeker. İdrar, hematüri nedeniyle kahverengi kırmızı renktedir. Son dönemde kas titremeleri, sendeleme, parezi, dekubitus ve koma şekillenir. Sağaltım için kalsiyum preparatları (kalsiyum boroglukonat, % 25) verilir. Hastaya bol içecek verilir.<br /><br />Profilaksi için, oksalatlı bitkilerin egemen olduğu otlaklar dönüşümlü değerlendirilir. Tuz açığı giderilir ve hayvanların susuz kalmamalarına özen gösterilir. Kalsiyum tuzlan ve kemik ununun zehirlenmeye karşı koruyucu etkisi tartışmalıdır. Oksalatların en toksik olanları sodyum oksalat ve potasyum asit oksalattır.<br /><br />1.7. Östrojenler<br /><br />Yem bitkilerinin çoğunda (kaba yonca, tırfıl, soya) östrojenik aktivite gösteren toksik özdekler bulunur. Bunlar, farklı düzeylerde ösrojenik aktiviteye sahip olan izoflavon (genisteine, biochanine) ve kumestanlar’dır. (coumestrol) Bitkilerin östrojenik aktivitesi, taşıdıkları aktif maddelere bağımlıdır. Kumestrol, genisteine oranla 35 kat daha aktiftir. Bitkisel östrojenler, özellikle koyunlarda semirme ve laktasyonu; yüksek dozda da fertiliteyi etkilerler.<br /><br />Sığırlar, bitkisel östrojenlere karşı koyunlara oranla dirençlidir. Atlar ise, bitkisel östrojen içeren bitkilerin egemen olduğu otlaklarda, zehirlenme belirtisi göstermeksizin beslenebilirler. Östrojenik aktivite gösteren bitkilerin egemen olduğu otlaklar, biyolojik ya da kimyasal yöntemlerle belirlenen östrojenik aktivitenin (koyunlar için) en düşük olduğu dönemlerde değerlendirilebilir. Yurdumuzda, bu bitkilerle zehirlenmeye ilişkin veri yoktur.<br /><br />1.8. Fotodinamik Ajanlar<br /><br />Organizmada akümüle olarak deriyi güneş ışığına karşı duyarlı kılan ve böylelikle de fotosensibilizasyona neden olan maddelerdir. Kılıç otu ve karcı buğday, içerdik fotodinamik ajanlar (hypericine ve fagopyrine) nedeniyle hayvanlarda primer fotosensibilizasyonla karakterize olan zehirlenmeye neden olurlar. Kimi hepatotoksik bitkiler ise, karaciğer fonksiyonlarını bozarak etkirler; klorofilin metaboliti phylloerythrine safrayla atılamadığı için vücutta akümüle olur. Filoeritrin de fotodinamik etkilidir. Bu durumda da hepatojen (sekonder) fotosensibilizasyon şekillenir. Fotosensibilizasyon, fotodinamik ajanlar tarafından duyarlı hale getirilen organizmada güneş ışınlarının etkisiyle ortaya çıkan ve vücudun doğrudan ışık alabilen, pigment ve kıl yönünden fakir bölgelerinde lokalize olan deri lejyonlarıyla karakterize olan bir sendromdur. Hayvanlarda, fenotiyazinlerin metaboliti olan sülfoksit formu, Bengal kırmızısı ve akridin boyaları gibi ilaçların da neden olabildiği primer fotosensibilizasyon dışında hepatojen, yine kimi bitkilerin neden olduğu etyolojisi belirlenemeyen ve pigment sentezi bozukluğundan (konjenital herediter porfirinüri) kaynaklanan fotosensibilizasyon çeşitleri de vardır.<br /><br />Mikroskobik bir mantarla (Periconia) bulaşık Trifolium türleri (özellikle hibrit trefle), yonca ve yeşil yulaf ile fiğ, don (Panicum miliaceum), kuş darısı (Setaria italica), lupin türleri (acı bakla) ve demirdikeni (Tribulus terrestris, çoban çökerten) gibi bitkiler ve bazı mikroskobik mantarlar hepatojen (sekonder) fotosensibilizasyona neden olurlar. Hepatit ve safra retensiyonu gibi nedenlerden de kaynaklanan bu sendromda fotodinamik ajan, klorofilin metaboliti olan ve normal koşullarda safrayla vücuttan atılan filloeritrindir. Brassica türleri, yonca ve Erodium türleri (dönbaba, saatotu) gibi bitkiler de nedeni belirlenemeyen ve dermatitle karakterize olan fotosensibilizasyona neden olabilmektedir.<br /><br />Nedeni ne olursa olsun, fotosensibilizasyonda klinik tablo aynıdır; şiddetli kaşıntı ve tipik dağılımıyla karakterize olan deri lezyonları; göz kapakları, kulak yüz ve perianal bölgede ödem, hipertermi ve sinirsel semptomlarla seyreder. Sağaltım için, fotodinamik ajanların eliminasyonu boyunca hastaların güneş ışığıyla teması önlenir. Deri lezyonlarına topik ajanlar uygulanır. Herediter porfirinürili hayvanlar damızlık olarak kullanılmamalıdır.<br /><br />1.9. Antivitaminik Faktörler<br /><br />Kültive edilen ve doğal koşullarda yetişen kimi bitki türleri, toksik unsur olarak antivitaminik faktörleri içerirler. Antivitaminik faktörler, antinutrisyonel faktör olarak etkir ya da zehirlenmeye neden olabilirler. Atkuyruğu ve eğreltide B1 vitaminini inaktive eden bir enzim (thiaminase); soyada karoteni parçalayan lipoxidase; keten tohumunda da yine antivitaminik faktör olan D-proline bulunur. Kokulu yoncada bulunan orto-kumarinik asit, kimi koşullarda (küflenme gibi) dikumarole dönüşür. Dikumarol K vitamininin kompetitif inhibitörüdür. Küflü kokulu yoncayla beslenenlerde K vitamini yetmezliğine bağlı olarak hemorajik sendromla seyreden zehirlenme (melilot hastalığı) görülür.<br />Tablo 1: Bazı Bitkilerdeki Antivitaminik faktörler<br /><br />Soya lipoksidaz Karoten<br />D vitamini<br />keten tohumu<br /> Linum usitattissimum D-proline Piridoksin<br />At Kuyruğu <br />Equisetum arvense Tiyaminaz Tiyamin<br />Eğrelti <br />Piteridium aquilinum Tiyaminaz Tiyamin<br />Melilot<br /> Melilotus officinalis (Ortokumarik asit) Dicoumarol K-vitamini<br /><br /><br />1.10. Protidler<br /><br />Bazı bitkilerde toksik unsur olarak protein, polipeptit (ökse otunda viscotoxine zehirli bir mantarda amanit) ve amino asitler (normal protin yapıda değillerdir, fiğ’de diaminobütirik ve diaminopropiyonik asit gibi) bulunur. Hint yağı tohumlarında bulunan ricin ve yabancı akasyada bulunan robine protein yapıda bitkisel toksinlerdir. Çok zehirli olan bu fitotoksinler eritrositleri aglütine ederler.<br /><br />1.11. Oleoresinler<br /><br />Kozalaklılar ailesine ait bitkilerin çoğu, oleoresin salgılayan kanallara sahiptir. Reçine ve esans kanışımı olan oleoresinler, emeto-katartik etki; eliminasyonları sırasında da nefropati ve hematüri, gebe hayvanlarda da abort oluşturabilirler.Laktonlar (Düğün çiçeğigiller; protoanemonine) ile etilenik ve asetilenik (doymamış) alkoller (Maydanozgiller; inanthotoxine de bitkilerde bulunan diğer toksik özdeklerdir.<br /><br /><br />2. Bitkilerde Toksik Madde Düzeyini Etkileyen Faktörler<br /><br />Bitkilerde toksik madde düzeyi, intrinsek faktörler ve çevre koşullarına bağlı olarak önemli ölçüde değişebilmektedir. Bu nedenle, kimi zaman literatür verilerle çelişen durumlarla karşılaşılabilir. Bu çelişki, bitkilerde toksik madde düzeyini değiştirebilen faktörler yanında hayvanlarla ilgili parametrelerden (sağlık, hayvan besleme ya da otlatma koşullan, paraziter enfektasyon, karaciğer ve böbrek fonksiyonları...) de kaynaklanır.<br /><br />2.1. Bitkinin Vejetasyon Dönemi<br /><br />Kimi bitki türleri, vejetasyonun ilk dönemlerinde çok toksiktir; toksisite vejetasyon ilerledikçe azalır ya da büyüme dönemi sonunda (Sorgum) ortadan kalkar. Bu nedenle sorgumun 60-70 cm yüksekliğe ulaştığı dönemde tüketilmesi önerilir.<br /><br />Otsu bitkiler, çoğunlukla çiçeklenme döneminde maksimum toksisiteye ulaşır. Kimi bitki türlerinde ise, toksik madde büyüme dönemi sonunda maksimum düzeye ulaşır; bunlar çoğunlukla tohumları zehirli olan bitkilerdir. Turpgillerde glusinolat düzeyi çiçeklenme döneminde yoğunluk kazanır; tohumlarda da maksimum düzeye ulaşır. Genel olarak, ağaçların genç sürgünleri de eski dal ve yapraklara oranla daha toksiktir.<br /><br />2.2. Genetik Yapı<br /><br />Bitkilerde, toksik madde sentezleme yeteneği genetik olarak denetim altına alınabilir. Genetik seleksiyonlar toksik madde düzeyi az olan türler üretilebilir. Bu şekilde, yem bitkisi olarak, alkaloit içeriği düşük lupinler ve kükürtlü glikozit düzeyi az olan ve toksikolojik soruna neden olmayan kolza türlerinin seleksiyonu yapılabilmiştir.<br /><br />2.3. Çevre Koşulları<br /><br />Isı ve ışık, bitkilerde toksik madde düzeyini önemli ölçüde değiştirebilir. Sorgum türlerinde siyanogenetik glikozit düzeyi, günün güneşli saatlerinde maksimum düzeydedir. Soğuk ve ışıksız koşullarda bitki metabolizması yavaşlar; böylelikle de toksik madde akümülasyonu artabilir. Bitki parazitleri de toksik madde düzeyinin artışına neden olabilir. Pseudopeziza medicaginis’le enfeste yoncalarda coumestan düzeyi çok daha yüksektir. Aynı şekilde, sorgum parazitleri de bitkide siyanogenetik glikozit düzeyinde artışa neden olur. Kükürtlü gübreler yörede yetişen turpgillerde kükürtlü glikozit düzeyini arttırır. Azotlu gübreler, bitkilerde alkaloit sentezini artırır.<br /><br />Bu nedenle, azotlu gübre kullanılan yörelerde yetişen bitkilerin alkaloit düzeyi yüksektir. Fosfatlı gübreler ise genelde, bitkilerde toksiditenin azalmasına neden olur. Herbisit olarak kullanılan bitki hormonları (fitohormonlar), Sorgum türlerinde siyanogenetik glikozit; nitrat akümüle eden bitkilerde (şeker pancar, yulaf, çavdar, mısır) de nitrat akümülasyonunu artırır; nitratın nitrite indirgenmesini kolaylaştırırlar.<br /><br />2.4. Toksik Maddelerin Bitki Organlarında Dağılımı<br /><br />Çoğu bitkide, toksik maddeler bitkinin tüm organlarında bulunur; acı çiğdem, akçöpleme, zakkum gibi. Kimi bitkilerde ise, toksik madde düzeyi, bitkinin organlarına göre farklılık gösterir. Sorgum yaprakları, sap ve gövdeye oranla siyanogenetik glikozit yönünden daha (3-4 kat) zengindir. Çiçek sapları genellikle çok toksik organlardır. Toksik madde, kimi bitkilerin sadece meyvelerinde (hint yağı tohumu ve fiğ) bulunur.<br /><br />2.4.1. Bitkilerdeki Toksik Kısımlar<br /><br />1. Kuru Meyve, Tohum<br />2. Etli Kabuklu Meyve<br />3. Kök, Rizom, Bulbus<br />4. Çiçek<br />5. Gövde, Sap, Yaprak<br />6. Kabuk<br /><br /><br /><br /><br /><br />3. ÜLKEMİZDE BULUNAN BAZI ZEHİRLİ BİTKİLERİN TOKSİK MADDE İÇEREN KISIMLARI<br /><br />3.1. Kök, Rizom ve Bulbus’ların da Toksik Madde İçeren Bazı Önemli Bitkiler<br /><br />-Aconitum L. (KAPLANBOĞAN)<br />-Narcissus L. (NERGİS)<br />-Atropa belladonna (GÜZEL AVRAT OTU)<br />-Colchicum autumnale (ÇİĞDEM)<br />-Cyclamen L. (SIKLAMEN)<br />-İris L. (SÜSEN)<br />-Datura stramonium (ŞEYTAN ELMASI)<br /><br /><br />3.2. Gövde, Sap ve Yaprakların da Toksik Madde İçeren Önemli Bazı Bitkiler<br /><br />-Prunus sp. (ERİK)<br />-Cerasus sp. (VİŞNE, KİRAZ)<br />-Taxus baccata (PORSUK AĞACI) <br />-Hyoscyamus niger (BAN OTU)<br />-Nerium oleander (ZAKKUM)<br />-Rhus coriaria (SUMAK) <br />-Rhamnus sp. (AKDİKEN)<br /><br />3.3. Çiçeklerinde Toksik Madde İçeren Önemli Bazı Bitkiler<br /><br />-Atropa belladonna (GÜZEL AVRAT OTU)<br />-Colchicum autumnale (ÇİĞDEM)<br />-Datura sp. (TATULA)<br />-Hyoscyamus niger (BAN OTU)<br />-Rhus coriaria (SUMAK)<br /><br />3.4. Etli Kabuklu Meyvelerinde Toksik Madde İçeren Bazı Önemli Bitkiler<br /><br />-Lonicera etrusca (HANIMELİ)<br />-Citrullus colocynthis (EBUCEHİL KARPUZU)<br />-Laurus nobilis (DEFNE)<br />-Bryonia L. (ŞEYTAN ŞALGAMI)<br />-Atropa bellodonna (GÜZEL AVRAT OTU)<br />-Asparagus officinalis (KUŞKONMAZ)<br /><br />3.5. Kuru Meyve ve Tohumlarında Toksik Madde İçeren Önemli Bazı Bitkiler<br /><br />-Robinia pseudoacacia (AKASYA)<br />-Ammi visnago (DİŞ OTU)<br />-Cheiranthus cheiri (ŞEBBOY)<br />-Ilex aquifolium (ÇOBAN PÜSKÜLÜ)<br />-Faqus sp. (KAYIN AĞACI)<br />-Quercus sp. (MEŞE)<br />-Delphinium sp. (HEZARAN)<br /><br />4.BİTKİSEL TOKSİNLER<br /><br />Su bitkileri. yüksek mantarlar (makro fungus) ve yüksek bitkilerin içerdiği toksinler zehirlenmelerin başlıca etkenidirler. Aşağıda bunlardan toksikolojik yönden önemli olanlar ele alınmıştır.<br /><br />4.1. SU BİTKİLERİNİN TOKSİNLERİ<br /><br />Değişik alg türlerinin içerdiği sitotoksik etkili olanlar aşağıda belirtilmiştir:<br /><br />4.1.1. Dolastatinler<br /><br />Mavi-yeşil (Siyanobakteri) alglerden olan Lynghya majuscula’dan elde edilen dolastatin adlı toksinler güçlü hücre zehiridirler (Sitostatik).<br /><br />4.1.2. Lingbiatoksin<br /><br />Lynghya majuscula adlı alg’den elde edilen diğer bir toksindir. Antitümör etkisi nedeniyle onkolojide denenmektedir.<br />4.1.3. Terpenik Laktonlar <br /><br />Dictyota dichotoma türü kahverengi algler değişik oranda terpenik laktonlar içermektedir. Bu toksinler B16 melanositler üzerine sitostatik etki oluştururlar.<br /><br />4.1.4. Nodularin<br /><br />Noduluria spumigena türü kahverengi alg’lerden elde edilen hepatotoksik bir toksindir.<br /><br />4.1.5. Diterpenoidler<br /><br />Udotea argtentea, Tidemania expeditionis ve Chlorodermis fastigata türü yeşil alg’lerden elde edilen sitotoksik toksinlerdir.<br /><br />4.1.6. Kainik Asit<br /><br />Kırmızı alg’lerden Digenea simplex’ ten izole edilen kainik asitin nöromüsküler bloke edici etkisi bulunmaktadır. Tedavide antihelmintik olarak kullanılmaktadır.<br /><br />4.1.7. İyodotubersidin<br /><br />Kırmızı alg’lerden Hypnea valetiae türünden elde edilen 5- deoksi-5-iyodotubersidin ksantin türevleri gibi adenozin antagonisti etki oluşturur.<br /><br />4.2. YÜKSEK MANTAR TOKSİNLERİ<br /><br />4.2.1. Amotoksinler<br /><br />Amanita phalloides, A. verna, A. virosa, Galerina unicolor, Lepiota helveola ve L. brunneoincarnata gibi zehirli mantarlardan elde edilen bisiklik oktapeptidlerdir. Sitotoksik potansiyeli oldukça güçlü olan amatoksinler karaciğer ve böbrekte nekrozlara neden olur.<br />4.2.2. FaIlotoksinler<br /><br />Amanita phalloides, A. verna ve A. virosa gibi zehirli mantarlardan elde edilen bisiklik heptapeptid’dir. Sitotoksik etkisi oldukça fazladır ve hepatotoksiktir (nekroz).<br /><br />4.2.3. Virotoksinler<br /><br />Amanita virosa’dan elde edilen sitotoksik etkili bir monosiklik heptapeptid’dir. Deney hayvanlarına parenteral<br />yolla enjekte edildiğinde karaciğer nekrozu oluşturmaktadır.<br /><br />4.2.4. Orellanin<br /><br />Cortinarius orellanus, C. orellanoides vb. nefrotoksik bir toksindir. Böbreklere etkiyerek glomerüler filtrasyonu azaltır.<br /><br />4.2.5. Giromitrin<br /><br />Gyromitra esculenta; G. Gigas, Helvella crispa, H. lacunosa, Paxina Ieucomelas, Sarcosphaera crassa türü zehirli mantarlardan elde edilen bir metilhidrazin türevidir. Gastrik asiditenin etkisiyle midede hidrazinlere ayrışır. Bu madde karaciğer nekrozuna neden olmaktadır.<br /><br />4.2.6. Musimol ve İbotenik Asit<br /><br />Amanita muscaria ve A. pantherina’dan elde edilen toksinlerdir. Nörotoksik etkilidirler.<br /><br />4.2.7. Muskarin<br /><br />Amanita muscaria, Inocybe ve Clitocybe türü zehirli mantarlardan elde edilir. Santral sinir sistemine etkiyerek nörotoksik belirtilere neden olur.<br />4.2.8. Bufotenin<br /> <br />Amanita muscaria, A.mappa, A. porphyrea ve A. tromentella türü zehirli mantarlardan elde edilir.<br /><br />4.2.9. Psilosibin<br /><br />Psilocybe, Panaeolus, Stropharia, Conocybr türü zehirli mantarlardan elde edilen indol türevi bileşiklerdir. Santral sinir sistemi üzerine etkiyerek LSD 25 benzeri halüsinasyonlara neden olur.<br /><br />4.2.10. Klitidin<br /><br />CIytocibe acromelalga’dan elde edilen bir nükleotid’dir. Sitotoksik etkilidir.<br /><br />4.2.11. Nekatorin<br /><br />Lactarius necator adlı zehirli mantardan izole edilen bir alkaloid’dir. Aflatoksin B1‘e eşdeğer bir toksisiteye sahiptir. <br /><br />4.2.12. Koprin<br /><br />Coprinus atramentarius, Clitocybe clavipes, Boletus luridus, Tricholoma aurotum, Pholiota squarrosa türü zehirli mantarlardan izole edilen bir toksindir. Aldehid dehidrogenaz enzimini inhibe ederek disülfiram benzeri (alkol intoleransı) eltiye neden olmaktadır.<br /><br /><br /><br /><br />4.3. YÜKSEK BİTKİ TOKSİNLERİ<br /><br />4.3.1. Akonitin <br /><br />Ranunculaceae ailesinden Aconitum türlerinde bulunan bir toksindir. Nöromüsküler iletiyi bloke ederek solunumu ve kardivovasküler sistemi deprese eder.<br /><br />4.3.2. Githagin<br /><br />Agrostemma githago (karamuk otu) adlı zehirli bitkinin toksinidir. Sindirim bozuklukları (iritasyonlar) ateş nöropati ve solunum depresyonu oluşturur.<br /><br />4.3.3. Ergotoksin<br /><br />Ergot alkaloidlerinde bulunan toksinlerden biridir. Alfa adrenerjik blokaj, düz kas kontraksiyonu, antimigren etkilerinin yanında santral sinir sistemini (CTZ ve dopaminerjik) uyarır ve prolaktin salgılanmasını azaltır.<br /><br />4.3.4. Konin<br /><br />Conium maculatum (baldıran otu) adlı toksik bir bitkinin toksinidir. Sindirim, kardiyovasküler, böbrek ve sinir sistemlerinde oluşturduğu bozukluklar sonucu ağır zehir tablosu oluşturur.<br /><br />4.3.5. Sitrulin ve Kolosintin<br /><br />Citrullus colocynthis, (Ebucehil karpuzu) adlı bitkide bulunan ve sindirim kanalı mukozası için iritan bir toksindirler. Şiddetli gastroenterit kanamalar, baş ağrısı, hepatit, nefropati ve kollaps oluşturur.<br /><br /><br />4.3.6. Sitisin ve Fitohemaglutinin<br /><br />Cytisus labarnum (yalancı abanoz) bitkisinin sindirimin mukozası için çok toksik olan bir toksinidir. Ayrıca solunum depresyonuna (asfiksi) da yol açar.<br /><br />4.3.7. Kolsişin<br /><br />Colchicum autumnale (acı çiğdem)’nin aktif alkaloididir. Sitotoksik etkilidir.<br /><br />4.3.8. Pikrotoksin<br /><br />Corioria mytifolia (kır sumağı) bitkisinin nörotoksik etkili toksinidir. Hiperrefleksi, solunum bozuklukları (dispne) ve konvülsiyonlara neden olur.<br /><br />4.3.9. Dafuin (Mezerin)<br /><br />Daphne mezerium (yaban defnesi) ve diğer Daphne türlerinin, gastrik mukoza için oldukça iritan olan toksinidir. Ayrıca böbrek iritasyonları, solunum depresyonu ve konvülsiyonlara da neden olur.<br /><br />4.3.10. Delfinin, Delfinoidin, Delfisin<br /><br />Delphinium staphisagria (Bit otu) bitkisinden elde edilen alkaloidlerdir. Gastrointestinal iritasyonlar, konvülsiyonlar, paraliz, kardiyovasküler kollaps ve asfeksi oluştururlar.<br /><br />4.3.11. Evonimin, Evobiosit<br /><br />Evonymus europaeus (papaz tekkesi) bitkisinin kardiyotoksik ve konvülsan toksinidirler. Digitalis benzeri toksisite oluştururlar.<br /><br />4.3.12. Fitohemaglutinin<br /><br />Wistaria chineusis (Mor salkım) ve Phytolacca americana bitkilerinin toksinidir. Şiddetli sindirim bozuklukları eşliğinde, ciltte vazodilatasyon (yüz ve boyunda kızarma), midriyazis ve kardıyovasküler kollaps’a neden olur.<br /><br />4.3.13. Taksin<br /><br />Taxus baccata (Porsuk ağacı) bitkisinin toksinidir. Şiddetli gastroenterit, titreme, görme bozuklukları, midriyazis, baş dönmesi ve ciltte ekimozlara neden olur.<br /><br />4.3.14. Solanin<br /><br />Lycium eurapaeum (teke dikeni) ve solanum türü bitkilerinin toksinidir. Sindirim sistemi, nörolojik ve hematolojik bozukluklar ve midriyazis oluşturur.<br /><br />4.3.15. Oleandrin<br /><br />Nerium oleander (Zakkum) bitkisinin kardiyotoksik glikozitidir.<br /><br />4.3.16. Risin<br /><br />Ricinus communis (Hint yağı) bitkisinin protein yapısında olan bir fıtotoksinidir. Şiddetli gastroenterit ve tetanik kontraksiyonlara neden olur.<br /><br />4.3.17. Veratrin ve Proveratrin<br /><br />Veratrum album (akçöpleme) ve diğer türlerinin alkaloididir. Baş dönmesi, bulanık görme, hipertansiyon, bradikardi ve bronkokonstriksiyon oluşturur.<br /><br /><br />4.3.18. Furanokumarin ve Mezonaftodiandron<br /><br />Hypericum ve Heracleum türü bitkilerin taşıdığı fototoksik toksinlerdir.<br /><br />4.3.19. Amigdalin, Prulaurosin ve Prunasin<br /><br />Prunus türlerinden elde edilen siyanogenetik heterozidlerdir.<br /><br />4.3.20. Tuyol, Tuyolabsintin ve Sabinol<br /><br />Artemisia, Absinthium, Juniperus sabina ve Tanacetum vulgare gibi bitkilerden elde edilen terpenik hidrokarbürlerdir. Gastrointestinal mukozada iritasyonlara neden olurlar.<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />Tablo 2: Bitkilerdeki Toksik Maddelerin İnsanlardaki Belirtileri<br /><br />Solanum nigrum <br />(İT ÜZÜMÜ) Bulantı, Uyuklama, Kardiyak bozukluklar<br />Humulus lupulus <br />(ŞERBETCİ OTU) Baş ağrısı, Nabız ritminde bozukluk<br />Petroselinum sativa (MAYDONOZ) Yüksek tansiyon, yüksek ateş <br />Taxus baccata <br /> (PORSUK AĞACI) Baş dönmesi, İşitme ve görme bozuklukları<br />Nerium oleander (ZAKKUM) Baş dönmesi, Terleme<br />Atropa belladonna <br />(GÜZEL AVRAT OTU) Sindirim bozuklukları, Akut zehirlenmeler, Kusma<br />Pimpinella anisum (ANASON) Solunum sistemi ve Kalp üzerine etkili <br />Delpinium sp. (HEZAREN) Nörolojik bozukluklar, Kusma<br />Cyclamen europaeum<br /> (DOMUZ TURPU) Bulantı, Kusma, İshal, Baş ağrısı.<br />Laburnum anagyroides <br /> (SARI SALKIM) Karaciğer ve Kalp bozuklukları<br />Nigella sativa (ÇÖREK OTU) Baş ağısı, Kusma<br />Hedera helix <br />(DUVAR SARMAŞIĞI) Sersemleşme, Baş dönmesi, Kusma<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />5. ÜLKEMİZDE BULUNAN ÖNEMLİ BAZI TOKSİK BİTKİLER<br /><br /><br /> <br /><br /><br />5.1. Fam: Ranunculaceae<br /> Tür: Aconitum napellens<br /> Yöresel adı: Kaplan boğan, Kurt boğan, Bağan otu<br /> Diğer türler: A. anthora<br /> A. orientale<br /> A. nasotum<br /> Toksik Kısım: Kardeş Yumrular<br /> Alkoloidi : Akonitin<br /><br /> <br /><br /><br /> 5.2. Fam: Solanaceae <br /> Tür: Solanum nigrum<br /> Yöresel adı: Yaban yasemini, Sofur.<br /> Diğer türler: S. nigrum <br /> S. khasianum<br /> S. tuberosum <br /> Toksik kısım:Bütün bitki<br /> Alkoloidi : Saponosit, Glukoalkoloid (Solanin)<br /><br /><br /> <br /><br /><br />5.3. Fam: Ranunculaceae<br /> Tür: Delphinium staphsagria<br /> Yöresel adları: Bit otu<br /> Diğer türleri: D. formosum<br /> Toksik kısım: Tohumları<br /> Alkoloidi: Delfinin, Delfisin, Delfinoidin <br /><br /><br /><br /><br />5.4. Fam: Solanaceae<br /> Tür: Atropa belladonna<br /> Yöresel Adları: Güzel avrat otu. <br /> Toksik Kısım: Bütün bitki.<br /><br /> Diğer Türleri: A. mandragora<br /> A. hyocyamus<br /> Alkoloidi: Atropin, Skopolamin<br /><br /><br /><br /><br />5.5. Fam: Taxaceae<br /> Tür: Taxus baccata<br /> Yöresel Adı: Porsuk ağacı<br /> Toksik Kısım: Meyve<br /> Alkoloidi: Taxine (Veratrum alkoloidine benzer)<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />5.6. Fam: Cucurbitaceae<br /> Tür: Citrullus colocynthis<br /> Yöresel adı: Ebucehil karpuzu<br /> Diğer Türleri: C. vulgaris<br /> C. ecballium<br /> Toksik kısım: Meyve<br /> Aktif Glikozit: Kolosintin, sitrulin<br /><br /><br /><br />5.7. Fam: Liliaceae<br /> Tür: Colchicum autumnale<br /> Yöresel adı: Acı çiğdem, Kar çiçeği, Ayı çiçeği<br /> Diğer Türler: C. atticum<br /> C. cilicicum<br /> C. speciosum<br /> Toksik Kısım: Çiçek.<br /> Alkoloidi: Kolşisin<br /><br /><br /><br /><br />5.8. Fam: Araliaceae<br /> Tür: Hedera helix<br /> Yöresel adı: Duvar sarmaşığı<br /> Toksik Kısım: Meyve.<br /> Saponosid: Saponin<br /><br /><br /><br /><br />5.9. Fam: Loranthaceae<br /> Tür: Viscum album<br /> Yöresel adı: Ökse otu, Çekem, Gökçe, Burç.<br /> Toksik Kısım: Meyve çekirdeği.<br /> Alkoloidi: Polipeptid, Saponosit ve reçineli alkoloid<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />5.10. Fam: Papaveraceae<br /> Tür: Papaver somniferum<br /> Yöresel adı: Gelincik, <br /> Yabani haşhaş<br /> Toksik Kısım: Çiçek, tohum, gövde.<br /> Toksin: Roadin<br /><br /><br /><br /><br /><br />5.11. Fam: Apocynaceae<br /> Tür: Nerium oleander<br /> Yöresel adı: Zakkum<br /> Toksik Kısım: Yapraklar.<br /> Glikozid: Oleandrin<br /><br /><br />6. TARTİŞMA VE SONUÇ<br /><br />Yapılan bu çalışmada şöyle bir sonuca ulaştığımızı ifade edebiliriz; Türkiye’de gerek toksik bitki gerekse veteriner toksikoloji açısından yeterli bir bilgiye sahip olunmadığı, zehirlenmelerin büyük bir çoğunluğunun kırsal kesimlerde gerçekleştiği, ülkemiz ele alındığında genellikle sürü hayvancılığı ile uğraşan kesimlerde yetersiz bilgi ve vurdum duymazlığın getirdiği sonuçlar doğrultusunda bir çok kaza zehirlenmelerinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Ayrıca bu kesimlerde meydana gelen zehirlenmelerin ilgili kuruluş ve bakanlıklara intikal etmemesi ve zehirlenmelerin nedenini ve sonucunu bilmeden gerek havyan gerek insanların yanlış tedavi edilmesi yada hayvanların çobanlar tarafından otanması veya kesilmesi bu konu hakkındaki ilerlemeyi ve bilgi sahibi olmayı son derce olumsuz etkilemektedir. Tarihin ilk çağlarından günümüze kadar insanlar bitkilerden besinlerini sağlamış ve şifa aramışlardır ve beslenmelerinin yanında önemli hastalıklarını da şifalı bitkilerle tedavi edebilmişlerdir. Ancak her bitkinin düşünüldüğü kadar yararlı olmadığı ya da yararlı etkilerinin yanında zararlı olabilen başka etkilerinin de olduğu görülmüştür. Günümüzde de devam eden her ottan şifa arama geleneği, özellikle kırsal yörelerde bir çok kaza zehirlenmelerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Merak sonucu özellikle çocukların bilmedikleri bir bitkinin yemiş, yaprak ya da başka bir kısmının tadına bakmaları ya da zararsız başka bitkilere benzetip toksik bitkiyi yemeleri sonucu sık sık zehirlenmeler olmaktadır. Bitkilerle zehirlenmeler daha çok kabuklu yemiş ya da meyve kısmıyla olmaktadır. Örneğin akdiken (Rhamni cathartica), yılan yastığı (Dracunculus vulgaris), güzel avrat otu (Atropa belladonna), hanımeli (Lonicera japonica), yaban yasemini (Solanum dulcamara), taflan (Prunus laurocerasus), ardıç (Juniperus sp.), ökse otu (Viscum album), çoban püskülü (Ilex aquifolium), porsuk ağacı (Taxus bacata), sarmaşık (Parthenocissus sp.), İt üzümü (Salonun, nigrum) vb, gibi bitkiler kabuksuz ya da kabuklu meyvelerinde bulunan aktif toksik kısımlarıyla zehirlenmelere neden olmaktadırlar. <br /><br />Dikenleri ya da keskin kenarlı yapraklarıyla mekanik olarak. özellikle ciltte iritasyon şeklinde toksik etkilere yol açmaktadırlar. Günlük gıda olarak kullandığımız bazı sebzelerin az ya da çok toksik olabildiklerini unutmamak gerekir. Örneğin patatesin toprak üstündeki yeşil kısımları orta şiddette sindirim bozukluklarına neden olmaktadır. Buna karşın, birçok taze sebzenin kurutulmasıyla içerdikleri toksik maddeler aktivitesini kaybetmektedir. Bitkilerin içerdikleri toksik maddelerin kaynağı çeşitlidir. Bazıları alkaloid (protein), bazıları da glikozit ya da heterosid (Saponinli, steroidik yapılı. siyanojenli vb.) içerebildikleri gibi birçoğunda olduğu gibi karmaşık kompleks yapılı bir toksik madde de içerebilmektedirler. Zehirli bitkilerde bulunan bu toksik maddeler insan ve hayvanlarda iç organlarda meydana getirdikleri lezyonlar sonucu metabolizmayı bozabildikleri gibi deri ve mukozalarda iritasyonlar yaparak hafif ya da ağır bazı zehirlenme belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Ancak, farklı hayvan türlerinin ve insanın zehirli bitkilere verdikleri reaksiyonlar her zaman aynı şiddette ve özellikle olmayabilir. Örneğin. salyangozlar A. belladonna ile beslendikleri halde zehirlenmezler. <br /><br />Halbuki bu gibi hayvanları yiyen insan ya da memeli hayvanlarda belladon zehirlenme belirtileri görülebilmektedir. Yaygın bir kanıya göre, hayvanlar doğal bir içgüdüyle zehirli bitkileri yemezler. Gerçekten de, çok toksik bitkilerin bulunduğu otlaklarda, hayvanların bu bitkilere dokunmaksızın otlayabildikleri bilinmektedir. Ancak, mera ve çayırlarda bulunan yabani bitkiler yanında, yem bitkisi olarak kültive edilen kimi bitki türlerinin ve silo yemlerinin (silaj) de zehirlenmeye neden olabilmesi, zehirli bitkilerde bulunan toksik madde düzeyinin kimi koşullara göre değişebilmesi, hayvan hareketleri nedeniyle yer değiştiren hayvanlarda bitkisel zehirlerle zehirlenmeye karşı koruyucu bir işlevi olan doğal içgüdünün, yörede yaşayan hayvanlara oranla yetersiz oluşu ve özellikle de yem açığı bitkisel zehirlerin toksikolojik önemini artırmaktadır.<br /><br />Tüm bunlar göz önünde bulundurularak, bu tip çalışmalar ve araştırmalara gereken önemi vermek, uygulanan yöntem ve kurallara uymak gerekmektedir. Ülkemiz bitki, florası açısından bilindiği gibi çok zengindir. Bu yüzden zehirli bitkiler ve bunların günlük yaşantımıza etkisini bilmemiz bizim için çok önemlidir. <br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><br />7. KAYNAKLAR<br /><br />1. DAVİS., P.H., Flora Of Turkey, Üniversity Press, Edinburgh, 1984.<br />2. SEÇMEN, Ö., Tohumlu Bitkiler Sistematiği, Ege Üniversitesi Yayınları, İzmir, 2000.<br />3. BAYTOP, T., Türkçe Bitki Adları Sözlüğü, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları, 578 Ankara, 1994.<br />4. BAYTOP, A., Botanik Kılavuzu, İstanbul Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi Yayınları, Yayın No:70 İstanbul, 1998.<br />5. YANE., L. Çevirenler: MAKAKLI., B., DİNÇER., M., Zararlı Otlar (Yaşam ve Ölüm Kaynağıdır) Makaklı-Dinçer Yayınlarından Ankara, 1985.<br />6. ŞENER., S., YILDIRIM., M., Veteriner Toksikoloji, Teknik Yayıncılık Akademik Eserler Serisi, No:001 İstanbul, 2000.<br />7. BAYTOP, A., Farmasötik Botanik, İstanbul Üniversitesi Yayın No:25 Bahar Matbaası İstanbul, 1977.<br />8. BAYTOP, A., Türkiye’de Bitkiler İle Tedavi İstanbul Eczacılık Fakültesi Yayın No:40 1984.<br />9. BAYTOP, A., Türkiye’nin Tıbbi ve Zehirli Bitkileri İstanbul Üniversitesi Yayın No:3560 Gençlik Matbaası, İstanbul, 1989.<br />10.ERDOĞAN, İ., Doğal Toksinler GE, 85:15, 2000.<br />11.ÇAKALIR, C., ÇÖLOĞLU, S., YAVUZ, M., ÖZTEKİN, İ., Mantar Zehirlenmeleri <br />(35 olgu üzerine araştırma), Adli Tıp Dergisi 7:3, 1991.<br />12. ERDEMOĞLU, N., Nörolojik ve Piskiyatrik Hastalıklarda Kullanılan Bitkiler, (1) GE, 90:18, - 03-01, 2001.<br />13. BAYTOP, A., Farmasötik Botanik, 6. Baskı İstanbul, Üniversitesi Yayın <br />No:3637 1996.<br />14. ADEM, T., Türkiye Vejetasyonu Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü, Kütahya, 2002.<br />15. ÖZDEMİR, T., Sistematik Botanik 1. Baskı Birol Yayınları,<br />2003-2004.<br />16. Zehirli Bitki Resimleri İle İlgili Web Sayfalarıdizi rehberihttp://www.blogger.com/profile/12872598193416395876noreply@blogger.com0